Nasıl çıkarsa çıksın, yeter ki çıksın: Melikşah Altuntaş ve “Arkada Yaylılar Çalıyor”
Röportaj: J. Hakan Dedeoğlu - Fotoğraf: Aylin Güngör
Melikşah ile mazimiz epey eskiye, 2006’ya dayanıyor. Sonrası ancak yıllar, enfes yazılar, acayip fikirler, heyecanlar ve dostluklarla özetlenebilir. Dolayısıyla Melikşah’ın bugüne kadar yaptığı, ürettiği her şey bizim, en azından benim için bir merak ve sevgi unsuru oldu.
Melikşah’ın Holden’den yayımlanan ilk kitabı Arkada Yaylılar Çalıyor kanımca heyecan verici ve büyülü bir yolculuğun habercisi. Bir intro. Etkileyici bir girizgâh. Yaklaşmakta olan şey ise Melikşah Altuntaş’ın önümüzdeki yıllarda anlatacağı hikâyeler.

Arkada Yaylılar Çalıyor okuyucudan hiçbir şey saklamıyor, okuyacak olanlardan çekinmiyor. Hisler denizinde bir rehber gibi ilerliyor. Anlattıklarının yer yer sizi ezip geçmesini sağlıyor. Hemen ardından elini uzatıp sizi yerden kaldırmasını da biliyor. Sinema bilgisi kısa metinlerde bile çok kıvrak kurgular yapmasını sağlıyor. İnsanları güldürdüğü yılların acısını çıkarmak istercesine zarif bir hüzünle saldırıyor.
Dediğim gibi Melikşah’ın daha bize anlatacak hikâyesi çok. Daha yeni başlıyoruz ve dev bir merakla sırada ne olduğunu beklemekten başka çare yok. Bazı ipuçları almak ve Arkada Yaylılar Çalıyor’un nasıl duygularla ortaya çıktığını dinlemek üzere Melikşah’la buluştuk.
*Bu röportaj, Bant Mag. Mayıs 2024 sayısında yayımlanmıştır.

“Biraz en başlardan başlayalım çünkü sonuçta o kadar geçmişimiz de var, mazi var” diyordum ama fark ettim ki, biz önce senle değil senin yazılarınla tanışmıştık. Ve biz aslında ilk senin yazılarını sevdik. Bu baya uzun bir zaman önceydi. Hatta Uğur Bayazıt seni keşfetmiş, yazılarını bize göndermişti. Sonra Bant’ta yazmaya başladın. Ben şunu hatırlıyorum: Senin yazın geliyordu, Aylin (Güngör) ofiste baya sesli baştan sona okuyordu.
Yaaa, aman tanrım…
Ve hepimizin “Kim bu!”, “Çok iyi!” dediğimizi çok iyi hatırlıyorum.
O sırada 18 yaşında, evde böyle ecel terleri döken ben en sevdiğim dergiye yazı yazıyorum. Ben ilk bir yılı falan hiç, şey gibi hatırlıyorum: Ben bu ekibin stalker’ı mıyım yoksa bunların bir parçası mı olmak üzereyim? Yani nasıl olur? Çünkü o kadar çok seviyordum ki Bant ekibini. Orada burada, Rest Fest’te falan böyle takip ediyordum sizi. Her yerde görüyordum: Bu Aylin, bu Hakan, bu Sadi… Herkesin tiplerini de biliyordum.
Ama o dönem uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra zaten ekibin bir parçası oldun, arkadaşlık başladı…
Bant kurulduktan iki yıl sonra sanırım.
Dediğim gibi, biz ilk önce senin yazılarınla tanıştık ve baya bir zaman önceydi bu. Sen o zamanlar 17-18 yaşındaydın. Peki ondan öncesinde yazı anlamında ne vardı hayatında? Melikşah ilk ne zaman yazmaya başladı? Kreatif ya da değil, fark etmez…
Okuma yazmayı söktüğümden beri bir şeyler yazmaya başladım ben. Zaten yazı bir icat gibiydi benim için… Konuşmaktan falan daha eğlenceli çünkü kendi kurgunu yaratabiliyorsun. Tabii ki çocukken bunu bu kadar net ayıramıyordum ama öyle bir hisle yapıyormuşum. Yalan dolan ve gerçek şeyleri yan yana getirdiğin bir şey var. Konuşunca ele veriyorsun kendini ama yazarak ele vermiyorsun. Yazdığında bütün hayal ve gerçek bir arada bütün olabiliyor. Yazdığım ilk kurgusal yazılardan biri evden kaçma mektubumdu. Sürekli olarak çocukken kendime küçük dramalar yaratıp onların içinde yaşıyordum. İşte güya “Bir ikizim var benim” dönemim oldu, “Ben evlatlığım bence” dönemim oldu. Evlatlık olduğuma emindim ve evde bunu gizlice öğrendiğimi anneme açıklayan bir mektup yazıp, annemin tuvalet masasının çekmecesine koyup kaçtım evden. Anneanneme gittim bu arada evden kaçıp, berbat! 7 yaşındaydım ve kendi kendime okuma yazma öğrenmiştim. Gazetelerin, film afişlerinin altında seanslar falan yazardı ya; oradan çözmüştüm. Annem mi, babam mı, ablam mı, artık kim bana gösterdi harfleri marfleri hatırlamıyorum. Böyle deli gibi yazıyordum. Abuk sabuk, sayfalarca… Sonra annemin hatıra defteri vardı, onları okumaya başlamıştım. Hatıra defterine sanki benden bir sayfa istemiş de işte ona yazmışım gibi saçma sapan kurgusal şeyler…
Bu Beni Bu Satırlar Mahvetti’ye da getirdiğin di mi?
Evet, o. Kurgusal boyutta bir şeyler yazmaya o yaşlarda başladım. Ama ilkokulda, ortaokulda, işte kompozisyonlar, işte özel yazılar… Güzel yazı dersimiz vardı mesela. Orada kendi yazdığım bir şeyi yazıyordum ben hep. Bir yerden bakıp yazarsın ya aslında. Hep öyle bir ilgim vardı. Sonra sinema yazıları yazmaya başladım kendi kendime. Hayali içerikte yine, Cinemelik adlı fanzinimde. Sonra 80630 diye bir forum sitesi vardı. Orada sinema-televizyon sayfasına sürekli görüş bildirmeye başladım. Kimsenin sormadığı soruları cevaplandırmaya başladım, 14-15 yaşlarında. Uğur’la ve bir sürü başka arkadaşımla da o zaman tanıştım. “Bu çocuk ne ya?” falan olmuşlardı. 16-17 yaşındaydım ama kafamın içinde 20’li, 30’lu yaşlardaydım o sıralar. “Sadece lisede okumak zorundayım” gibi bir şey yaşıyordum. Sürekli sinema dergilerini okuyordum. Sinema dergisini ilk sayısından beri alıyordum, okuyordum. Çok seviyordum yani. Sinema çok ilgimi çektiği için sinema yazını da çok ilgimi çekiyordu. TRT 2’deki Beyaz Perde programını her hafta izliyordum. Orada dört tane sinema yazarı da her hafta filmleri anlatıyor. Bir yandan bir sürü çocuk klasikleri, yetişkin klasiklerine sarmıştım. Okuma, yazma, kurgusal dünyalar yaratma ve kendi dertlerini de kurgusal bir şeyle birleştirip yayımlama ya da filme çekme gibi şeyler çok ilgimi çekmeye başlamıştı. Radikal gazetesinin Genç eki vardı. İlk orada yazılarım yayımlandı. Çıldırmıştım tabii ki. Sabah 7’de YAYSAT bayisine koşup gazeteyi almıştı.
Peki neydi, nasıl bir şeydi o?
Sinema yazısıydı yine.
Ve o dönem aslında çok kurgusal şeylerin olmadı?
Aslında ortaokulda ve lisede öykü yazıyordum ben, tek sayfalık öyküler. Büyük, uzun harita metot defterleri vardır ya, kareli. Onları üç şeride bölüyordum, köşe yazısı şekli gibi. Üç şeridin içinde, arkalı önlü üç şeritte biten öyküler yazıyordum.
Bu kendine koyduğun bir challenge gibi bir şeydi galiba.
Evet, challenge gibiydi; her gün farklı bir öykü yazıyordum ve sınıfta dolanıyordu o öykü bütün gün. Cinemelik’in yanında böyle bir şey de vardı. Hatta o öyküler duruyor hâlâ evimde. Bakmaya cesaret edemiyorum ama kim bilir neler var.
Aslında paylaşma dürtüsü hep var o zamanlarda da yani.
Sürekli yazıp okutmaya çalışıyordum. Annemin arkadaşları geliyordu güne. Kadınlara zorla sinema dergimi okutuyordum. “Aa, ne güzel” deyip kurtulmaya çalışıyorlardı benden. O kadar ağızlarının içine, reaksiyonlarına bakıyordum ki hoşlarına gidiyor mu diye. Bir de insanlara zorla “Bu hafta televizyonda neler izleyebilirsiniz? Hangi filmler var? Hangi diziler var?”ı anlatıyordum. Yine okulda da tenefüslerde tahtaya yazıyordum. Hocalar gelip bakıp, sonra tahtayı sildiriyordu bana. Çok saçma.
Sinema senin hayatında çok büyük bir yer, hatta belki de en önemli yerlerden biri. Bunu kötü bir yerden sormuyorum ama sanki son zamanlarda sinemanın sende kapladığı alan biraz azalmış gibi. En azından paylaşımlarında, yazılarında veya senin ekseninde. Öyle bir mesafelenme hissediyor musun sen de?
Evet, hissediyorum, bir doyuma ulaştım galiba. Dünyadaki tüm filmleri izlemek gibi bir manyaklık içine girmiştim. Her yönetmeni tanıyayım, her ülke sinemasına hâkim olayım, bilmem ne. Ama bunu da ödev gibi yapmıyordum. Gerçekten ilgimi çektiği içindi. Festivallere gidip alelade şekilde topluyordum o dataları zihnimde. Şu anda daha 36 yaşındayım ama yine de bence baya büyük bir yaş, yani 20 yıldır düzenli olarak film izleyip üzerine yazma işi yapıyorum bir şekilde. Ve artık datalar karışmaya başladı nihayet, çünkü 20’li yaşlarda her şey böyle tüm keskinliğiyle zihnimde duruyordu. Şimdi mesela yıl içinde 300 film izliyorsam 20 tanesi aklımda çok net kalmaya başladı, 50 tane olsun hadi maksimum. O kadar çok fazla harika fikir ve harika sinema keşfettim ki artık ister istemez bir şeyin içine, 20 yıl boyunca düzenli olarak baktığında çok az yeni şey görmeye başlıyorsun. Herhalde ufak ufak artık “He, bunun ben zaten çok daha iyisini gördüm”ler başlıyor. Gerçekten ciddi bir eleme başlıyor kafanın içinde. Sevdiklerimin yanına koyabileceğim başka sevdiğim şeylere de okeyim ama o kadar çarpıcı, vurucu olanların sayısı azaldı ki farklı disiplinler tekrar ilgimi çekmeye başladı. Çocukluğumdaki gibi aslında. Mesela sinemayla çok yoğun ilgilendiğim dönemde aslında bir sürü okumak istediğim kitabın yanda yığıldığını fark ettim. Sonra okumaya aslında yeterince vaktim yok gibi geliyordu. Bir baktım bir sürü vaktim var aslında. Oraya girip bu sefer günde iki-üç saat kitap okumaya dönünce bir sürü farklı şey keşfetmeye başladım gibi. Ya da işte diziler çok vaktimizi almaya başladı, son 10 yılda özellikle. Eskiden neredeyse niş bir şeydi. HBO’nun dizisini konuşurduk bir ay, üç ay, beş ay falan. Artık her hafta bir diziyle ilgili aşırı bilgimiz olması gerekiyor gibi bir şey oldu.
En son Baby Reindeer üzerine bir şey yaptın mesela.
Evet, yani diziler de o alandan yedi, kitaplar da yedi. İnternet yedi tabii ki. Çünkü sinemaya, dizilere ayırdığım zamanın önemli bir kısmını sosyal medyada bomboş öyle scroll down yaparken geçirmeye başladım. Hepimiz başladık. Yani o ilgi bölündü, evet. Sinema âşığı, sinefil modumdan çıktım biraz. Sonunda, nihayet. Seviniyorum da biraz çünkü bir hayatım var gibi artık açıkçası!

Kitabı konuşalım biraz. Bunlar böyle yıllar içerisinde yazdığın ve kenarda biriken şeyler miydi? Yoksa üzerine yazmak istediğin temaları bir araya getirip, oturup “bu bir kitap olur” diye yazmaya mı başladın? Yani nereden başladı aslında?
İlkiydi aslında. Siz de bir kısmını biliyorsunuz, uzun yıllardır böyle bir çöplüğün üstünde yaşıyorum ben. Çöp sanki kötü bir şey gibi geliyor ama çöpten bir sürü güzel şey de bulursun ya… Bir ödev gibi, her bilgisayarı açtığımda karşıma çıkan bir Melikşah dosyası var. İçi sinopsisler, film fikirleri, dizi fikirleri, projeler, yapmak üzere olduğumuz son anda iptal edilen işler, başka öykülerle dolu. Havaalanlarında ya da bomboş bir yerde oturduğumda bir öykümsü bir şey yazardım hep. O havaalanı takıntısı gerçek mesela, kitapta da bahsi geçiyor. Beş-altı tanesi havaalanında yazılmış şeyler bu kitaptakilerin. Zihin boşalttığımda içimden gelerek yazdıklarım. Bazıları biraz kişisel şeyler, bazıları tamamen kurgusal; bazıları da onların yeniden yazılarak birleştirilmiş hâli gibi. Aslında iki-üç yıldır yazdığım şeylerin bir toplaması bu kitap. Çok dağınık şekilde havada uçuşuyorlardı ve sonra hem editörüm Baran Güzel’in hem de Nermin Yıldırım’ın fişteklemesiyle kitaba dönüştü. “Nasıl bunlarla yaşayabiliyorsun?” gibi çok çarpıcı bir soru sordu Nermin. O kadar çalışkan ve üretken biri ki o, anlayamıyor. Yarım yamalak işler nasıl durabilir ki? Onu tamamlarsın, yayımlarsın ya da yayımlamazsın. Ama kendin için olsa bile tamamlarsın. Şok içinde o kadar yarım dosyayı görünce bayılacak gibi oldu! Ben de “Bu bir işaret herhalde. Şunlardan bir kurtulayım hakikaten” dedim. Bir de bütün bu kararları terapiyle eş zamanlı alabildim tabii ki. Kendimin de oralarına baktığım bir dönemdi. Sonra işaret gibi oldu çünkü bir buçuk yıl boyunca Baran beni taciz etti neredeyse. “Hadi, bir şeyler yazdığını biliyorum. Ne zaman okuyabilirim?” falan diye. En sonunda “Tamam” dedim, “Buyurun!”. Yarım öykülerle dolu dosyayı bam diye attım ona.
Aslında geride kalan ortak bir lezzet var okurda.
Evet, tematik bir şeyler var.
Dağınık, birbirinden kopuk metinler değil. Tam tersi, aşırı birbirine bağlı metinler. Hatta kendi içinde paslaşan metinler de var. Kitap fikri ortaya çıktıktan sonra, bunları bir araya getirirken üzerinden geçme ya da yeni bir şey ekleme gibi bir süreç oldu mu?
Evet, evet. Baya da uzun bir süreç oldu hatta. Yaklaşık sekiz ay gibi. Baran böyle bir şey beklemiyordu bence. Çok karanlık ve acı buldu yolladıklarımı, çok şaşırdı. Hayata neşe dağıttığım için kimse bu tür bir şey beklemiyormuş demek ki. “Bunların üzerine çalışmak istersen, yayımlamak istersen çok sevinirim” dedi. Baran’ın bir öykü üzerine çalışıp attığı ilk dosyadan sonra hemen “tamam, yapalım bunu” dedim. Harika, kıpkırmızı bir dosya, bir sürü notlar. Hiçbiri anlatımla ilgili değil; öyküleri genişleten notlar; “Burada şöyle bir şey var sanki, bunu biraz daha açar mısın?” gibi. Bayıldım onun zihniyle çalışma fikrine.
Doğru editörle çalışmak çok kıymetli bir şey. İnanılmaz kapılar açabiliyor gerçekten.
Kesinlikle öyle. İnanılmaz içime sinen bir süreç oldu. O kadar bitmesin istedim ki sekiz ay sürdü! O bir öykü üzerine çalışıp bana notlarını atıyor, ben üzerinden geçip geri gönderiyorum, o tekrar bir notu varsa iletiyor. İki paslaşmaya her öyküyü kenara koyuyoruz gibi bir sistemimiz vardı. Bir haftada bir öyküyü tamamlamak gibi ilerliyordu ama o kadar keyif aldım ki uzattık o süreci. Tabii araya başka şeyler de girdi. Çok daha kısa sürede yapabilirdik ama onların olabildiğince içinde kalmak istedim. Bazı öyküler benim kişisel olarak da biraz zorlandığım meselelerle ilgiliydi. Hem terapide oralar üzerine çalışarak hem de bazı kapattığım defterleri yeniden açarak bir şeyleri tamamlayabildim. Bazılarını olduğu gibi tuttuğum, Baran’ın yapmak istediği değişikliklere de direndiğim şeyler de oldu. Memnunum onların o hâlde olmasıyla da. “Bunlar sayıklama gibi”, “günlük sayfası mı bunlar” diyenler var. Aşağılamak için söyleyenler de var ama bana hiç kötü gelmiyor bunları duymak. Değiller tabii ki! Kurgusal bir şeye nasıl böyle bakabildiniz, çok tatlı gerçekten. Birinci tekil şahıs yazıyorum ve beni tanıdıklarını düşünüyor insanlar. O iki şeyi örtüştürüyor. Kitaptakilerin yüzde 90’ı kurgusal. Tabii ki benden izler ya da hayatımdan bazı nesneler var içinde. Bu öykülerin birbiriyle konuştuğunu da ilk Baran söylemişti. “Bence bu ikisi aynı karakter” demişti mesela, ben de öyle fark ettim, aynı dertleri olan biri o. Baba meseleleri olan biri mesela. Tekrardan yazma sürecinde de bir şeyler değişti. Örneğin kısacık bir öykü, yazmak isteyip yola çıktığım ama yarım bıraktığım bir senaryoya dönüştü. O senaryodan vazgeçip, öyküyü tamamlayarak ondan kurtulmuş oldum gibi.
Bize bundan bahsetmiştin ama daha tam oturmamıştı o zamanlar, şimdi kitapta hayat bulmuş. Özellikle o öyküde -ki başka öykülerde de oluyor- çok güzel zaman atlamaları, geriye dönmeler var kısa kısa. Çok sevdim onları. Eski dostun sinemanın sana verdiği bir şey mi sence bu? Bir yandan kitabın ismi de sinemasal bir şey.
Evet, doğru. Senin de yazdığın şeylerde mesela müzikle ilgili öyle bağlar görüyorum, ya da sesle ilgili. İnsanın hasbihâl olduğu ya da hep dikkat kesildiği enstrümanlar yazma işinin içine giriyor bir şekilde. Bence sinema sanatıyla küçük yaştan itibaren kurgusal şeylere maruz kaldığım için bazı şeyleri film sahnesi olarak görmek veya düşünmek gibi refleksim gelişmiş. Zaman atlamaları, flashbackler… “Öykülerden bazılarında o filmi izledim gibi hissettim” diyenler oldu. Bir sürü kitapta hissedilebilir tabii ki bu ama benim de öyle bir eğilimim var demek ki. Benim sesimle okuduklarını söyleyenler de var.
Ondan kaçış yok, ben de öyle okudum. Senin kelimelerle aranın iyi olduğunu biliyorduk, keza duygularla da aranın iyi olduğunu biliyorduk. Bir duyguyu anlama, tanımlama, tasvir etme konusunda da çok başarılısın. Gündelik hayatında da öyle. Kitap da yoğunluklu olarak bu duygular üzerine gidiyor bence. Bundan sonrasını hiç düşündün mü merak ediyorum. Daha kurgusal bir şeye yönelir misin yoksa bu yazım tarzını sevdin mi?
Bu öykü kitabı özelinde benim çok sevdiğim şeylere karşı fark ettiklerim de oldu. Çağdaş dünya edebiyatındaki 30’lu yaşlarında, 40’lı yaşlarındaki yazarların çoğu, aslında benim de burada yazmaya çalıştığım gibi şeyler yazıyor. Duygular, günümüzün hissiyat ve durumları, minör duygular ve minör olaylar etrafında gelişenler… Çok alelade bir hikâye ve onun içinde neyi anlatmayı çalıştığı meselesini sinemada da çok severim. Bu kitapta da bunlardan çok var. Bazıları için edebi bir doyuma ulaşamadıkları bir nesne olabilir benim kitabım. Hiç öyle bir amaçla yola çıkmadım, öyle bir iddiam da yok, olmasına gerek de yok. Benden böyle şeyler çıkıyor, böyle şeylerden hoşlanıyorum, böyle şeylerden beslendim ve böyle oldu. Bayadır bir roman fikri var aklımda, aslında o da bir senaryo fikriydi. Yine çok küçük bir kısmı kişisel yerlere dayanıyor. Onu bir film yapmak istiyordum; senaryonun bazı noktalarını o kadar tamamlayamadım ki onları niye tamamlayamadığım üzerine düşünmeye başladım. Sonra bunun bir roman olduğunu fark ettim.

Sormak istediğim bir şey var. Sonuçta sen sinema âşığı bir insansın, sinema ve dizi sektöründe de birçok projede yer aldın. Birçok senaryo fikrinin olduğunu da biliyoruz. Kendi filmini çekebilecek donanıma sahip bir insansın. Ki çekmek de isterdin bu arada. Roman yazmakla ilgili geçen gün şunu düşündüm: Bütçe derdin yok, istediğini yapabilirsin. Kafanda istediğin oyuncuyu oynatabilirsin, uzaylılar koyabilirsin, dinazorlar canlandırabilirsin, her şeyi yapabilirsin ve bunların hiçbir maliyeti yok. Tek ihtiyacın olan şey zaman ve hayal gücü. Sana da böyle, kitap yazmaya başladığında “ben bu şekilde istediğim filmi çekebilirim” gibi his geldi mi?
Evet, inanılmaz bir şekilde. Nermin’le olan konuşmamız da bu kapıyı açtı kafamda. Senaryoları romana ittirmiyorum ama bazı şeyler roman materyaliymiş zaten ve ben onları filme zorlamışım. Yapılamaz olsun, ben onlardan kurtulamayayım, hiçbir zaman tamamlanmasın ve ortaya çıkaramayayım diye. Yıllardır kendi içimde bir kişisel sabotajcıyla mücadele veriyorum, galiba onun sesini kısmaya başlayınca üretkenlik arttı bende. Yerinde sayıyordu bir şeyler bende, harekete geçemiyordum ve o kadar fazla “yapacağım” şeylerden bahseder olmuştum ki… Artık umrumda bile değil, bunlar benden hangi formda çıkarsa çıksın. Bazı şeyler medyumunu kendi seçiyor bence. Bazıları dizi olarak, bazıları film olarak vücut buluyor. Bazıları sadece arkadaş ortamında anlatacağın bir anekdot oluyor, bazılarını çıkıp sahnede anlatıyorsun. Bazıları bir roman ya da öykünün içinde geçebilecek şeyler, bazıları ise bir tweet, Instagram’da bir fotoğraf altı yazısı falan oluyor. Ben galiba bunları birbirinden ayırmamaya başladım. Sosyal medya da bende öyle bir etki yarattı. O yüzden çok geleneksel bir yerden bakıp bunu eleştirmek ya da beğenmemek mümkün. Ben medyumları ya da içeriğin kendisini bir şeylere atayabildiğimiz bir dönemde yaşadığımızı düşünüyorum. O şeyler senden nasıl çıkarsa çıksın, yeter ki çıksın. Çünkü o içinde büyüyor ve iltihaplandırıyor yapıyı. Üretkenliğimi sorgulamaya, yeterliliğimi sorgulamaya, değerimi sorgulamaya başlıyorum.
Şöyle bir yansıması var dışarıdan bakınca, iki yıl öncesine kadar yarattıklarından ziyade dâhil olduğun şeylerle veya Melikşah olarak söylemlerinle daha çok gündemimizdeydin. Şimdiyse ürettiklerinle bizimlesin: Kitap ve stand-up.
Bence burada bakış açısıyla ilgili bir çarpıklık var bence. Çok geleneksel bir yerden baktığımız için ben üretimde değilmişim gibi görünüyormuş. Ben de kendime buradan bakıyordum. Kitap, film vs bunlar materyal, karşımıza dikilen şeyler ve beni de bir iş-güç sahibi yapıyor otomatik olarak. İçerik üretmek de bir iş. Bunu da influencer aklama gibi bir yerden söylemiyorum.
Benim de demek istediğim senin kendi hikâyelerini anlatmaya şimdi başlamış olman zaten.
O doğru. Kesinlikle öyle. Ama ne bileyim Bant Mag. Sinema Programı’nı yaparken de adanmış bir şekilde onu bir iş gibi görüyordum. O da bir mizah formatıydı. Bu üretimlerin hepsini yok saymaya meyilli, neredeyse boomer bir bakış açımız var hepimizin. Genç insanlarda da var bu bakış açısı. Günümüzde hiç geçerli değil bence. Dünya edebiyatından sevdiğimi söylediğim şeyler de biraz daha bu anlayışa yakın. Çok rahatlatıcı, okuyanı küçük şeylerle bir süre alıp o duygudaşlığı tutup yollayan ya da ağır edebi oyunlar yapan metinlerde de bunu hissediyorum. Senden ne çıktığıyla ilgili biraz daha rahat olmak bahsettiğim. Çünkü herkes kendini çok fazla ciddiye alıyor. Edebiyat dünyasında da fazlasıyla böyleymiş. Senin kitabını da okuyunca bir yazarın kendini aşırı ciddiye alıp inanılmaz oyunlar peşinde koşmadan, doğal bir biçimde akıtarak hikâyesini anlatması ve bunun da çok güçlü olması baya iyi gelmişti bana. Anlattığın her yerdeyim, o karakterlerin arasındayım; ortamı görüyorum, duyuyorum, hissediyorum. Zaten bir şeyi edebi olarak güçlü yapanlar da bunlar bence.
Olağanüstü, Sıradışı ve Mükemmel çıkarken saçma sapan bir endişeye büründüm. İşte, edebiyat çevreleri beni sorguya çekecek, bana hiç bilmediğim Rus edebiyatını soracaklar falan gibi. Nedense çok zor ve derin bir edebiyat dünyası var ve beni beğenmeyecekler gibi bir endişeye kapılmıştım. Senden de böyle bir dönüş alınca, editörümle de konuştukça bunların ne kadar hayal ürünü endişeler olduğunu anladım.
Seni yetersiz hissettiren, o şeyi yapmaktan alıkoyan bir baskı var. Yetersizlik hissi, sadece bir şeyle ilgili donanım ve ona yıllarını vermekle giderilebilecek bir şey değil. Küçümsemiyorum bunu. Tabii ki yazarların edebi donanıma sahip olması iyi bir fikir. Çok fazla yerli edebiyat da okuyorum, özellikle yeni öykücülerin kitaplarını okumaya çalışıyorum ve bayılmıyorum da çoğuna. Çok birbirine benziyor herkesin dili, temaları. Hep travmalar ya da çok uç bazı olaylar yaşayan karakterler var. Okuyucuyu şok etme üzerine ve olaylar çok keskin. Alelade şeyler anlatan çok az insan görüyorum. Sanki okuyucuyu şok etmek, aşırı sarsmak ya da bir duyguyu kendi içindeki psikolojik gerilimleriyle anlatmak gibi özetleniyor bizim edebiyat dünyası. Farklı türler deneyen insanların hep rahat ve sevimli tipler olduğunu görüyorum. Kendini ciddiye alma meselesi ve “bu iş böyle olur” gibi çarpık bir anlayış yerleşmiş. Ben böyle düşünmüyorum.

Bahsettiğin şey, yalın bir hikâye içerisindeki duygu aktarımına odaklanan eserlerin azlığı ve senin de ona yöneliyor olman çok güzel bir şey aslında. Yine sinemaya bağlayacağım gibi olacak ama senin o tip filmlere duyduğun bir sevgi de var. Hangi yıldı hatırlamıyorum, Bant Mag. listesinin 1 numarası Somewhere olmuştu mesela. O geldi aklımda.
Yine döndü dolaştı bu olay geldi karşıma. Ne büyük bir travmanmış bu senin Hakan ya! Bant’ın bir yayınında sen bunu yazmıştın “Somewhere’i bir yıl 1 numara yapmıştık onu unutamıyorum” falan diye.
Bu arada çok da güzel film tabii. Senin bahsettiğin dünyaya uyuyor.
Çok severim küçücük bir olayı kurcalayan filmleri. “Nothing happens” sinemasından da bahsetmiyorum, Somewhere öyle bir film değil. Bir baba-kızın olmamışlığı üzerine, hep “yazık ya” gibi bir hisle izliyorsun. Bunu ağlayan ve sürekli trajedi yaşayan karakterlerle de yapmıyor. Bir yerde birbirine bakıp gülümsüyor iki karakter ve sen ağlıyorsun. O etkiyi öyle yaratıyor. Büyürken yaşanan sancı hikâyeleri de çok ilgimi çekiyor; taşınma hikâyeleri, aidiyet ve kopma hikâyeleri de öyle. Belki çok az insanın hayatının meselesi olabilecek şeyler ama hepimizin psikolojisini çok etkileyen, herkeste ortak hisler uyandıran filmler. Herkesin kendiyle, annesiyle, babasıyla derdi vardır; herkes illa bir toksik ilişki içinde kalmıştır. İlla aşk olması gerekmiyor tabii, aile olabilir, arkadaşlık olabilir. Sinemada böyle karakterler, olaylar görmek ve bunları küçük sinemasal numaralarla birleştiren yönetmenlerle tanışmak çok güzel bir şey. Edebiyatta da bu böyle oluyor çoğunlukta. Yoksa büyük olayları da seviyorum, mesela Yüzüklerin Efendisi inanılmaz tabii ki! Sinemanın tüm enstrümanlarını kullanıyor, Tolkien’in de olayı öyle. Çok sevdiğim klasik eserler var. Hâlâ vaktinde okuyamadığım klasikleri okumaya çalışıyorum. Geçenlerde George Elliot okudum mesela, hayatım boyunca okumamıştım. Floss Nehrindeki Değirmen’i okudum ve 13-14 yaşında hissettim kendimi. O seni bambaşka bir yerden vuruyor. Her eseri dönemiyle de yaşıyorsun; şimdi de böyle bir dönem. 20-30 yıl sonra dönüp 2010’larda 2020’lerde çekilmiş filmlere, yazılmış kitaplara baktığımızda anlayacağız bu jenerasyonun hissini. O yüzden bu jenerasyonda Ahmet Hamdi gibi yazmaya çalışan bir edebiyatçı ilgimi çekmiyor.
Kitabın kapağındaki fotoğrafa gelelim. Niye o fotoğraf?
O kadar güzel bir fotoğraf ki öncelikle. Baştan beri hep Aylin’in (Güngör) bir fotoğrafını hayal ediyordum. Hatta belki dik, kitap kapağı ebatında bir fotoğraf olur diye düşünüyordum. Fotoğraf kapaklara bayılırım.
Çok tercih edilen bir şey de değil bu arada.
Çok bayat örneklerini gördüğümüz bir şey olduğu için. Biyografiler ya da genç yetişkin kitaplarında daha çok tercih ediliyor. Son 20 yılı da onun çektiği fotoğraflara bakarak geçirdiğim için Aylin hayalimdi gerçekten. Bayıldığım bir tarzı var. Aklımda bazı adaylar vardı ama bir gün rastgele şekilde bakarken fotoğraflara, o fotoğraf beni buldu. Beraber Aylin’in arşivlerinde gezinelim istediğim bir süreçti aslında ama o fotoğrafı görür görmez “Aylin haberi olmadan benim kapağımı çekmiş” diye düşündüm. Tam olarak o kitaptaki bazı öyküleri yazarken ya da öykülere baktığımda gördüğüm şey gibi. Kişisel olarak denizin içinde olma durumu da özel benim için. Kocaman bir şeyin içinde küçücük olma ama çok büyük hissetme… İnsan olarak denizin kendisini kullanarak yarattığın şey, orada yaratabileceğin etkinin sınırlılığı ama bir yandan da devasa hissettiren kısmı… Bütün bu duyguları böyle yaşıyoruz bence. Ölüm, kayıp, yas, geride kalma, bunlarla yaşamaya devam edebilme gibi karanlık şeyleri özellikle. Deniz aynı anda hem ölü hem canlı bir şey. Çok ölü çünkü aşırı edilgen bir yapısı var; bir yandan da bir milyon tane canlıyı yaşatan bir tarafı var. Üstünde hem boğularak ölebileceğin hem de müthiş bir canlılıkla yüzebileceğin bir şey. Suların sıçradığı; isyan mı ediyor kahkaha mı atıyor belli olmayan, o kabarcıkları ve gördüğümüzün neyin fokurdaması olduğunu anlamadığımız bir kare. O kadar fazla şey hissettim ve o kadar bu kitabın kapağı olduğunu gördüm ki! Müthiş bir eşleşme benim için.
Ben de başta “Acaba nasıl gözükecek” diye düşünüyordum. Aylin hatta ilk önce birkaç draft göndermişti, senin içine sinen şeyler olmadığını da biliyorum. Ama son hâli çok güzel oldu.
Tertemiz, dümdüz. Her şeyin sıralı olduğu o netliği de çok seviyorum. Bambaşka şeyler de olabilirdi tabii bu hâliyle çok içime sindi. Beyaz-gri bir kapak olmasını, o aydınlık hissini de seviyorum. Daha parlak renkler, fontlar da denenmişti ama bu şekilde fotoğrafı da iyice öne çıkardığını düşünüyorum. Bu fotoğraf bu kitabın kapağı; ismi ve benim adım daha sonra geliyor gibi hissediyorum.

Stand-up gösterilerin de devam ediyor hatta yarın ufak bir turneye çıkıyorsun. Bu kitap sahnede anlattıklarını besliyor mu? Ya da tam tersi oluyor mu?
Stand-up’ta da baya garip şeyler anlatıyorum. Herhangi bir stand-up’ta duymaya hazırlıklı olmadıkları şeylerle karşılaşıyor olabilir gelenler. İnsanın kendi dertlerine herkesten önce gülmesi gibi bir şey yaşanıyor orada da. Kitapta olabildiğince şeffaf ve karanlık olan şeyler, stand-up’ta tam tersi. Korkunç şeyler anlatıyorum ve hep birlikte buna gülüyoruz gibi bir durum. Daha durduğumuz, sakinleştiğimiz, hatta duygulandığımız anlar da var içinde. Birbirini besleyen bir tarafı var o anlamda. O parçalardan kurtulduğum bir süreç yaşıyorum bence. Bütün yarım yamalak ödevlerimin hepsini teslim ediyorum.
Bunlar bitince ne olacak?
Sadece elimdekilerle ilerlemiyorum canım, yeni şeylerle de birleştiriyorum. Bir sürü yeni hikâye atıyorum kenara, çalıştığımız başka şeyler de var, bir dizi projesi var mesela. Yaklaşık 15 yıllık materyal var elimde şu an ve yapılması gereken belki 100 tane şey var. Çeşitli formlarda çıkarıp onlardan kurtulmak istiyorum. Yenileri de yanlarına eklenir gerekirse.
Yerli stand-up sahnesiyle aran nasıl?
Gayet iyi. Olabildiği kadar izlemeye çalışıyorum herkesi de, merak ediyorum. Daha anaakım yerlerde gezinenleri de orta-ara popülerliklte olanları da daha yeraltında olanları da takip etmeye çalışıyorum. Bir sürü insanı da çok seviyorum ama hiç sevmediğim bazı şeyler de var. Komedi ve mizah duygusu aşırı öznel. Bazıları sana hiç çalışmıyor olabilir, “ben ona hiç gülemiyorum ya” diyebilirsin. Ya da yeni ve çok hype bir tipin sahnede iyi çalışmadığı da olabiliyor. Herkesin kendi hikâyesini anlatması, oturup stand-up metni yazıp sahneye çıkarması çok iyi geliyor bana. Revaçta olan bir şey gibi de görünüyor bir yandan. Tek kişilik oyun gibi şeyler de izliyorum. Benimki de bir stand-up’tan ziyade bir anlatı gibi. Bu farklılıklar ve çeşitlilik çok önemsediğim bir şey. Özellikle toplumsal cinsiyet normları, kadın-erkek meseleleri üzerine konuşan insanlar ilgimi çekiyor.