Yaşamın bir tarifi var mı?: Mariana Çukuru
Yazı: Esin Çalışkan
“Yakınlık ve uzaklık; hayatımın en büyük gizemi, her zaman uğraştığım ama asla ortayı bulamadığım bir şey. Bu neden böyle? Hiçbir fikrim yok.”
Yan Pasaj Yayınevi’nin nisan ayında Türkçeye kazandırdığı Mariana Çukuru, yazarı Jasmin Schreiber’ın ilk romanı. Aynı zamanda biyolog olan ve bu izi kitabına işlemekle kalmayıp her türlü canlı organizmaya duyduğu sevgiyi renkli tuvaller hâline getiren Schreiber; hayatında en sevdiği oyun arkadaşını kaybeden Paula karakteriyle kaybın derinlerine iniyor.
Ne hakkında, hikâye ne?
Hiç şüphesiz bir yas hikâyesinin içindeyiz, yani hâli olmayan kitaba hiç girişmesin derim. Yazar, anlatının iki çatısını oluşturan Paula ve Helmut’un çıkmak durumunda kaldığı yolculuğa ve başlarına gelecek olaylara doğru hızlı bir rota çizerken okuyanı âdeta vurup vurup duvara atıyor. Biri partnerini öteki de kardeşini kaybetmiş, farklı jenerasyonlara ait bu iki yaralı insan hayatta kalmanın bir yolunu nasıl bulduklarını kendileri de bilmezken, geride kalanı “yeni hayatın” olarak kabul etmenin acısını paylaşıyor.
Zaman dilimi ve mekân
Çoğunlukla bir karavanın içindeyiz, varılacak yerin çok bir önemi yok. Yine de hikâye yol sırasında öyle bir yön değiştiriyor ki dağlar, bayırlar, köyler, dereler derken gerçekte nerede olduğunuzu idrak için uçurumun kıyısındaki bir evin içinde bağdaş kurup, baba ocağına dönen karakterinizin adımlarını takip etmeniz gerekiyor.
Kitaba dair en çok neyi sevdin?
Galiba en çok sevdiğim şey, aynı zamanda canımı en çok sıkan şey. Jasmin Schreiber, yas üzerine düşünürken hayatının bir döneminde, hemen herkes gibi bu duygunun içinde kavrulduğunu kelimeleriyle belli eden yazarlardan olsa da zamanın insana aynı anda ne denli büyüleyici ve zalimce geldiğini biliyor. Bu gerçeği kabul ediyor ve kolaylıkla safi acıya dönüşebilecek satırlardan neşe hüzmeleri yaratıyor.
En az neyi sevdin?
Bunca duygunun, üç rengi karıştırınca yepyeni bir renk veren boyalar gibi bir araya getirince farklı bir duyguya dönüşmesi karşısında elimizden hiçbir şey gelmemesi sizce de çok kötü değil mi? İnsanlığın bug’ı gibi bir şey.
Yazıma dair neler söyleyebilirsin?
Kitabın dili çok akıcı. Sanki metnin dili ya da hikâye kurgusu üzerine çalışmak için önce bir seçimde bulunmuş ama sonra zaten tüm yollar buraya varmış gibi hissettiren derinlikli ve içten bir anlatımı var yazarın. Bence bu tercih, kitabın duygu dünyasını en çok destekleyen şey.
Kısa sürede sürüklenerek mi okudun? Yoksa biraz sürünerek mi?
Yasla ilgilenen kitapları ya sürünerek ya da sahiden sürüklenerek okumak gibi iki uçta gezinirim genelde. Hemen bitirmek bazen shot atmak gibi gelir, çoğunlukla yanlış zamanda yanlış tercihtir. Ama Mariana Çukuru için böyle olmadı, her şeyin yolunda gittiği bir-iki gecede sakince bitti.
Çok etkilendiğin / dönüp tekrar okuduğun bölüm(ler) oldu mu?
Kitabın son bölümlerini, Paula’nın Helmut’un köpeğiyle ilgilenirken kendi başına çıktığı turların olduğu kısımları ve finaldeki mektubu ara ara dönerek tekrar okudum. Özellikle bir an var ki sadece karakterinin değil sizin zihninizde de bazı kapıları açacak kadar güçlü bir içe bakışla tüm kırgınlıklarımızı kapatıyor sanki.
Kitap, modunu nasıl etkiledi?
Bir ara epeyce kötü hissettim çünkü hayattaki en iyi oyun arkadaşım, bir süredir benden uzakta olduğu için yaşadığım benzer kaygılar beni darmaduman etti. Sonra biraz nefes aldım, kitabın kimsenin yanında daima yer almanın mümkün olmadığını bana hatırlatan yanına sırtımı yasladım ve puslu bakışlarım tekrar berraklaştı.
Kitabın ismi hakkında ne düşünüyorsun?
Kitabın bölümleri bu çukurun yüksekliğinin gittikçe azaldığı sayılarla aktığı için zaten tüm yapı ismin üzerine kurulmuş. Karavanın ne kadar yol aldığını tam olarak bilmesek de onu aynı zamanda azalan kilometre taşları gibi düşünmek de mümkün. Akış, daha ağır bir tondan giderek hafifliyor; bu anlamda da her şey birbirine oturuyor.
Bu kitabı seven şunları da sever
Tüylü Bir Şeydir Şu Yas ile birlikte bir yas günlüğünü deşifre eden Carl’ın Kitabı ve şairane bir dille yazan Deboray Levy’nin Eve Yüzerken’i.