Anlayışımızın katmanları arasında: Monster

Yazı: Meltem Demiraran

Geçtiğimiz mayısta Cannes Film Festivali’nde büyük bir çıkış yapan Hirokazu Kore-edanın son filmi Monster / Kaibutsu / Canavar’ı Filmekimi kapsamında izleme fırsatı bulduk. Film, Queer Palmiye ödülünün yanı sıra Yuji Sakamoto‘nun yazdığı senaryosu ile de En İyi Senaryo ödülüne uzanmıştı. 

İngilizce, Fransızca ve Korece filmleri ile tanınan Kore-eda’nın Shoplifters (2018) filminden sonra çektiği ilk Japonca film olma özelliğini taşıyor Monster. Ayrıca Japonya’nın Nagano Profektörlüğü’nün Suwa bölgesinde 25 farklı lokasyonda çekilmiş. Filmin müziklerine katkı sağlayan Ryuichi Sakamoto, maalesef film tamamlanmadan kanserle süregelen mücadelesine yenik düşmüştü. Kore-eda ise bu nedenle Monster filmini kendisine adamış. Kore-eda’nın zarafeti ve Sakamoto’nun anısına minik bir saygı duruşunun ardından filme biraz daha yakından bakıyoruz.

*Bu yazı, filmi henüz izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Konu nedir?

Monster, 11 yaşındaki Minato’nun yaşamına odaklanıyor. Minato’nun davranışları son zamanlarda tuhaf bir hâl alınca annesi Saori bu değişimin nedenini öğrenmeye çalışıyor. Başta sıradan bir hikâye gibi görünen film, birçok karmaşık sır ve gizemi içinde barındırıyor aslında. Minato’nun öğretmeni Bay Hori ile ilişkisi ve okuldaki olaylar, ailenin yaşamını epey etkiliyor. Film, Minato’nun iç dünyasının derinliklerine inerken, izleyicileri toplumsal normların, sosyalizasyonun ve kalıplara uymayan bireylere yönelik baskının etkilerini düşünmeye davet ediyor.

Tüm karakterlerin özel yaşamlarının parçalarını seçici bir şekilde ortaya koyan sıra dışı bir hikâye anlatıcılığı örneği ortaya koyuyor demek yanlış olmayacaktır. Kore-eda’nın hassas bakış açısı, ergenlik dönemindeki Minato’nun sıkıntılarını ve bu sıkıntıların etrafındakilere tesirini inceliyor. Karakterlerin karmaşıklığı, yoğun empati ve yürek burkan hassasiyeti sayesinde Monster, kuir sinemada kendine özel bir yer ediniyor diyebiliriz.

İlk intiba

Bir hostes barında kasıtlı çıkarılmış bir yangınla açılan filmin en büyük sırlarından biri kundakçının kimliği. İlk şüphelimiz de pek tabii Minato. Minato okulda öğretmeni Bay Hori’den gördüğü şiddetten bahsedip de işler Saori’nin öğretmenler ve okul müdürüyle yaşadığı absürt “yanlış anlaşılmalar”dan söz edilen toplantılara gelince içimden “Eyvah!” dedim. “Şimdi 2 saat 6 dakika boyunca, bu öğretmenler de ne kötü diyen bir şey mi izleyeceğiz yani?” Elbette, bu benim yersiz kibir ve cehaletimden başka bir şey değilmiş. Filmin sıra dışı anlatıcılığı ardı ardına ters köşelerini yapmaya başlayınca ben de azıcık utanıp üstüne derin bir oh çekerek merakla filmin kalanını izlemeye başladım.

Bir noktada Bay Hori’den kendisinin değil Minato’nun bir zorba olduğunu duyuyoruz ve işler değişmeye başlıyor. Aslında ne Bay Hori, Saori’nin varsaydığı kadar; ne de Minato, Bay Hori’nin varsaydığı kadar zalim biri. Ortalıkta dönüp duran o teki olmayan ayakkabı, bir sınıftan gelen (kesinlikle notalardan bihaber birinin üflediği) trombonun sesi, Saori’nin endişeleri, Hori’nin kendini aklamak için çırpınışı ve Minato ile Yori’nin kendileri için bir özgürlük alanı olarak inşa ettiği eski tren vagonu film karakterlerin perspektifleri arasında gezinerek olayları gün yüzüne çıkardıkça anlam kazanıyor. Bu da bizleri sarsarak esas “canavar”ın gölgelerde, dehlizlerde veya yatağımızın altında değil, kendi anlayışımızın katmanları arasında yaşadığını anlatmanın en kolay yolu.

En çok neyi sevdin?

Elbette hikâye anlatıcılığını. Aslında senaryo ve kamera kullanımı müthiş bir ortaklık ile ilerliyor. Filmdeki non-lineer anlatım, karakterlerin geçmişlerini ve duygusal deneyimlerini yavaşça açığa çıkarırken, kameranın da bu sürece eşlik ettiğini görüyoruz. Bunun yanında filmin hem şehrin kaosunu hem de doğanın enginliğini yansıtan sinematografisine ağzımın sularını akıttığımı söylemeden edemeyeceğim. 

En az neyi sevdin?

Bütün filme dair yapabileceğim tek olumsuz eleştiri Saori’nin bir noktadan sonra atıl bir karakter hâline gelmesi sanırım. Film boyunca oğluna dair duyduğu endişenin yanı sıra öğretmenler ve müdüre karşı dimdik duruşuyla da kendisiyle duygusal bir bağ kurduğumuz Saori’yi bir ara heyelan sırasında Minato için koşturması dışında bir daha göremez oluyoruz. 

Kim sever, kim sevmez?

Kimlik temasına odaklanan filmleri ve evrensel duygusal dramaları sevenler için çekici bir seçenek. Ayrıca Japon kültürü ve manzaralarına ilgi duyanlar için de iyi bir izleme olacağı kesin. Ancak, film derin düşünmeyi ve bazı zorlayıcı duygusal anları beraberinde getiriyor. Bu nedenle daha sakin bir izleme deneyimi ve eğlence arayanlar için pek uygun olmayabilir.

Bunu seven şunları da sever

Yönetmenin aile bağlarına odaklanan bir başka filmi Like Father, Like Son (2013), Wachowskilerin non-lineer anlatı meselesinde mihenk taşı haline gelmiş filmi Cloud Atlas (2012), iki kadın arasındaki tutkulu ilişkiyi inceleyen Céline Sciamma filmi Portrait of a Lady On Fire (2019) ve Dee Rees’in genç bir Siyah lezbiyenin kimlik arayışına ortak ettiği Pariah (2011) filmleri Monster’dan keyif alanların ilgisini çekebilir.