Giydiğimiz görünmez zırhlar: Lukas Dhont ile Close üzerine

Röportaj: Esin Çalışkan, Merdan Çaba Geçer - İllüstrasyon: Sadi Güran

İlk uzun metrajı Girl’le beden ve cinsiyet kimliği üzerinden dikkate değer bir çalışma ortaya koyan yönetmen – senarist Lukas Dhont, “kendi çocukluğundan kalma duyguları deşerek ortaya çıkardığı” yeni filminde ise toksik erkekliğin baskısıyla aralarındaki özel bağ sınanan Léo ile Rémi’ye çeviriyor kamerasını. 75. Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü kazanmasının ardından 95. Akademi Ödülleri’nin En İyi Uluslararası Film dalında Oscar adaylığı elde eden Yakın / Close; henüz bakışlar kendilerine yönelmemiş, kimi fısıltılar yükselmemiş ve meraklı sorular ulaşmamışken, birbirlerine duydukları sevginin büyüklüğünü anlamaya çalışan iki dostu merkezine yerleştiriyor.

Filmi Lukas Dhont’tan dinlemek üzere kendisine bağlandık bağlanmasına ancak bu röportajın, -o dönem hâlihazırda planlanmış olması nedeniyle- 6 Şubat depremlerinden sadece birkaç gün sonra gerçekleştiğini de tarihe not düşmek zaruri. Belçikalı sinemacı, “Tüm kalbimle sizlerin ve ülkenizin yanında olduğumu söylemek istiyorum. Bunca kayıp olması yürek parçalayıcı, çok üzgünüm. Umarım iyisinizdir ve sevdiğiniz insanlar da iyidir.” cümleleriyle sohbeti açtığı gibi, depremden etkilenenler için dayanışma çağrısında bulunmayı da ihmal etmemişti.

An itibarıyla MUBI kataloğuna giriş yapan Close ve düşündürdüklerine dair söz, Lukas Dhont’ta:

“Dünyaya gençlerin bakış açısıyla bakmak üzerine konuşurken; o yaşlarda bir şeye değil, birden fazla şeye aidiyet arzusu taşıdığımızı anımsamak önemli.”

Yetişkin gözüyle çocukluk veya gençlik yıllarına atılan bakışın hep biraz bulanık, biraz kaçamak olduğunu düşünmek mümkün. Araya giren zaman dilimi, yaş aldıkça tanımlanan duygular da bunda etkili belki de. Ergenlik çağına henüz adım atmış bu iki karakterin dünyasına dâhil olma çabası sizde nasıl karşılık buldu?

Sanırım bir yetişkin olarak gençlik yıllarımızın bizleri ne kadar etkilediğini fark etmeme sebep oldu. Gençken, kişiliğimizi şekillendirmede kimi anların ne kadar önemli olduğunu pek fark etmiyoruz bana göre. Elbette bir bulanıklık var çünkü bu eylem çoğunlukla hafızaya dayalı. Bir tarafta hissettiğimizi sandığımız şeyler var, bir tarafta ise gerçekte hissettiklerimiz… Benim için kesin olan şey şu: Dünyaya gençlerin bakış açısıyla bakmak üzerine konuşurken; o yaşlarda bir şeye değil, birden fazla şeye aidiyet arzusu taşıdığımızı anımsamak önemli. Bu yüzden başka insanlara ve hatta kendimizin bazı yönlerine ihanet edebiliyoruz çünkü uyum sağlamak istiyoruz. Aynı zamanda uyarıların dikkate alınmadığı bir dönem bu, “kopmanın” etkilerini henüz bilmiyorken bağları koparıyoruz. Aradan zaman geçmiş olsa ve tam olarak aynı hissetmesek de bizimle o andan geriye kalan bazı şeyler var. Bence çoğumuz bunu içinde taşıyor ve dışa vurmadığımız için bir yüke dönüşüyor. Çocukluk yaralarımız ve acılarımızla yüzleşmenin, sonu sadece iyileşmeye varan bir yolculuk olduğunu düşünüyorum. Bu, bizi biz yapan -ve bazen de inciten- anların gözlerinin içine bakmakla ilgili.

İlk dakikalarda, -çocukluğun masumiyeti üzerine bir metafor olarak da okunabilecek- çiçek tarlaları üzerinde koştururken görüyoruz iki karakteri. Hemen öncesinde ise onları terk edilmiş sığınakta oyun oynarken izlediğimiz, mekân vesilesiyle tezat hisler uyandıran bir açılış var. Anlatının iskeletini oluşturan zıtlıkları baştan açık etme tercihi ardında neler yatıyor?

Evet, bu iki sahne ile filmin politik amacı kendini belli ediyor bana göre. Terk edilmiş bir sığınakta başlıyoruz, insan vahşetiyle ilişkilendirilebilecek bir yer orası elbet. Kullandıkları dil de çocukları büyüten dil; askerlerin ve düşmanların dili. Sığınaktan çıkıyorlar, çiçek tarlalarında koşuyorlar – vahşi ve kırılgan arasında, bildiklerimiz ve diğer olasılıklar arasında bitişik bir kurgu… İşte tam da bu yüzden filmde aradığımız şeyin, sadece karakterlerin hislerini değil, aynı zamanda bu filmin gerçekte ne hakkında olduğunu ortaya çıkarmanın, bunu tercüme edebilmenin bir yolu olduğunu hissediyorum.

Buz hokeyi plan sekansları da erkeklik performansı üzerine filmin incelikli bir buluşu. Léo’nun bocalayışlarına yürek burkan bir yerden şahit oluyoruz. Karakterleri birbirine fiziksel olarak da ulaşılmaz kılan ilk an.

Çoğu zaman görünmez olan bir zırh var bence üzerimizde ve onu giymenin güzel bir yansıması olduğunu düşünüyorum bu kısımların. Tasarlarken, gökyüzünde aynı yöne doğru uçan bir kuş sürüsü hayal etmiştim. Bu türden bir fikri, bir dinamiği çok güzel görselleştiriyordu benim için. Gençken çoğu zaman başkalarının yönüne doğru uçmak zorunda kalırsın çünkü, değil mi?

Kamera çoğunlukla iki baş karaktere, Léo ile Rémi’ye dönük. Bakışları, mimikleri ve sessizliklerinde; yüzlerini dolduran çok fazla “güzellik” var. Çocuk oyuncularla çalışmak nasıldı, pratikleriniz nelerdi? Filmin neredeyse sırtını dayadığı bu performansları elde edebilmenin bir gizi var mıydı?

Bu asla söylemeyeceğim bir sır. Şaka yapıyorum tabii… İşin sırrı onlara güvenmek, yaratıcı sürece katılabileceklerini bilmek ve tavizsizce ortak etmek. Senaryoyu çok başlarda okumuşlardı ama yeniden okumalarını istedim çünkü metni kopyalamalarını istemiyordum. Yaratıcılıklarını kullanmalarını, aktif olmalarını arzuladım. Onlara güvenmek istedim. Altı ay prova yaptık ve o altı ay içinde özgüven, rahatlık, samimiyet inşa ettik; bir aile olduk. Provalara kamera getirmeye oldukça erken başladım, daha ilk aylardı. Böylece kameraya alıştılar, kameranın varlığına rağmen çekimlerde şeffaflıklarını yitirmediler. Ben bir rehber olarak, bir akıl hocası olarak oradayım; bazen onlara kimi şeylerin anahtarlarını veriyordum ama sorularının cevaplarını kendilerinin bulmalarıydı asıl olay. Karakterleri kendilerinin yaratmaları ve içlerinde bu karakterler olmalarına izin vermeleriyle ilgiliydi her şey.

Lukas Dhont, Close setinde.
“Close bir yandan genç erkekler arasındaki hassas evrenle ilgili, öte yandan zalimlik kırılganlığı bastırdığında ve hassasiyet ortadan kalktığında bu çocuklara ne olduğuyla ilgili.”

Filmin orta bloğundan itibaren belirli bir yıkıcılık hakim. Malum kırılmayı en başından beri mi tasarlamıştınız yoksa sonradan mı anlatıya dâhil edildi?

En başından beri. Çünkü bu film, bu dramaturji, bizim konuşmak istediğimiz şekillerde dillendiriyor kendisini. Close bir yandan genç erkekler arasındaki hassas evrenle ilgili, öte yandan zalimlik kırılganlığı bastırdığında ve hassasiyet ortadan kalktığında bu çocuklara ne olduğuyla ilgili. Ayrıca akıl sağlığı, içimizde verdiğimiz savaşlar ve dış dünyada giydiğimiz zırhlarla da ilgili bence. Yani hem ilk hem ikinci yarıdaki birçok tema başından beri vardı.

Belçika, Türkiye veya dünyanın farklı bir noktası… Bambaşka kültürlerden, coğrafyalardan bahsetsek bile erkeklik performansının, heteronormativenin yarattığı baskının ve bunlara sebep akran zorbalığının yaygınlığı hakkında siz neler söylersiniz?

Bence her yerde ortak olan şey şu: Erkeklerin arasındaki her türlü samimiyete hemen cinsel bir anlam yüklüyoruz. Tahakküm temelli masküliniteyle ve heteronormativeyle alakalı olmayan her şeye karşı muazzam bir korku var toplumda. Biz de erkekliğin genellikle maskülinite ve gaddarlıkla ilişkilendiği, evrensel bir dil geliştirdik sonuç olarak. Kadrajı birbirine dokunan erkeklerden ziyade kavga eden erkeklere odakladık. İlk gençlikten itibaren erkeklere, eğer samimiyet arıyorlarsa bunu birbirleriyle kuracakları iletişimde değil, sekste bulmaları gerektiği öğretiliyor. Kadınların birbirlerine samimi bir şekilde destek olma konusunda çok daha iyi bir iş çıkardığını hissediyorum. Artık bu meseleyi gündeme getirme ve masküleniteyle ilgili kelime dağarcığımızda neleri değiştirebiliriz, buna bakma vakti. Elbette sorunun köklerinin daha derine indiği topraklar var ama bence hepsi korkuyla alakalı. Birçok erkeğe küçük yaştan itibaren bir “şey” olması söyleniyor. Bir şey yaratması. Bir fikri savunması. Çok özgür, çok umursamaz, çok kırılgan birilerini gördüklerinde kendilerinden esirgenenleri karşılarında bulmuş oluyorlar. Gözlerinin önünde bir acı ortaya çıkıyor ve yaralarıyla yüzleşiyorlar.

Birçok yakın plan çekime çarpıcı bir renk paleti, pastoral manzaralar, uçuşan polenler eşlikçi. Duygusu bu kadar yoğun bir film ortaya koyarken, bir yandan da görsel malzemeden kendi sinematik dilinizi inşa etmek nasıl bir süreçti?

Sanırım renklerin gücünü çok erken yaşlarda kavramış biriyim. Annem öğretmen olsa da boş zamanlarında resim yapardı; ben de yanında oturup çizim yapışını, boya kullanarak kendini en anlamlı biçimde ifade edişini izlerdim. Artık kendi görsel stilimi oturtmuş olarak şöyle düşünüyorum, oyuncularla çalıştığım işlerde bile bir belgesel yaklaşımı mevcut. Renk, ışık ve dekor gibi etmenlerle dışavurumsal olarak betimlenebilecek bir görsel stil benimsiyorum. Gölgelerden, hatta karanlıktan bahsederken bile güzelliği arıyorum. Her daim güzelliği bulmak konusunda bir tür umut taşıma eğilimindeyim galiba. Filmin görsel stili de bu yüzden böyle bence.

Kimi demeçlerinizde Close’u “ilkokul ve ortaokul yıllarınızdaki acı dolu deneyimlerinize” dayanarak tasarladığınızdan söz ediyorsunuz. Bugün 13 yaşındaki Lucas’ı karşınızda bulsanız, ona neler söyleyerek güç verirdiniz?

Farklı ol, sürüden ayrıl. Bu iyi bir başlangıç noktası.

Genç yaşta olmanız, henüz iki uzun metraj çekmenizin yanı sıra; uluslararası arenada ses getirmiş, festival gediklisi olarak görülebilecek bir yönetmensiniz. İvmesi böylesine yüksek bir çıkış yakalamaya dair hisleriniz neler?

Bahsettikleriniz, dünyanın adil olmadığını anlamamı sağlıyor sanırım. Kendilerine bir platform bulamayan ne kadar fazla sanat, güzellik ve yaratıcılık olduğunun farkındayım çünkü. Bu derece görülmeyen, takdir edilmeyen varken ayrıcalığımın bilincindeyim. Şunu samimi olarak söyleyebilirim ki bir şeyler yaratma nedenim; önemli gördüğüm meseleler hakkında çok uzun süre konuşamamış, bu gücü kendinde bulamamış biri olmam. Bir şeyler üretiyorum çünkü bunu bir ihtiyaç olarak görüyorum, bir şeyler söylemem gerektiğini hissediyorum. Beğenilmeleri, kabul görmeleri harika bir şey. Hepsinin farkındayım, çok da hoşuma gidiyor ama üretmemin sebebi bu değil esasen.

Belçika’nın temsilcisi seçilen Close, En İyi Uluslararası Film kategorisinde 95. Oscar Ödülleri’ne aday oldu. Sizin Oscar adayları arasında bir favoriniz var mıydı?

Aftersun’ı çok sevdim, tam benlik. Ayrıca bir MUBI filmi olması nedeniyle, bu röportajda söyleyebileceğim tek yapım sanıyorum ki.:)