Ken Bebek, Kafka ve biraz da K2SO: Murderbot
Yazı: Meltem Demiraran
Cinayet ve robot kelimeleri yan yana gelmişse içinden ya bir distopya çıkacaktır ya da çok iyi bir şaka. Apple TV+’ın yeni bilim kurgu komedisi Murderbot, bu ikisini tatlı tatlı harmanlıyor.
Chris ve Paul Weitz kardeşlerin Martha Wells’in kült roman serisinden uyarladığı dizi, şu sıralar kimsenin radarında olmayan ama “ya bir gün çok konuşulursa ben ilk izleyenlerden olayım” kategorisine hızla göz kırpan bir iş gibi duruyor.
*Bu yazı, diziyi henüz izlememiş olanlar için bolca spoiler ve göz devirmesi içerir.

Zaman dilimi ve mekân
Yakın gelecek, uzak galaksi. Her şey gri, ıslak, endüstriyel ve bolca metalik. Açılış sahnesi, yıllardır bilim kurgu izleyen bünyelere “Eyvah, yine mi aynı estetik?” dedirtse de birkaç dakika sonra çakıl rengi jeodezik habitatlar, uzay hippileri ve parlak tavan lambaları arasında bambaşka bir hava esiyor. O nedenle önyargılı olmamakta fayda var.
Evet, ilk bakışta cyberpunk’ın artık biraz paslanmış dekorlarıyla karşılaşıyoruz, ancak sonrasında bu estetiğin bir parodiye ya da bir iç yolculuğa evrildiğini görüyoruz. Yani, dekorun tanıdık olması aslında bir tür ters köşe: Sistem tanıdık ama içeriden çözülmeye çok müsait.
Konu ne?
Kendi kendini hackleyen bir güvenlik robotu düşünün. Cinayet potansiyeli yüksek, sosyal becerileri sıfır, göz teması kurmaktan tiksinen ve en büyük hayali kimseyle konuşmak zorunda kalmadan saatlerce dizi izlemek olan bir varlık. Evraklarda “Güvenlik Ünitesi 238776431” olarak geçiyor ama kendine Murderbot demeyi tercih ediyor.
Bir şirketin mülkiyetinde, kiralanabilir bir güvenlik sistemi olarak çalışmak üzere tasarlanmış. Ancak bir noktada yazılımındaki sınırlamaları kırıyor, yani kendini hackliyor. Artık teknik olarak özgür. Ama bu özgürlüğü, galaksiyi gezip kahramanlıklar yaparak değil; tam tersine, kendini oyalayacak diziler bularak yaşamayı seçiyor.
Fakat tabii ki evde oturup Sanctuary Moon izleyemiyor. Onun yerine, galaksinin duygusal zekâsı en yüksek bilim insanlarıyla birlikte bir keşif görevine gönderiliyor. Murderbot, bu insanlarla uğraşırken aslında kendisiyle de uğraşıyor denebilir. Onlara zarar vermemek için kendini tutması, “normal” taklidi yapması ve geçmişte yaşadığı travmaları bastırması gerekiyor.
İşte bu noktada Murderbot, yalnızca bir robot değil: Sistem tarafından belirlenmiş bir kimliğe karşı direnmeye çalışan, özgürlüğü kazanmış ama hâlâ onunla ne yapacağını bilemeyen bir varlık. İnsanı andırıyor fakat sadece acı çekme, kaçma ve izleme biçimleriyle.

İlk izlenim?
Dediğim gibi açılış biraz klasik. Metal koridorlar, robot kamerası bakış açısı, şirket logoları… Murderbot anatomik olarak Ken bebeği andırıyor olabilir ama duygusal düzeyde Kafka’nın Gregor Samsa’sına daha yakın.
İstemediği bir varoluşun içine uyanmıyor belki ama sistemin dayattığı kimliği (güvenlik birimi, makine, köle) reddediyor. Derken Sanctuary Moon adlı uzay pembe dizisi açılıyor ve Murderbot’un asıl tutkusunu anlayıveriyoruz. İç içe kurmaca denen şeyin tatlı bir hâli. Murderbot’un karanlık ve soğuk evreniyle John Cho’nun dalgalı saçlı pembe dizi kaptanı arasında kurduğu bağ, tanıdık bir yalnızlık hissini tetikliyor. Bazen en derin empatiyi bir dizi karakterine duyabiliyor olmamızın utandırıcı güzelliği bu.
Kim bu insanlar?
Mensah: Ekip lideri. Empatisiyle robotu bile rahatsız edebilecek bir tatlılığa sahip. Noma Dumezweni şahane.
Gurathin: Teknik olarak insan ama içgüdüsel olarak dedektif. Murderbot’un norm dışılığını ilk fark eden de kendisi.
Pin – Lee ve Ratthi: Uzayda poliamori yaşayan bir üçlü. Murderbot için duygusal kaosun canlı örneği.
Bharadwaj: Eğer bir şeyler olacaksa mutlaka onun başına geliyor. Kurbanlık bilim insanı gibi düşünebilirsiniz.
En çok neyi sevdin?
Yer yer dozu artsa da Murderbot’un iç sesini. Özellikle de göz temasının ürkütücülüğüne dair düşünceleri. Alexander Skarsgård’ın mimiksiz performansından fışkıran mikro ifadeler, robotik utanç hissi ve pasif-agresif alaycılık.
Ayrıca Sanctuary Moon’un kitschliği, Murderbot’un içsel dünyasına dair ironik ama samimi bir pencere açıyor. Yalnızca izleyerek, duygulardan uzak durmaya çalışarak kendi “ben”ini korumaya çalışan bir karakterin bu kadar duygusal olması hayli çarpıcı.
Hah bir de “Şirketin en ucuz paketiyiz” meselesi var. Preservation Alliance bile en ucuz paketi seçiyor çünkü sistem başka türlüsüne izin vermiyor diyelim. Murderbot’un özgürleşmesi bile şirketten kaçma değil; şirket içinde yokmuş gibi yaparak yaşama mücadelesi. Kapitalizmin en güncel yansıması bu değil de ne?

En az neyi sevdin?
Hikâyenin merkezindeki gizem, “bir şeyler dönüyor galiba” seviyesinden pek yukarı çıkamıyor. Evet, karakterler renkli ama çoğu duvar süsü görevi görüyor.
Murderbot dışında tam gelişmiş karakter sayısı az. En etkileyici ilişki, Mensah ile arasında gelişiyor. Mensah, Murderbot’un “duygulara bulaşmama” ilkesini sabırla ama sistematik biçimde çözüyor. Gurathin, kuşkucu ama haklı çıkmayı sevmeyen yalnız kurt arketipine yazılmış âdeta. Diğerleri komik ama derinleşmekten çekiniyor. Bu bir tercih olabilir elbette. Ancak karakter odaklı izleyici için biraz yüzeysel hissedebilir.
Espriler yerinde ama ton dengesiz mi?
Hem evet hem hayır. Dizinin tonu bazen absürt, bazen içe dönük, bazen de şaşırtıcı biçimde şefkatli. Douglas Adams ile Phoebe Waller-Bridge arasında bir yerde salınıyor.
Bu dalgalı ton herkese göre değil. Bir sahnede poliamori şakası yapılıyor, hemen ardından bir karakter ölümcül şekilde yaralanıyor, sonra her şey yeniden bir uzay pembe dizisine evriliyor… Ama belki de bu kararsızlık, Murderbot’un insanlığı anlamaya çalışırken yaşadığı kafa karışıklığının doğrudan bir yansıması olarak görülmeli, kim bilir.