Afete dirençli kentlere ulaşmak için neler yapılmalı?

Röportaj: Biçem Kaya

17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremleri sonrasında Düzce’deki yıkımın ardından doğan konut krizine yönelik bir hak mücadelesi olan Düzce Umut Evleri, 20 yılı aşkın bir süreci kapsayan ve afet sonrası yıkılan bölgeler için emsal oluşturan oldukça önemli bir dayanışma örneği. Nitekim 2017’de Dünya Konut Ödülleri’nin (World Habitat Awards) 10 finalistinden biri olmuştu. 6 Şubat depremlerinin ardından yapılması gerekenleri konuşmak üzere Düzce Umut Atölyesi’nin dayanışma enerjisiyle kurulduğu 2016’dan bu yana kentsel ve kırsal mekânda daha adil, ekolojik ve demokratik süreçlerin geliştirilmesi için çalışan Mekanda Adalet Derneği’nin kapısını çaldık.

Sinem Boyacı, Sena Nur Gölcük ve Tansu Toprak ile afete dirençli kentlere ulaşmak için alınması gereken sorumluluklar, katılımcı mekanizmaların faydaları, depremin politikası, 6306 sayılı kanunun yol açtığı rant odaklı dönüşümün yörüngesi ve dahasına dair sorular sorduk.

Öncelikle MAD’ın dinamikleri ve motivasyonlarını da biraz daha detaylı açarak Düzce Umut Evleri sürecine nasıl dâhil olduğundan başlayabilir miyiz? 

Sinem Boyacı: MAD ile Düzce Umut Evleri ilişkisini netleştirmek adına sürece dair çok özet bilgi vereceğim. Kiracı depremzedeler tarafından kurulan Düzceli Kiracı Evsiz Depremzedeler Konut Kooperatifi, 15 senelik hukuki mücadele sonunda 2012 senesinde arsa tahsisine hak kazandı; arsanın ilk taksitini de 2014 senesinde ödedi. Depremzedeler ile kooperatifleşme ve hukuki mücadele sürecinde sürekli temas hâlinde olan 1Umut Derneği tarafından 2014 senesinin sonlarına doğru açık çağrı yapıldı. Herhangi bir mesleki gruba değildi bu çağrı. Düzceli depremzedelerin o zamana kadar olan mücadelesi anlatıldı ve sonraki aşama olan tasarım ve uygulama için katkı sağlayabileceğine inanan herkes atölye çalışmalarına davet edildi. Bu çağrıya cevap veren gönüllülerin -bunların içerisinde mimarlar, şehir plancıları, gazeteciler, sosyologlar, avukatlar, mühendisler gibi çok farklı disiplinden insanlar bulunuyordu- bir araya gelmesiyle 2015 senesinin başlarında Düzce Umut Atölyesi kuruldu.

Mekanda Adalet Derneği ise Haziran 2016’da kuruldu. MAD’ın kurucu üyelerinden bazıları aynı zamanda Düzce Umut Atölyesi’nde de gönüllüydü. Ancak MAD bünyesinde bu atölye ile hiç ilişkilenmemiş üyelerimiz, çalışanlarımız ve kurucularımız da var. Bireysel olarak atölyeye katılanlarımızdan birkaçımız daha da kalabalık bir grup hâline geldik ve Mekanda Adalet Derneği’ni kurduk. Elbette ki atölye sürecindeki dayanışmanın enerjisi ve birikimi MAD’ın kuruluşuna etki etti. Ancak Düzce Umut Atölyesi, MAD’ın da kadrosunda yer alan insanlardan çok daha geniş ve kalabalık bir grubu ifade ediyor. Biz de Mekanda Adalet Derneği olarak Düzce Umut Evleri dayanışmasını ve projesini duyurmaya, örnek göstermeye devam ediyoruz. 

Düzce Umut Evleri’nin hikâyesi çok beğenilmiş olacak ki bir istisna olarak ilk defa tamamlanmamış bir proje WHA finalisti olmaya hak kazandı. 20 seneyi aşkın sürenin 15 senesi depremzedelerin hukuki mücadelesi ile geçiyor. Kiracı depremzedeler eşit yurttaşlık hakkı talep ediyor. Madem ki konut edinemiyorlar, o zaman devletten 775 No’lu Gecekondu Kanunu’na istinaden kendi konutlarını inşa edebilecekleri sübvanse edilmiş arsa satın almak istiyorlar. Farklı biçimlerde mücadeleye başlıyorlar, 2003 senesinde kooperatifleşiyorlar ve sonunda arsa tahsisine hak kazanıyorlar. Bu kazanım sonrasında da atölye süreci başlıyor. Benim için de bütün sürecin en anlamlı kısmı, bu 15 senelik muazzam inat ve dayanışma süreci. 

Düzce Umut Atölyesi çalışmaları dâhilinde üretilen maket. Kaynak: duzceumutatolyesi.wordpress.com

Düzce Umut Evleri, depremzedelerin, akademisyenlerin, öğrencilerin, şehir plancılarının ve mimarların ortak çalışmasıyla ilerleyen özel bir proje üretim sürecini ortaya koydu. Hem bu süreçten hem de açık şantiye fikrinden biraz daha detaylı bahsedebilir misiniz? Ne gibi deneyimler kazanıldı?

Sinem Boyacı: Elimizde konut ve mahalle üretim sürecine dair böyle bir örnek yoktu. O yüzden sürecin kendisini de kurgulamamız gerekti. Atölye kurulmadan önce, arsa tahsis süreci devam ederken kooperatif üyeleri ile anketler yaptık ve onlardan hayallerindeki evleri çizmelerini istedik. Elimizdeki ilk veriler bunlardı. Arsa tahsisinden sonra atölyeyi kurduğumuzda biz de elimizdeki verileri arsaya uyarlamaya çalışmakla birlikte hem süreci hem konutları hem de mahalleyi tasarlamaya başladık. Aslında buradaki temel motivasyonumuz, kullanıcılardan gelen fikirlerin uygulanabilir olup olmadığını onlara doğrudan söylemek yerine bunu bizzat kendilerine deneyimletebilmekti. Deprem sonrası haklı olarak çok katlı apartmanlar yerine 1-2 katlı binalarda yaşamak istiyorlardı. Ancak bu, arsa alanına ve üzerine inşa edilmesi gereken konut sayısına baktığımızda mümkün olmuyordu. Bu yüzden arsanın maketini yaptık ve bir oyunla istedikleri kat yüksekliğine sahip blokları arsaya yerleştirmelerini istedik. Bunun mümkün olmadığını kendileri deneyimlediğinde alternatif fikirleri yine hep birlikte düşündük. Genel sürecimiz projenin her aşamasında bu şekilde ilerledi. 

Burada konut projesi yapıyor olmamız da büyük bir avantajdı tabii. Nasıl bir konut? Nasıl bir ev? Nasıl bir mahalle? sorularını sorduğumuzda buna dair herkesin kafasından geçen fikirler var. Bir müzeyi katılımcı şekilde tasarlamaya çalışsak sorularımıza muhtemelen bu kadar net cevaplar alamazdık. Ancak depremzedelerin de kendi fikirlerini beyan edebilmesi çok kolay olmadı. Herkesi tartışmalara eşit oranda dâhil edebilmek adına odak gruplar oluşturduk ve sorduğumuz sorulara her yaş ve cinsiyetten herkesin cevap verebilmesini sağladık. Burada karşılıklı olarak doğru ilişkileri kurabilmiş olmak da önemli bir kriterdi. Süreç içerisinde üyeler birbirleri ile konuşmayı, düşünmeyi ve üretmeyi deneyimledi, bizler de soruları nasıl sormamız gerektiğini ve gelen cevapları projeye uygulama pratiklerini deneyimledik. 

Düzce Umut Atölyesi’nden Saha Çalışması. Kaynak: duzceumutatolyesi.wordpress.com

Proje ruhsatı alındıktan sonra bu süreci şantiye aşamasında da devam ettirdik. Kooperatife üye olma gerekliliklerinden biri de şantiyede bilfiil çalışmaktı. Burada sadece inşai işlerde çalışmak anlaşılmasın. Şantiyede yemek yapmak, bostan olarak belirlediğimiz alanlarda ekim yapmak, malzeme tedariğine yardımcı olmak gibi işler dâhil her iş yine birlikte yapıldı şantiyede. Ayrıca açık şantiye çağrıları yaptık ve gönüllü kişiler ile şantiye ziyaretleri düzenleyip ihtiyaçları karşılamaya çalıştık ve oradaki işlerde biz de bizzat çalıştık. 

Sürecin tüm aşamasına dâhil olmak, süreçte diğer kullanıcılar ile sürekli temas hâlinde olmak depremzedelerin hem projeyi daha çok benimsemelerini ve sahiplenmelerini sağladı hem de komşuluk ilişkilerini daha orada yaşamaya başlamadan önce geliştirmelerini imkânlı kıldı. Bir mücadeleye inanmak ve arsanın tahsisinden konutların tamamlanmasına kadar geçen sürede bu mücadeleyi sürdürmek tahmin edersiniz ki hiç kolay değil. Böyle bir mücadele sonunda elde edilen konutlar da şüphesiz sahipleri için para ile satın alınan bir konuttan çok daha fazlasını ifade ediyor.

Kendi adıma da şunları söyleyebilirim; ülkemizde yürütülen genel geçer inşaat süreçlerinin aslında tek seçenek olmadığını gösteren bir pratiği hayata geçirdik. Burada herhangi bir mimarlık ofisinde veya inşaat firmasında toplu konut projesi çalışırken, aslında kullanıcısından hiçbir şekilde haberdar olmadığınız bir süreci yürütüyor oluyoruz. Aklımızda kabaca bir hedef kullanıcı kitlesi oluyor ve onun öngörülen ihtiyaçlarına göre bir proje ortaya çıkarıyoruz. Hatta bu süreçte aslında öncelikli amaç, ne yazık ki ihtiyaçları karşılamaktan çok, verilen emsali sonuna kadar kullanmak oluyor. Düzce Umut Evleri süreci zaten en başında bu noktada hâlihazırdaki toplu konut süreçlerinden ayrılıyor. Biz bu projenin kullanıcılarını biliyorduk. Önceliğimiz de bu kullanıcıların ihtiyaç ve taleplerini olabildiğince karşılayan bir proje tasarlamaktı. Hatta sadece konutları da değil; verilen arsayı bir mahalle olarak düşünüp aslında bir yaşam alanı tasarladık. Böyle olunca da kendiliğinden çok daha farklı dinamiklere sahip bir süreç ortaya çıktı.

Bunu sürecin bir de işçi sağlığı ve iş güvenliği boyutu var. Değişen kanunlar sonucu kontrolsüzleşen inşaat sektöründe her sene birçok işçi ya kalıcı meslek hastalığına yakalanıyor ya da iş cinayetinde hayatını kaybediyor. Düzce Umut Evleri’nin inşa sürecinde güvenlik tedbirlerine büyük önem verildi ki bunu sağlayabilmek hiç de zor değil. Kullanıcılarının öz sermayesi ile ilerleyen inşaat sürecinde işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınabiliyorsa, her yerde dev reklamlarını gördüğümüz -eskiden dar gelirlinin erişemediği diye nitelediğimiz ancak şu anda çoğu insan için satın alınabilmesi neredeyse imkansız olan- ‘’prestijli’’ konut projelerinin bu önlemler doğrultusunda ilerletilmesinin önünde hiçbir engel yok. Bunu sadece istemek yeterli.

6 Şubat Kahramanmaraş merkezli depremler sonrasında yaşananlar geçmişteki acı deneyimlerin ve başarısız süreç yönetimlerinin bir devamı olarak ilerliyor. Yöneticilerin tepeden inme vaatleri, yıkılan binaların yerine bir sonraki felakette yıkılması olası yeni binaları hızla inşa etmenin ötesine geçemiyor.

Düzce Umut Evleri aslında tam da bu noktada, tepeden inme vaatlere karşı, dayanışarak ve direnerek birlikte ayağa kalkma konusunda çok önemli dersler içeren, mülkiyet konusunun da ötesine ulaşan sosyal ve sürdürülebilir bir örnek. Sizce Umut Evleri’nden hem 6 Şubat depremleri hem de gelecekteki felaketler adına ne gibi dersler çıkarabiliriz? Umut Evleri nasıl bir iyileşme süreci tanımladı bizlere?

Sinem Boyacı: Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum. 6 Şubat depremleri ile yaşadığımız yıkımla Düzce depremi ile yaşanan yıkım arasında çok ciddi bir ölçek farkı var. Bu fark sadece depremin etki ettiği alan bağlamında da değil. Yıkımın fiziksel, mekânsal ve psikolojik deformasyonu çok daha fazla. Burada yok olan şehirler, tarih ve kentsel bellek ile karşı karşıyayız. Bu gerçekten bölgeye gidip sokaklarda yürümeye çalıştığınızda deneyimleyebildiğiniz bir olgu. Toz içerisindeki şehirdeki tek insan faaliyetinin enkaz kaldırma çalışmaları olduğunu gördüğünüzde, sokaklara ve yollara devrilen binaları gördüğünüzde, sokaklarda jandarma aracı ve vinç dışında bir taşıt göremediğinizde, ağır hasarlı mahallelere elektrik verilmediğine akşam karanlığında korku filminden bir sahnenin içindeymiş gibi o mahallelerden geçerken şahit olduğunuzda, bazı sokaklarda enkazlardan dolayı yaya olarak bile yürüyemediğinizde, o şehirde biten hayat suratınıza çok acı bir şekilde çarpıyor. Bunun yarattığı tahribatın ölçeğini tarif edemiyorum. O yüzden burada yapılması gereken çok daha fazla iş var. Bunun altından ne devlet tek başına kalkabilir, ne de sivil inisiyatifler bunu çözebilir. Her çaba kesinlikle çok kıymetli. Ancak karşımızdaki yıkım da hiçbirimizin öngörmemiş olduğu bir boyutta. Düzce Umut Evleri’nin arsa tahsisine kadarki kooperatifleşme ve hukuki mücadele süreçleri burada da bir ışık olabilir tabii. Sorunların çok az bir kısmına hitap edebilecek olsa da ilk soruda belirttiğim o inat ve dayanışma süreci, projenin başarısındaki en temel unsur bence. Burada da aynı irade ile talepleri dile getirmekten, sivil girişimlere devam etmekten vazgeçmemek gerektiğini düşünüyorum.

Çıkarılacak dersler konusunun muhatabı da burada kanun koyucular aslında. Meslek odalarının imza ve denetim yetkilerinin kaldırılması, yapı denetiminin tamamen şirketleşmesi, 2018 senesinde yürürlüğe giren kapsamlı imar affı sonucunda şu an tamamen sorunlu hâle getirilen denetimsiz, şirketlerin insafına kalmış inşaat ve yapı izin süreçlerleri yürütülüyor. Tek çözüm, bu süreçlerin değiştirilmesi, doğa ile inatlaşılmaması ve bilime inanmaktan vazgeçilmemesi.

Son yıllarda, özellikle iklim kriziyle birlikte daha fazla tartışmaya açılan küresel boyutta bir problem var karşımızda. Eşitsizlikler üzerine kurulu mevcut sistemin, herhangi bir felakette bu eşitsizlikleri yeni baştan tanımlayabilmesi, yeni eşitsizlikler üretebilmesi problemi. Doğal afetlerin neden politik meseleler olduğunun da kanıtını sunuyor aslında. Yıkımları, ulaşmayan yardımları, yönetilmeyen süreçleri her afette yeniden ve yeniden konuşur olduğumuz bugünlerde bu gibi felaketlerin politik meseleler oluşunun altını siz nasıl çizersiniz?

Sena Nur Gölcük: Etnik ve cinsel kimliğin, farklılaşan fiziksel ve zihinsel ihtiyaçların, yaşanılan konutun, kiracılığın, ev sahipliğinin, kazanılan paranın ve hatta bir mekânda var olmanın bile politik olduğu bir dönemde doğal afetlerin politik mesele hâline gelmesi kaçınılmazdı. Saydığım her odak, insan hakkı ve yaşam hakkı ile doğrudan bağlantılı. Ulusal ve uluslararası hukuk metinleriyle korunan ve doğduğumuz andan itibaren sahip olduğumuz haklar bunlar aslında. Fakat pratikte bu hakları almaya çabalayan bir toplum hâline geldik. 

Son dönemde ülkemizde yaşanan depremin ve selin yarattığı etkiye baktığımız zaman; hepsine insan yapımı konutların, yolların, altyapı plansızlığının sebep olduğunu gördük. Konut, altyapı ve yol hizmetlerinin hepsinin yapılması, uygulanması ve denetlenmesinin devlet işleyişi ve düzenine tabi olduğunu; hepsi için ayrı mevzuatların, yasal ve yönetsel mekanizmaların olduğunu biliyoruz. Bütün bu düzenlemeler için ulusal mevzuatta sorumlu kişi ve kurumlar, uygulama sürecine dair sınırlar vs. hepsi tanımlı. Bu tanımlı sorumlulukların yerine getirilmemesi, aksamaların yaşanması bu felaketlerin politik bir mesele olduğuna işaret ediyor. 

MAD bünyesindeki yayınlardan olan beyond.istanbul, Mayıs 2022 tarihinde “Mekânda Adalet ve Deprem” başlıklı 12. sayısını yayımlamıştı. Bu sayıda İzmir, Lice ve Van depremleri üzerinden “doğal afet”lerin “siyasi afet”lere nasıl dönüştüğünün altı çok net bir şekilde çiziliyor. Bu yayını da yeniden hatırlatarak MAD olarak 6 Şubat depremleri sonrasındaki ortamı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu felaket özelinde ne gibi çıkarımlarınız oldu? MAD neler üretti ve neler üzerinde çalışıyor?

Tansu Toprak: 6 Şubat depremi de ülkemizde yaşanan diğer depremler gibi siyasi bir afete dönüşmüş durumda. Daha önce Lice’de yaşanan depremde nasıl ki deprem sonrasında büyük ölçüde devlet mekanizmaları tarafından yürütülen yeniden inşa süreçleri Kürt kimliği üzerinden yaratılan siyasi söylemle adaletsiz şekilde ilerlediyse, şimdi de özellikle Hatay ölçeğinde benzer bir durum var denebilir. Bu bizi mevcut durumda siyasi otoritelerin önceliklerinin ne olduğunu sorgulamaya götürüyor. Önceliğin depremden etkilenen bölgedeki insanların acil ve çeşitlenen ihtiyaçlarının karşılanıp, temel haklarının korunması ve güvence altına alınması olduğu durumlarda devlet boyutunda; şimdiye kadar yaşanan depremlerden ders çıkarmak, depreme hazırlıklı şehirler inşa etmek, deprem sonrasındaki destekleyici mekanizmaları güçlendirmeye yönelik çalışmalar yapmak ve bunlar üzerinden üretilen bir siyasi söylemle karşılaşmak mümkün olurdu. Ancak daha önce yaşanan depremlerde de 6 Şubat depreminde de siyasal erklerin büyük ölçüde birincil önceliğinin bu olmadığını hatta bu tür durumlarda kendi siyasi çıkarları uğruna toplumsal dayanışmayı bölücü veya zayıflatıcı yönde siyasi söylem ve politika ürettiklerini görüyoruz. Ancak 6 Şubat depreminde yıkımın büyüklüğüyle de ilişkili olarak görece toplumun acil durum reflekslerinin güçlendiğini söyleyebiliriz. 

Özellikle sivil toplum, tüm kısıtlamalara rağmen deprem bölgesinde çalışmalarına devam ediyor, biz de bu kapsamda çeşitli çalışmalar yürütmekteyiz. Postane İstanbul aracılığıyla deprem bölgesinde faaliyet gösteren ve daha öncesinde iş birliği içerisinde olduğumuz sivil toplum kuruluşları ve çeşitli girişimlerle onların öncelikli ihtiyaçlarına yönelik bir dayanışmanın içerisinde yer almaktayız. Ayrıca bağlantımızın olduğu bu aktörleri uzun vadede destekleyebilmek niyetiyle bir araya geldiğimiz ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin olduğu networklerin içerisinde de yer almaktayız. MAD’ın Çevre Adaleti Programı, depremle iklim krizi arasında uzun vadeli risk algısı, politik atalet ve yıkıcı sonuçlar doğurma riski açısından önemli benzeşmeler olduğu düşüncesiyle bunların aralarındaki ilişkiyi pozitif bir anlatıyı destekleyecek şekilde incelemeye çalıştığımız bir podcast serisi üretimi için çalışıyor. MAD olarak kentsel sorunların kesişimsel boyutları ve çok yönlü etkileri her zaman odağımızda olan bir konu. 6 Şubat depremini de biraz böyle bir perspektiften ele alarak çalışmalarımıza devam ediyoruz. Depremin etkileri hâlâ devam ettiği için bazı çalışmalarımız ve çıkarımlarımız ilerleyen süreçlerde daha da netleşecek diye düşünüyorum.

2011 Van depremi sonrası, Mayıs 2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ve yapılan değişikliklerle birlikte konu afet odağından saptırıldı. Kanundaki belirsiz ifadeler, rant projelerinin inşası adına gözden çıkarılan bölgelerin yıkımını meşrulaştırmanın önünü açtı. Öte yandan, imar afları ile konut krizi ve mülkiyet sorunu daha da büyük bir hâl alırken deprem dirençli yapılaşma fikrinden de gittikçe uzaklaşıldı. 6306 sayılı kanunla gelinen noktayı İstanbul parantezinde nasıl değerlendirirsiniz?  

Sena Nur Gölcük: Kentsel dönüşüm yasası olarak bilinen 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun sadece rant odaklı projelere imkân sağladığı için problemli değil. Kanun, dönüşüm süreçlerini tepeden inme kararlarla uygulanması için oluşturulan yasal dayanak hâline geldi… Özellikle kent merkezinde, rayici yüksek yerlerde bu kararın alınması, kamusal faydanın devre dışı bırakılıp rant odaklı adımların atılmasının planlandığını gösteriyor. Bakanlık kararı ile riskli alan ilan edilen bölgelerde ve yapılarda yaşayanlar, karar ilanına göre hazırlanan projelere söz hakkı tanınmadan mahkum edilip çoğu zaman ev bulamadan tahliye riski ile karşı karşıya kalıyorlar. Yaşlılar, hastalar gibi kırılgan gruplar da var bu zorla tahliye edilenlerin arasında. 

Çoğu zaman karot numunesi alınmadan proje yüklemeleri yapılıyor afet riskli ilân edilen alanlarda. Yapının hasar durumu ve dayanıklılığı ölçülmüyor. Güvenli, afete karşı dirençli ve sağlıklı konutların çoğaltılmasında tek çıkar yol yık – yeniden yap değil. Güçlendirme seçeneği devre dışı bırakılıyor bu karar ilanıyla. Dönüşüm olunca daha fazla aktöre rant kapıları aralanıyor çünkü. Yönetmelik ve uygulamanın birbiriyle konuşmadığı durumlardan biri de bu. 

Kentsel dönüşümde ve tabii 6306’ya bağlı kararlarda katılımcı süreçlerin yürütülmesinden öte nüfus projeksiyonu olmadan, bütüncül bir plan yapılmadan yapılar konduruluyor. Bu yönetim ve uygulama şekli de kenti afete karşı dirençli hâle getirmiyor. Afete karşı dayanıklı kentler oluşturmak için yapı ve malzeme kalitesi yeterli değil çünkü. Sadece konutundan sağ salim çıkabilmeyi öngörmüyor dayanıklılık meselesi. Afet sonrası konutundan ayrıldıktan sonra planlanmış tahliye koridorlarına ihtiyaç var. O tahliye koridorlarının erişim noktası olacak olan toplanma alanlarına ihtiyaç var. Sadece 6306’nın sebep olduğu bir şey de değil bu rant projelerinin inşasının önünü açan ve kenti beton bloklara boğan. İmar mevzuatında tamamen köklü bir değişikliğe ihtiyacımız var. Eğer bu değişikliğin önü açılmazsa, kamusal fayda ön planda tutulmamaya devam edilirse bütün İstanbul dev bir Fikirtepe’ye dönüşebilir. 

15 Mart 2015 Tarihli Düzce Tasarım Atölyesi buluşmasından bir fotoğraf. Kaynak: duzceumutatolyesi.wordpress.com

Mülkiyet meselesine dair mevcut durum, kent direnişlerinin önemini bir kere daha vurgular cinsten. Rantsal dönüşümlere karşı şehir sakinlerinden yükselen seslerin, hak mücadelesinin, deprem dirençli kentler için gerekli kentsel dönüşüm projelerine karşı yükseliyormuş gibi çarpıtıldığı bir dönemden geçerken, MAD olarak kent direnişlerinin önemine yönelik neler söylemek istersiniz? Bu direnişler ve dayanışmalar, beklenen Kuzey Marmara depremine yönelik atılması gereken adımlarla ne şekilde ilintili?

Sena Nur Gölcük: Esasında bu direnişler mülkiyet meselesinden öte barınma hakkı mücadelesi. Yükselen sesler de hak taleplerinin sesleri. İnsanlar kullanım değerlerini biriktirdikleri konutlarını sağlıklı, afete dirençli konutlarla ikame etmek istiyorlar, rantla ikame etmek değil. Fakat bu talebe karşın yasal düzenlemelerle, bazen orantısız kamu gücüyle hak talepleri bastırılmaya çalışılıyor. Bu dayatmanın yansıtılma biçimi öyle bir şekillendi ki artık barınma hakkı mücadelesinde yer alan ve bu mücadeleye destek olan vatandaşlar kentsel dönüşüm karşıtı ve hatta vatan haini ilan edilir oldular. Son 20 yıldır gündemde olan kentsel dönüşüm meselesiyle direnişler de biçimlendi, mahalle direnişleri birbirlerinden etkilendi; farklı birlikler, dayanışma pratikleri oluştu. Gülsuyu ve Gülensu mahallesinde yerinde dönüşüm modeli için alternatif pilot model çalışıldı. Bugün Kanal İstanbul güzergâhında yer alan Şahintepe mahallesinde de mahalleli rant odaklı dönüşüme karşı direniyor, yerinde dönüşüm modeli için hem toplumsal hem hukuki mücadelesini veriyor. 

Bütün bu barınma hakkı mücadelelerine baktığımız zaman, mücadelede yer alanlar barışçıl toplanma ve gösteri yürüyüşü haklarını, ifade özgürlüklerini kullanıyorlar. Fakat karşı müdahaleler aynı şekilde barışçıl değil. Örneğin Tozkoparan’da evlerinden çıkmak istemeyen mahalle sakinlerine biber gazı sıkıldı, evlerinin kapıları kırılmaya çalışıldı. Okmeydanı Fetihtepe’de insanlar evlerinde yaşarken elektrikleri, suları, doğalgazları kesildi. Makineye bağlı yaşayan hastalar vardı bu mahallede; Tozkoparanda da aynı şekilde. Yaşam hakkını, konut hakkını, barınma hakkını savunanlara karşı baskı ve müdahale, şiddeti bu boyutlara ulaşıyor ne yazık ki. Taleplere kulak verilirse, ortak payda yakalanma çabası olursa ideale yakın bir yerlere varabiliriz. Yerinde dönüşüm talep ediyor insanlar. İhtiyaçlarına uygun, komşularıyla birlikte alıştıkları çevrede, sosyal yaşamları muhafaza edilen, var olan konutlarını yeniden almak zorunda olmadıkları bir dönüşüm ve finansman modeli talep ediyorlar. Kentsel dönüşümün gerekçesi olarak daha yaşanabilir konutlarda yaşam vaadi sunuluyor ancak dönüşüm süreci boyunca yine sağlıksız, güvensiz, dayanıksız evlerde yaşamaya mahkum ediliyorlar. Dönüşüm süreci boyunca depremin olmayacağının garantisi varmış gibi. Süreç yık-yap şeklinde yürütüldüğü için kentsel dönüşüm öncesi, sırası ve sonrası her sekansında enkaza dönüşüyor bu yüzden. 

Kuzey Marmara depremi koltuk altına süpürülen bir şeydi 6 Şubat depremleri öncesine kadar. Bu depremlerle 7’den 70’e herkes öldürenin afet değil, makyajlı yapılar olduğunu fark etti. 99 depremi sonrasında kâğıt üzerinde deprem yönetmeliğine uygun olduğu bilinen yapılarda oturanlar, kendilerini afet riski açısından güvende hissediyordu ancak bu yeni yapı dayanıklıdır algısı da 6 Şubat sonrasında yerle yeksan oldu. Kaygı ve korku dolu bir şekilde uyunup uyanılıyor evlerde. Herkes bu kaygı olmadan yaşamak, dönüştürmek istiyor kentini, konutunu. Ancak bu sürece girebilmeleri için kiraya çıkmaları, eş zamanlı olarak dönüşümden çıkacak artı değer meblağı karşılamaları gerekiyor. Güvensiz konutlarda yaşayanlar zaten sosyoekonomik açıdan kırılgan gruplar olduğu için bu yükün altına giremiyorlar ve dönüşüm baskıları da üzerlerine binince, direnişleri az önce bahsettiğim gündelik yaşam faaliyetlerine uygun dönüşüm ve finansman modeli talep etme üzerine şekilleniyor. Bu model de halkla birlikte yerel ve merkezi yönetimin aynı masada buluşması ile mümkün kılınabilir. Dönüşüm ve yapılaşma süreci halk ve müteahhit arasında bir uzlaşıya bırakıldığı zaman da bambaşka çıkmazlarla karşılaşıyoruz. Artan inşaat maliyetleri yüzünden yapıları tamamlayamayan, yarım bırakıp çekip giden yüklenici firmaların mağdur ettiği çok hak sahibi gördük. 

Giriş Görseli: Evsiz depremzedeler kendi kooperatiflerini kuruyor. Kaynak: duzceumutatolyesi.wordpress.com