Modern Japon müziğinin mimarı Makoto Kubota neler neler anlatıyor

Makoto Kubota, müziğin her açısıyla uğraşan, tabiri caizse müzikle nefes alıp veren bir kişi. Japonya’da 1970’lerin başlarından bu yana sayısız grupla, müzisyenle çalıştı, çalışmaya devam ediyor. 50 yıldır üreten ve bir hayli çalışkan bir müzik insanı söz konusu. Müzisyen, besteci, prodüktör, menajer, kâşif, araştırmacı gibi türlü şapkaları var. 

Parçası olduğu ilk grup Les Rallizes Dénudés ve belki de adını dünya çapında duyurduğu efsane projesi Sunset Gang (ve Sunsetz, Sun Splash gibi uzantıları) ile yaptığı kayıtlar, son dönemde Paris merkezli plak şirketi Wewantsounds etiketiyle bir reissue serisiyle tekrar piyasaya sürülüyor. Tabii bizzat Makoto Kubota tarafından yapılmış remasteringlerle birlikte.

Bu taze nostalji dalgasından hareketle, Tokyo’ya bağlandık ve Makoto Kubota’dan Rallizes ve Sunset Gang yıllarına geri dönmenin nasıl hissettirdiğini dinledik. Onlarca hatıra ve ilgi çekici anekdotla birlikte tabii: Jamaika’daki kayıt seansları, Haruomi Hosono’yla dostluğu, Debbie Harry’yle bir PlayStation oyunu için yazdığı şarkısı, Miyako adasında yaşlı kadınların tanrı için hep birlikte söylediği kutsal şarkıları kaydettiği Sketches of Myakh projesi, müthiş Sunset Gang kapaklarının ardındakiler ve nicesi….

Nasılsın? Tokyo’da her şey yolunda mı?

İyiyim, çok meşgulüm. Günde 48 saate ihtiyacım var. Geride kalan iki yıl her şey pandemi sebebiyle yavaşladı, özellikle canlı müzik sahnesinde. Ama bundan bahsetmeyelim, bu çok sıkıcı bir konu. Herhangi bir sağlık sorunu yaşamadım. Bunun dışında son iki yıl, remaster işleri ve farklı uğraşlarla benim için oldukça yoğun geçti.

1970’lerden kalma Rallizes (Les Rallizes Dénudés) kayıtları var mesela. Zamanının hippi mekânı Oz’da yaptığımız kayıtlardan oluşan Oz Days Live albümü yeniden yayımlanıyor. Grubun esas kişisi Takashi Mizutani, iki yıl önce beni aramıştı ve yeni bir şeyler yapmak üzere planlar yapmıştık. Ne yazık ki aramızdan ayrıldı. Altı ay sonra ailesi, muhtemelen telefonundaki yazışmalarımızı okuduktan sonra bana ulaştı. Tokyo’ya geldiler ve ne yapmak istediğimize dair çalışmaya başladık. İlk adım, çılgın korsan yayın okyanusunu kontrol altına almaktı. Mizutani çok sevmezdi ama grubu ünlü yapan korsanlar olmuştu şüphesiz.

Korsanların böyle bir eğilimi olabiliyor. Bu onların kendilerine biçtikleri bir görev değil ama bunu mümkün kılıyorlar.

Muhtemelen Japonya’dan tuhaf biri Avrupa’daki birine kayıtları satmış oluyor, onlar da bunu kopyalaya kopyalaya çoğaltıyor. Kayıtların çok farklı versiyonlar da türetildi. Bazılarının iyi olduğunu biliyorum ama büyük kısmı çok kötüydü, Mizutani nefret ederdi. Bunun yaşanmasının sebeplerinden biri Mizutani’nin şarkıların hiçbirini resmî olarak lisanslamamış olması. Bu da başka bir konu. Şarkıların büyük kısmını onunla birlikte yazmıştım. Solo albümüm Machibouke (1973) için de beraber yazdığımız parçalardan biri olan “Asa No Hikari”yi yeniden kaydetmiştim. Sonraları bu şarkının Avrupa’da Fransızca “L’aube” ismiyle döndürüldüğünü öğrendim. Bu sebeple şarkıdan hiçbir telif alamadım. Bu şarkı, Mizutani’nin lisansladığı tek şarkıydı. Vokalleri o yazdı, müziği ben besteledim. Şimdi bu konular çözülüyor, ailesine de telif haklarını korumaları için bir şirket açmalarını tavsiye ettim. Bu dünyada ne bıraktıysa kıymetini bilmeleri gerekiyor. Hiç bitmeyen bir soruna dönmüştü. Avrupa gerçekten korkunç.

Türkiye’de 1960’larda ve 1970’lerde üretmiş müzisyenler de benzer durumlarla karşılaşıyor. Avrupalı plak şirketleri, herhangi bir izin ya da ödeme olmadan albümlerini yeniden basıyor. İsimlerinin duyulmasına yardımcı oluyor ama yayınlardan hiçbir para kazanamıyorlar. Peki Sunset Gang albümleri için reissue süreci nasıl başladı?

Sunset Gang, 40-45 yıl öncesiydi bildiğin gibi. O zamanlar ev stüdyomda ya da Jamaika’da miksler yaptığımı hatırlıyorum ama sanırım 30 yıl kadar önce yaptığım miks, orijinalinden daha iyi duyuluyor. Orijinali de iyiydi, elimizden gelenin en iyisiydi. 1970’lerde “mastering” hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu. Stüdyoda miksi yaparsın ve iş o kadardır. Sonra kayıt bantlarını kesime götürürsün. Orası paranoyak bir yer, hiç sevmezdim. Dengelerle ilgili aşırı hassaslardı ve yaptıkları tek şey, plağa basmaya uygun şekilde seviyeyi düşmekti. Doğru dürüst kompresyon ya da EQ olmadan müzik zayıf ve kararsız duyulur. Plağa basıldıktan sonra da orijinal kayıttan çok uzak olur. Ama düzgün bir mastering ve gerekli EQ ayarlarını yaparsan, sonuç çok daha iyidir. ABD’deki mastering tarihini bilmiyorum ama onların herkesten daha önce buna başladıklarına eminim. Bir plağın üstünde “Bob Ludwig tarafından mastering’i yapıldı” gibi cümleleri sanırım ilk kez 1970’lerde gördüm. İsimleri pek bilinmiyor olsa da o dönemler rock müziğin geniş geniş duyulmasından sorumlu pek çok insan var. Biz 1980’lerin ortasına dek bu konuda bir fikre sahip değildik.

Her zaman teknisyenlikle ilgiliydim. Gruplara katıldım, canlı müzik çaldım ama gerçek aşkım stüdyoda çalışmak; sesin kendisiyle uğraşmak benim işim. Rallizes’ten de önce, Kyoto’daki küçük dairemde iki tane Sony mono makara bant kaydediciyle ileri geri oynuyordum, mikslemeden overdublar yapıyordum. Kendimce bir yol bulmuştum yani. Bunun gerçek benliğim olmasını seviyorum. Sonra konserlere başladım. Canlı çalmak kayıt ve mikslerden sonra başlayan bir şey oldu. “Konserler güzel, turneden ve canlı çalmaktan keyif alabilirim ama stüdyoyu çok özlüyorum” diye düşünürken bir gün “Artık yeter” dedim. 1990 civarı tam zamanlı stüdyo insanı oldum, bir yandan menajerlik yapmaya başladım. Endonezya ve Singapur’dan birçok yetenek vardı. Benim için iyi bir zamanlamaydı ve canlı çalmayı hiç özlemiyorum.

Yani canlı çalmaktan hiç hoşlanmadın?

Canlı çalmaktan keyif aldım ama provalar yapmak, turne yapmak, basına konuşmak… Bu benim Fransa ve İngiltere’den sonraki üçüncü büyük röportajım ama bunu 10 kez yaptığını düşününce… Seyahatler ve provalar da çok fazla emek istiyor. Bir de grup, beş kişi… Bir orada, bir burada.

“1970’ler Japonya’sında hayatta kalmak için süperstar olman gerekmiyordu. Şimdilerde bu çok daha zor.”
Makoto Kubota

Sunset Gang’le çalmaya başladığınızda konserlerin büyük kısmının Japonya’da olduğunu düşünüyorum. Japonya dışında da çalmış mıydınız?

Sunset Gang yalnızca yerel konserler verdi, dışarı hiç çıkmadık. Sunsetz olarak Avrupa ve Avustralya’da geniş turneler yaptık. Jamaika’ya gidip bir Sun Splash konseri çaldık. Ufak bir ABD turnesi de oldu. Avustralya’da iki-üç kez uzun süreli turnelerimiz oldu. Üç ay boyunca Avustralya’da INXS’in ön grubu olarak ya da Midnight Oil, Split Ends, The Pretenders gibi gruplarla birlikte pek çok festivalde çaldık. Bir keresinde Euryhtmics’le çaldık, sonrasında Japonya’ya dönüp albüm kaydettik ve 1985’te Seattle’da Bumbershoot isimli büyük bir festivalde çalmak üzere davet edildik. Euryhtmics’in ön grubu olarak çaldıktan yaklaşık bir yıl sonra. Ardından ABD’de de benzer büyüklükte bir turne yaptık. Eurythmics iki yıl boyunca aralıksız turne yapmıştı. “Sweet Dreams”in büyük bir hit olduğu zamanlar. Hiç durmadan iki yıl bunu yapmak çok zor bir yaşam demek. Onlarla çaldığımız konser, 20 bin kişi oturma kapasitesi olan büyük bir fuar alanındaydı. Hayatımdaki en favori konserim. Ses sistemi gerçekten çok iyiydi. Amerika elektriği çok temiz, hiç gürültü yok, geri sekme yok ve tüm teknisyenler çok profesyonel. Karanlığın içindeki 50 bin kişiye çalmak başka bir deneyim. Dinleyiciler de çok açıklar, beğenmiyorlarsa yuhalıyorlar.

Sizi nasıl buldular?

İyi tepkiler vardı, şanslıydık çünkü bir numara yapmıştık. Raggamuffin stili bir Japon rapçiyle çıktık sahneye ve çok sevdiler. Önce grubu gördüklerinde “bu fena değil” dediler ama Japonca rap yapmaya başladığımızda çıldırdılar. Ertesi gün gazetelerdeydik.

Bir sürü güzel hatıra var ama benim olayım stüdyo. Ama zaman zaman yeniden bir şeyler yapma hevesi geliyor. Mizutani’yle Rallizes’i geri döndürmek üzerine yaptığımız konuşmalar gibi. O sırada ne kadar sağlıklıydı bilmiyorum ama telefonda sesi çok güçlü geliyordu, hiç hasta gibi değildi. Bu kez zamanı geldi gibi düşünmüştüm, ona birkaç plan sundum. Amerikalı dinleyiciler için birkaç konser yapmak gibi. Orada da Japonya’da da 2000’lerden beri çalmamızı bekleyenler var. Grup konser vermeyi 90’ların ortalarında bırakmıştı. 1996’da son büyük konser olmuştu. Nasıl olduysa Avrupa’daki korsanlar sayesinde grup dünya genelinde yeni bir tanınırlığa ulaştı, radyolar bizi çalmaya başladı.

Bunun sebebini neye bağlıyorsun? Neden şu an Sunset Gang ve Rallizes’e daha fazla ilgi var sence?

Tam olarak bilmiyorum, belki de unuttum bir şekilde. Eski parçaları uzun bir süre hiç dinlemedim. Bir anda çok fazla geri bildirim almaya başladım, benimle bu parçalar hakkında iletişime geçenlerin sayısı arttı. Belki de bu konuda yeniden düşünmem gerektiğine karar verdim. “Şapşal pop” gibi bir tanım var. Şimdilerde çok büyüdü. Biraz 1980’ler başları, 1970’ler sonları hafif soul pop müzik gibi ama daha çakırkeyif, Toto gibi ritimler ve yüksek Japonca vokaller var. Düzgün bir mastering olmadan üstelik. Bu bir karakterdir. Muhtemelen Batılı kulaklara da Ghibli-vari Japonya çizgi filmlerinden imajlarla birlikte çekici geliyor. Onlara nasıl yaşadığımız, nasıl hissettiğimiz hakkında fikir veriyor bir anlamda. Doğudan uzağız, Avrupa ve Amerika’dan çok çok uzağız ama belli bir hayat kalitemiz var, felsefemiz ve tarihimiz var. Şehirden sesler, hafif funk ritimleri ve Ghibli imajıyla gizemli bir havaya bürünüyor. Belki bu onlara tatlı bir his veriyordur, bilmiyorum, sadece tahmin ediyorum. Bunun üzerine 1970’ler Japonya’sının popüler kültürünü kazımaya başladılar ve karşınızda biz varız.

Sadece pop müzik vasıtasıyla da değil; bazı hippiler, punk rock grupları ya da Yellow Magic Orchestra gibi teknocular da var. Yeni bir mahzen açıldı bir anlamda. Başka türlü benim gizli saklı Sunset Gang müziklerimi nasıl bulduklarını açıklayamıyorum. Yaptığımız şeyi seviyorduk. Japonya turnesinde Eric Clapton’a eşlik etmiştik ve performanslarımızı gerçekten sevmişti. Bir festivalde, bir zamanlar Kaleidoscope grubunda çalan Los Angeles çıkışlı ünlü gitarist David Lindley kulisimize gelip “Bu müzik nedir? Okinawalı gibi tınlıyorsunuz ama New Orleans usulü funk çalıyorsunuz.” demişti. En başından beri erken dönem funk unsurlarını Asya müziğiyle birleştirmeye çalıştık. 1980’lerde uluslararası piyasayı hedefledik ama Sunsetz bambaşka bir konseptti.

Sunset Gang’e Japonya’da nasıl tepkiler geliyordu?

Bizim jenerasyonumuz çok kalabalıktı. Doğum oranının yüksek olduğu dönemde hayata geldik, yani çok çok başarılı olma baskısı yoktu. Albümün 20-30 bin satması, Japonya’nın her köşesinde yeterli dinleyiciye ulaşabildiğimiz konserler yapmamızı mümkün kılıyordu. 1970’ler Japonya’sında hayatta kalmak için süperstar olman gerekmiyordu. Şimdilerde bu çok daha zor.

“Bazı insanlar benim liderlik ettiğim bir Sunset Gang konseri dinlemek istiyor ama bilmiyorum. Yapabileceğimden bir şüphem yok ama keyif alıp almayacağım önemli mesele.”
Sunset Gang

1970’ler için Japonya’da rock ve psikedelik müziğin altın çağı diyebilir miyiz?

Emin değilim. Japonya’daki müzik sahnesinden çok fazla insan tanımıyorum, o yüzden bir şey söyleyemiyorum. Başkalarının ne yaptıklarını pek umursamıyorum. Plastics grubunun solisti Toshio Nakanishi ile yakındım, onu da çoktan kaybettik. 1990’lardan sonra yakın arkadaş olmuştuk. Haruomi Hosono uzun yıllardır kardeşim gibi. Birçok rock & roll grubunda çalmış efsanevi gitarist Fuji Yamaguchi de kısa bir süreliğine Rallizes’le yakın ilişkiler içindeydi. Grubu Murahachibu bir zamanlar efsaneydi ama sadece birkaç yıl sürmüştü. Plastics de aynı şekilde ama sonra hemen dağıldılar. Birkaç favorim dışında Japon gruplarına çok yabancıyım. O yüzden bu soruya verebilecek net bir yanıtım yok.

Senin için bunca yıl sonra müziğini yeniden ziyaret etmek nasıl bir deneyimdi? Keyif aldın mı yıpratıcı mıydı?

Keyif aldım çünkü o müziği belki yalnızca birkaç yılda bir dinliyorum. O da hâlâ iyi duyulduğundan emin olmak için. Şimdi hissiyat biraz daha farklı çünkü artık benim müziğim değil; dünyanın müziği. Şimdi insanlar bunu dinlemek istiyor ama orijinalleri 1000-2000 kopya basıldığı için yalnızca korsanını alabiliyorlar. Bu sebeple tek bir CD’nin 500-800 dolar bandında satılması da çok yanlış. Bunu yeniden ve düzgün bir şekilde yapmak için doğru zamandı. Benim ilgilenmem gerekiyordu ve bu bir problem değil. Çok eğlendim.

Sunset Gang’le yeniden çalmanız için bir teklif gelse bunu yapar mıydın?

80’lerde Sunsetz zamanlarından bu yana, birçok kez bu soruyu duydum. Bazı insanlar benim liderlik ettiğim bir Sunset Gang konseri dinlemek istiyor ama bilmiyorum. Yapabileceğimden bir şüphem yok ama keyif alıp almayacağım önemli mesele. Ama bu zor bir soru. Remaster aşamasında çok fazla eğlendim. Fakat şimdilerde yeni bir plak şirketine genç sanatçılar öneriyorum, festivaller ve konserler düzenliyorum. Eğer kendi müziğimle bu şekilde ilgilenmem gerekirse diğer işleri yapamam, çünkü zor biriyim. İnsanların benden böyle bir şey beklediğinin farkındayım ama henüz herhangi bir plan ya da niyet yok gerçekten. Ben yapacak olsaydım bunun bir tür parti cover grubu gibi olmasını isterdim. Rolling Stones ve Grateful Dead şarkıları çalıp, 20 şarkı arasına iki tane de kendi şarkılarımdan koyardım. Eğlenmek için yapmak isterim, meslek olarak yeniden yapmak biraz zorlayıcı.

Sunset Gang albümlerinin kapak görselleri de harika ve zamansızlar. O dönem kapak konusuna yaklaşımınız nasıldı?

Bu tamamen tesadüf. Çok umursadığım bir şey de değil, sanat insanı değilimdir. Godzillalı ilk albümün kapağını Shinobu Ishimaru isimli birine teslim etmiştim. Daha önce Flower Travellin’ Band ve Murahachibu için de kapaklar yapmıştı. Gerçek bir hippiydi ve tanınmış bir tasarımcıydı. Aslında ona albümün nasıl gözükmesini istediğimle ilgili bazı fikirler vermiştim ama o sözünü tutmadı; ne yapmak istiyorsa onu yaptı. Şahsen fikri çok sevmemiştim ama insanlar çok beğenmiş gibi görünüyordu. Yine de tehlikeli ve kaba bir fikirdi bence. 1970’lerin ortalarında sorun olmuyordu ama bugün albüm kapağında Godzilla görseli kullanacak olsan tonla para kaybedeceğin bir mahkeme sürecinde bulursun kendini. Bugüne kadar bu albüm için bir şikayet gelmemiş olması tuhaf. Sebebini merak ediyorum, belki ailemin sinema işinde olmasıyla ilgili bir durumdur. Büyükbabam yaklaşık 100 yıl önce, buradaki ilk sinema salonunu açmış. Doğduğum zaman ailemin üç ya da dört sineması vardı. Yani Godzilla’nın haklarına sahip olan yapım şirketi Toho da iş dünyasında yakınımızdı. Küçük bir kasaba sinemasıydı ama Disney yapımlarından samuray filmlerine her şeyi izleyebilirdiniz. Belki ailemin geçmişi, onlara şikayetten kaçınmak için ilham vermiş olabilir. İkinci albümdeki görsel ise benim fikrimdi. Tasarım için çok çok basit bir fikir verdim ve bıraktım. Üç farklı, renkli ve karakteristik kapağa sahip olduğumuz için çok şanslıyız bence.  

Ayrıca yerel folk müziğin de fazlasıyla içindesin. Diğer projelerinde de ilham aldığını biliyorum. Bu müziğe duyduğun ilgi nasıl başladı? Amerikan tınılarıyla birleştirmeye nasıl başladın?

Büyük annem profesyonel şamisen icracısı bir Geisha’ydı, müzisyendi. O müziği çok umursamazdım ama kanıma işlemişti. Okinawa müziğine ve başka yöresel geleneksel müziklere dikkat kesilmeye başladığımda, gerçekten keyif alabildiğimi fark ettim. Siyah Amerikan müziğine âşık olduğum için, uzun yıllar Japonya’dan aldığım ilhamı reddetmiştim bir anlamda. Reggae bu anlamda önemli bir ipucuydu. Rock müzik gibi ama güçlü Jamaika aksanı var ve benzersiz duyuluyor. Bob Marley asla bir Amerikalı ya da Britanyalı gibi söylemiyordu. Bu yüzden reggae müzisyenlerine kendileri gibi tınladıkları için gerçekten saygı duyuyordum. Bu bana “Peki ya biz?” diye düşünmek konusunda ilham ve cesaret verdi. Türkiye’de de benzer durumlar olduğunu tahmin ediyorum, Okay Temiz gibileri için mesela. 1970’lerde caz ve geleneksel Türkiye müziğini harmanlayan çok insan olmuştur, doğru mu?

Evet. Caz ve rock da tabii. Geleneksel Türkçe şarkıları Batı enstrümanlarıyla çalarak.

1970’ler bizim jenerasyonumuz için kendi modern müziğini bulma zamanıydı. Şanslıyım ki Okinawa’ya gittiğimde “Haisai Ojisan isimli şarkıyı duymuştum. Okinawa’da bir efsaneydi, zamanının en büyük yerel hitlerinden biriydi ama Japonya’da bilinmiyordu. O zamanlar Okinawa, ABD işgalindeydi ve girmek için pasaporta ihtiyacınız vardı. Ben bu süreç sona erdiğinde orada bir adaya gitmiştim ve bir otobüste şarkının çaldığını duymuştum. Koltuğumdan ayağa kalktım ve şoföre “Bu müzik nedir?” diye sordum. Bas ve davulun da olduğu geleneksel bir müzikti, neydi bu! Bunun herhangi bir yerel şarkı olduğunu söyledi ama kesinlikle öyle değildi. Birçok uyaranı bir araya getiren bir karışım gibiydi. Melodiyi aklımda tutmaya çalışarak Naha’ya, büyük şehre döndüm ve bir arkadaşıma adada çılgın bir şarkı duyduğumu söyleyerek mırıldanmaya başladım. Bunun birkaç yıl önce hit olduğunu ve belki bazı plak dükkânlarında hâlâ birkaç kopyası kalmış olabileceğini söyledi. Şehir merkezindeki bir dükkâna koştum. İki ya da üç 45’lik vardı, hepsini aldım. Birini Haruomi Hosono’ya hediye ettim ve o da bayıldı. Bir tür tropik, egzotik müzik yapma fikri vardı. Yani “Haisai Ojisan”, Japonya’daki modern egzotik pop müziğinin temelini atan şarkı oldu, sonra Yellow Magic Orchestra’nın ortaya çıkmasına vesile oldu.

Plak sende duruyor mu hâlâ?

Hayır, yandı. Eski evimi birine kiralamıştım ve ev yandı. Tüm orijinal bant rulolarını ve plak koleksiyonumu kaybettim. Onları çok özlüyorum. Eğer geri gidebilecek olsaydım o 45’liği ve James Booker’la New Orleans’la çektirdiğimiz fotoğrafı bulmak isterdim. Onu bir Mardi Gras partisinde görmüştüm. O kadar çılgındı ki onu yakalayabilmek bile çok zordu. İnsanlar ona saygı duyardı ama çok çok çılgındı. Düzgün konserler çalma şansı olmuyordu ama Toulouse Theatre isimli bir sinema salonunda çalacağını duymuştum. Bir bilete bile tabi olmadan, filmler arasında çalıyordu, çok fazla turistin ilgisini de çekmiyordu. İçki ve uyuşturucu problemleri yüzünden kulüplerden kovulduğu için bunu yapıyordu. Onu bulup, bu gezegen için bir hazine olduğunu söyledim. Hemen şakalar yapmaya, delice şeyler söyleme başladı. Çok eğlenceli biri ve gerçek bir dehaydı. Charlie Parker’la birlikte bir müzik tanrısı olmaya en yakın varlık oydu muhtemelen.

Sketches of Myahk

Yerel müziğe olan merakından bahsediyorduk. Sketches of Myahk belgeselini ve projesini de sormak isterim sana.

Adada myakh deniyor ama Japoncada buna miyako diyoruz. “Merkez” anlamına geliyor. Ekiden Japonya’nın merkezinin eskiden Kyoto ama artık Tokyo olması gibi. Miyako isimli bir ada da var, derin bir anlama ya da bir şeylerin kozmik anlamda merkezi olmak gibi ruhani bir duruma sahip. Miyako isminin derin felsefesine dayanan, büyük bir fikir, varoluşun merkezi. Adalılar kendilerine myahk dedikleri için ben de bizimki yerine onların telaffuzunu kullanmak istedim. Artık daha da yaygın kullanılıyor.

Bunun artık var olmayan bir tür geleneksel müzik olduğunu anlattığını hatırlıyorum.

Evet, 12-13 yıl önce hâlâ var olduğunu tahmin etmezdim. Gitmek için özel bir nedenim yoktu ama antik Japonya’ya dair bir parça ya da bir koku bulmak için adanın iyi bir seçenek olduğunu hissetmiştim. Herhangi bir bilgiye sahip olmadan oraya gittim ve insanlarla konuşmaya başladım. Bir gün, 50 yaşın üstündeki kadınların beyaz kimonolar giyerek geceleri birlikte şarkı söylediklerini öğrendim. Bunu tanrıyla konuşmak için yapıyorlardı. Hâlâ devam etmelerine şaşırmıştım. Bu tür seremoni ritüellerinin 1970’lerin ortalarına dek Okinawa’da da olduğunu biliyordum ama Miyako’nun da benzer bir geleneğe sahip olduğundan haberim yoktu. Yalnızca birkaç köyde devam ediyordu. En yaşlılarından biri olan, oldukça cesur 93-94 yaşlarında bir kadınla konuştum. Bildiğimiz toplum yaşantısıyla ilişiği çoktan kesilmişti. 50’li yaşlarında bu yaşama geçiyorlar. Herhangi bir başvuru şekliyle de olmuyor, “tanrının kadını” olarak seçilmek için belli yollar var. Eğer filmi izlediysen nasıl hissettikleri, nasıl durduklarını anlayabilirsin. Seçileceklerini zaten biliyor oluyorlar. Bir kadın, “Bu geleneğin biteceğini ve bu kültürü devam ettirecek kimse kalmayacağını biliyordum. Eğer sen bir Japon erkeği olarak bu şarkıları kaydetmek ve saklamak istiyorsan, bunu senin için yapacağım” dedi. 

Şarkı söyleyen birçok kadınla tanıştım ama bu bir tabu olduğu için korkuyorlardı aynı zamanda. Bu müzik tanrı için, cennet için icra ediliyor; dinleyiciler için değil. Parti şarkıları değiller; kutsal şarkılar. Gerçekten dinlemek istiyordum. Nihayetinde köydeki bir çocuk yuvasını kiraladılar ve ben de orada şarkılarını kaydetmeye başladım. En genç şarkıcı 88 yaşındaydı, iki kişi 90’ın üstündeydi. Akşam hava karardığında başladılar ve altı saat boyunca kayıt yaptım. Bir sürü şarkı kaydettik ve bir plak şirketi bunları küresel müzik etiketiyle yayımladı. Amazon’da CD’sini alabileceğin bir şeye dönüştü. Daha genç jenerasyonlar bunu gördü ve “Bizden öncekiler bunu yapabildiyse belki biz de yaparız” diye düşünmeye başladı.

Daha sonra bir büyük rastlantı daha yaşandı. Küçük bir adadaki bir balıkçıda, “Bu tür şarkılar söyleyen insanları tanıyor musunuz?” diye soruyordum. Garsonlardan biri, bir arkadaşının annesinin eskiden bir rahibe olduğunu söyledi; ertesi gün evlerinde kayıt yapıyordum. Bana köydeki bazı yaşlı kadınların bir CD yaptığını bildiğini söylemişti. Yani olaydan haberdarlardı ve biz de rahatlamıştık bu sebeple. Aynısını onlarla yaptık, bu da ikinci albüm oldu.

İki sene boyunca Myakh adası Miyake-jima’ya gidip geldim ve araştırmaya devam ettim. CD’nin stereo sesi, insanların nasıl bir atmosferde kayıt yaptığımızı anlaması için yeterli değildi. Bu sebeple bir film yönetmeniyle süreci belgelemeye karar verdim. İlgisini çekeceğini düşündüğüm birini tanıyordum ama ilk başta çok hevesli değildi. Miyake-jima’dan spiritüel şarkıların çalınacağı üç günlük bir konser serisi düzenledim Tokyo’da. Yaşları 60-90 arasında değişen, bazıları doktorlar eşliğinde seyahat eden 20’den fazla şarkıcı vardı. Üç günün de tüm biletleri satıldı. Ardından yönetmen de adaya gidip filmi çekmeye karar verdi, çünkü bir şey onu itmişti artık. Bunun ne kadar ciddi olduğunu anlamıştı. Bir tür işaret gibiydi, çünkü bu kadınlar spiritüel şarkılarını ilk kez adanın dışında, Tokyo’da söyleyerek bir tabuyu kırmışlardı. Çok çok özel bir konserdi. Herkes aynı şeyi söylüyor.

İkinci konserden sonra, aydınlık bir yaz akşamüstü saat 18.00’de dinleyicilerin üstünde koca bir gökkuşağı belirmişti. Kimse neden ve nasıl olduğunu bilmiyor ama adaları çok kurak olduğu için söylenen bir yağmur ilahisini söylediklerini hatırlıyorum. Kimse fark etmemişti ama çok kısa bir süreliğine de olsa gerçekten yağmur yağmıştı. Büyük bir kutlama gibiydi.

Sunset Gang

Bugünlerde ne üzerine çalışıyorsun? Sunset Gang albümlerinden sonra sırada neler var?

Rallizes, çünkü bu yıl reissue serisi başlıyor. İlk resmî Rallizes yayını Oz Days Live albümünün bir kısmıydı. Mekân kapanınca bunu çift albüm yapıp orada çalan diğer gruplardan da kayıtlar eklediler. Sunset Gang orada başlamıştı. Maalesef oradan bir Sunset kaydımız yok, sadece benim kayıt gününde bas çaldığım bir Rallizes seansı var. Dinleyici olmadan üç saat boyunca kayıt yapmıştık ve bunu unutmuştum tamamen. Kayıtları dinlemeye oturduğumda sadece 25 dakikalık iki yüz vardı. Bir sürü farklı şarkı ve alternatif versiyonlar kaydetmiştik oysa. Oz’un işletmecisinden bana tüm kayıt rulosunu göndermesini istedim. 50 yıllık bantlar genellikle pek işe yaramaz, bazen makineyi bile bozarlar. Ama bu bir mucize gibiydi, sıkıntısız çalıştı. Her şeyi ProTools’a aktardım ve remasteringe başladım. Kayıtlar pek iyi olmadığı için hiç kolay bir iş değildi. Profesyonel ekipmanlarla yapılmamış bir kayıt ve hiç mastering yapılmamıştı. 50 dolarlık Sony mikrofonlardan yedi-sekiz tane alabilecek kadar paraları vardı. Çok basit bir miks masası kiralanmıştı, EQ bile yoktu. Ama Mizutani akıllı biriydi, kulübü o gün için kapatmalarını istemişti. Böylece istediğimiz şeyi istediğimiz kadar uzun sürede yapabiliyorduk. Neyse, modern tekniklerle ve vintage analog ekipmanlarımla iyi duyulacak bir seviyeye getirebiliyorum. Bambaşka bir zamanda yapılmıştı bu kayıtlar. Sanırım cilalamak için biraz fazla zaman harcadım ama artık bitmek üzere.

Yani bu akşam, sohbetimiz biter bitmez stüdyoya dönüp remastering’e devam mı edeceksin?

Evet. Ayrıca büyük bir plak şirketiyle bir şeyler daha hazırlamam gerekiyor ama bu gerçek olacak mı, emin değilim. Çünkü sürekli bana “şunu şöyle yap, bunu böyle yap” diyorlar. Böyle olunca ben de projeleri ardımda bırakıyorum, böyle biriyim. Yine de bunun için heyecanlıyım çünkü geçmiş projelerden duyulmamış bazı şarkılarım var. Mesela küresel müzikle ilgili bir kitap yayımladım ve ona eşlikçi bir CD hazırlamıştım. Genellikle kitapları okuyan kişiler şarkıyı dinlemiyor. Kitap iyi sattı ama müzik ayrı. Uzun zaman önce PlayStation için müzik bestelemiştim. Bunu ancak Debbie Harry’ye vokal yaptırmayı başarabilirlerse yapacağımı söylemiştim en baştan. Onlar da Debbie Harry’yi gerçekten ayarlayabildiler. Yani bir PlayStation oyunu için bir beste yaptım, Debbie Harry sözlerini yazdı ve şarkıyı söyledi. Ama çok fazla insan bunu dinlemedi. Çılgınca, değil mi?

Ama endüstri standartları gereği, oyun müziklerinin hakları oyun şirketlerinde kalıyor. Bu garip bir şey. Müzik bir anlamda ikincil durumda. Amacın müzik yapmak değil de oyuna yardım etmek gibi. Debbie bunu anlamıştı ve muhtemelen söz yazmak ve bir şarkı kaydetmek için iyi bir meblağ almıştı. Onunla ilk olarak 1988’de tanışmıştım. Jamaika ve New York arasında bütün ana bantlarımı kaybetmiştim, çok zor zamanlardı. Gramercy Park Hotel’deyken odamın kapısını Chris (Stein) ve Debbie çaldı. Ellerinde kıyafetleriyle dolu plastik çöp torbalarıyla, tam New York stili. Bir süperstarla tanışmak için ne kadar ilginç bir yol, değil mi! Fotoğrafçı Bob Gruen onlara yaşadığım problemden bahsetmiş, benimle ilgilenmeye gelmişlerdi.

Kaybolan kayıtların hikâyesi de şöyle: Uçağımızın Miami’den kalktıktan kısa bir süre Bermuda Üçgeni’ne acil iniş yapması gerekti. Bir sızıntı olduğu anonsu yapılmıştı, sanıyorum bu esnada uçağı hafifletmek için bagajların bir kısmını attılar. Beyaz balinalar gördüğümü hatırlıyorum. Bermuda Üçgeni’ndeyiz, köpek balıkları, uzaylılar; her şey olabilir. Uçaktayken vasiyetimi yazmaya başladım, Toshiba EMI’ya “Lütfen bu kayıt rulolarını bulun ve bunu miksleyin” diye seslendim. Biz kurtulmuştuk ama kayıtlar kaybolmuştu. Normalde böyle yapmam, kayıtları yanımda uçağa alırım. O gün ilk gut atağımı yaşamıştım, muhtemelen çok hızlı yemek yediğim için ürik asit seviyesi fırladı. Belki de birisi bana büyü yaptı diye düşündüm, yeterince iyi ödeme yapmadığım bir müzisyen var mı diye düşündüm. Bu ilk kez ana bantları check-in’de verişimdi ve sonrasında bunlar yaşandı. Sanki çocuğun savaşa gitmiş ve hiç geri dönmemiş gibi bir acıyla hatırlıyorum.

Röportaj: J. Hakan Dedeoğlu

Deşifre: Elif Öz