Uçlardaki hisleri buluşturan bir hayalperest: Nabihah Iqbal

Röportaj: Meltem Demiraran

Müziğin evrenselliği ile kültürel derinlikleri seslerle dokuyan Nabihah Iqbal, uzun bir bekleyişin ardından, Ninja Tune etiketli ikinci albümü DREAMER’ı yayımladı. İçinde kaybolmanın benzersiz bir haz yaşattığı bu koleksiyonu, Select-ist organizasyonu ve Frankhan ev sahipliğinde dinleyecek olmak da hâliyle devasa bir heyecan yaratıyordu. Ne yazık ki 21 Ekim’de gerçekleşmesi planlanan konser, o günlerde ilan edilen ulusal yas sebebiyle ertelenmek durumunda kaldı. 

Performansı iptal olsa da birkaç günlüğüne İstanbul’a gelen Nabihah Iqbal ile Beyoğlu’nun hareketli sokaklarında buluştuk. Janr sınırlarını alaşağı eden akışkan ezgilerle dolu albümün ardındakileri ve edebiyattan müziğe farklı ilhamlarının kreatif yansımalarını konuşurken, sohbet baklava tutkusuna da uzandı. Bu arada, Nabihah Iqbal konserinin de güncellenen tarihi 17 Şubat. Aynı gece programda Habibi Funk, Axel Moon ve Kaan Düzarat + Eren’in de olduğunu hatırlatalım. Biletler burada.


“Bu alandaki DJ’lerin ve diğer müzisyenlerin çoğunluğu beyaz ve erkek. Yani diyeceğim o ki bazı durumlar yaşanıyor. Gerçek adımı kullanmak bile bir mesele aslında.”

Kültürel çeşitlilik ve karmaşaya ilgi duyani birine benziyorsun. Yanılmıyorsam bu İstanbul’a ikinci gelişin, buraya dair fikirlerin neler?

Evet, İstanbul’u acayip seviyorum. Keşke burada biraz daha zaman geçirebilsem. Buraya daha önce de bir konser için gelmiştim, 2018’de. O zaman kıştı, sanırım aralık ayıydı ve kar yağıyordu. Yalnızca etrafta dolaşırken bile bulunduğum en müzik dolu şehir olduğunu hissetmiştim. Cadde boyunca yürürken her yerde müzik yapan insanları görüyordum. Bugün buralarda yürürken de bir cadde boyunca gördüğüm her dükkân birer müzik dükkânıydı. Bunun acayip bir şey olduğunu düşünüyorum çünkü İngiltere’de, en azından Londra’da pek müzik dükkânı kalmadı. Ancak burada, insanların kültürü için bunun ne kadar önemli olduğunu görüyorsun. Bir de üniversitedeyken Türk müziği öğrendim. Epey zordu, bir sınavım için Klasik Türk müziği çalışmıştım. Darbuka çalmak zorundaydım ve Türkçe bir parça söyledim. Bir aşk şarkısıydı. Ayrıca biraz ney üflemeyi de denedim ama çok zordu. Batı flütü çalıyorum. Bu nedenle benim için çok da zor olmayacağını düşünmüştüm ama neyde yalnızca ses çıkarmak bile üç ayımı aldı. Demek istediğim, Türk müziğini öğrenmek ve ne kadar zor olduğunu görmek önemini daha iyi anlamamı sağladı. Bu nedenle de Türkiye’de olduğum için çok şanslı hissediyorum. Ayrıca tarihle de ilgili biriyimdir. Bu şehrin antik bir şehir olduğu ve dünya tarihi için ne kadar önemli olduğu sokaklarında yürürken bile hissediliyor.

Pakistan kökenli bir İngiliz müzisyen olarak kariyerinde kültürel kökenin ile ilgili zorluklarla veya beklentilerle karşılaştın mı? İşinde bu meselelere nasıl yön veriyorsun?

Bu kesinlikle değinilmesi gereken bir nokta. Müziğim elektronik, alternatif, bağımsız veya insanlar nasıl tanımlıyorsa işte, o türden bir müzik. Bu alandaki DJ’lerin ve diğer müzisyenlerin çoğunluğu beyaz ve erkek. Yani diyeceğim o ki bazı durumlar yaşanıyor. Gerçek adımı kullanmak bile bir mesele aslında. Nabihah, Arapça bir isim ve Iqbal ise Farsça. Böyle isimleri de her gün duymuyor, benim gibi esmer kızları da bu alanda çok sık görmüyorsun. Bu da işleri kesinlikle zorlaştırıyor. Bazı zamanlar insanların söylediklerimi dinlemediğini veya ciddiye almadığını hissettiğim de oluyor. Yine de bu mesele üzerine çok düşünmüyorum çünkü kurban psikolojisine girmek istemem. Bu bence etnik azınlıktan insanlar, özellikle kadınlar için epey önemli. Şimdilerde Müslüman olmak da benzeri bir mesele hatta. Pozitif kalmalı, işine odaklanmalı ve müziğinle mutlu olmalısın. Benim için bu meselelerin hiçbir önemi yok aslında. Çünkü günün sonunda insanlar benim müziğimi dinliyor, benim çaldığım yerlere geliyor ve bunu hiçbir şey engelleyemez. Benim için önemli olan böylesi bir destek. Evet, zor mu? Zor. Ama enerjimi buna harcamak istemiyorum. Yalnızca yoluma bakmak istiyorum. 

DREAMER albümünün üretim aşamasında koşullar epey çalkantılıymış; başından geçen bir hırsızlık, bir Pakistan gezisi ve pandemi nedeniyle. Bu deneyimler albümü ve o dönemdeki duygusal yolculuğunu nasıl etkiledi?

Acayip etkiledi hem de. Çünkü müzik stüdyom soyulduğunda iki senelik çalışmamı kaybettim. Her şeye baştan başlamam gerekti. Çok zordu ancak o dönem olan şeylerin kendimi müziğe daha çok vermemi sağladığını da söylemeliyim. Bu nedenle sanırım albümün şu anki hâlini tercih ederim. Her şey çok zordu ama. Bütün emeğimin boşa gitmesi, kapanmalar… Bir de dedem çok hasta olduğu için Pakistan’a gitmek zorunda kalmıştım. Neyse ki dedem iyileşti ama stüdyomun soyulmasının peşine böyle bir şey olunca ailenin çok daha önemli olduğunu fark ettim. O noktada stüdyoyu pek de düşünmüyordum, aklım dedemdeydi. Uçuşlar olmadığı için onunla beraber iki ay geçirdim. Pakistan’da vakit geçirmek, kendi kökenime dair düşünmek ve müzik… Bütün bunların ve hislerin tümü müziğimi çok etkiledi. Ayrıca aynı dönem en iyi arkadaşlarımdan biri vefat etti. Hâliyle çok üzgündüm. Sonra epey hasta oldum. Hayatımda hiç o kadar hasta olmamıştım. Ayrıca yine o dönem evlendim. Bu yüzden hem en üzgün hem de en mutlu zamanlarımdı ve bu uçlardaki hislerin tümü müziğime yansıdı.

“Dreamer”ın video klibi de Pakistan’ın Eski Lahor kentinde çekilmiş. Orada çekim yapmak nasıl bir deneyimdi?

Delice bir şeydi. Eminim Kapalıçarşı’da bir video klip çekmeye çalışsan bu kıvamda bir şey olur. Ama söylemeliyim ki Pakistan çok daha kaotik. Klip bence çok iyi oldu ama o günü asla unutmayacağım. Eski Lahor da tarihi bir yer, bence biraz eski İstanbul’a da benziyor. Daracık sokakları var. O daracık sokaklarda araba sürmeye çalışıyorduk. Hâliyle araba bir çukura girdi. Sokaktaki insanlar arabayı çukurun içinden kaldırarak çıkarmak zorunda kaldı. Aklımızı kaçıracaktık neredeyse. Bir yandan çekim yapmaya çalışıyoruz, bir yandan insanlar bize ne yaptığımızı soruyor. Çok yoğun, harika bir deneyimdi ve klipten çok memnunum. Aklımda Pakistan’da bir klip çekmek yoktu aslında ama oradaydım ve kısa sürede planlayıverdik. Yönetmen ve görüntü yönetmeni çok iyi bir iş çıkardı. Bence Pakistan’a hiç gitmemiş biri de klibi izlediğinde Eski Lahor’un nasıl bir yer olduğunu hissedebilir. 

Albümün oldukça tesirli, düşsel ve shoegaze-vari parçaları arasından, “Lilac Twilight”a tutulduğumu ve pek çok kez peş peşe dinlediğimi itiraf etmeliyim sanırım.

Evet, “Lilac Twilight” oldukça farklı bir parça. Benim de çok sevdiğim bir parça. Geçenlerde direk dansı yapan biri bana “Lilac Twilight” ile dans ettiği bir video gönderdi. Çok şaşırdım. Birinin bu parçada direk dansı yapacağını hiç düşünmemiştim. Epey havalı bence. 

Dreamer’ın türler arasında sorunsuzca geçiş yapan, şekil değiştiren bir yapısı var. Farklı türler arasında geçiş yapabilme yeteneği, seni ve üretimlerini tanımlayan bir şey diyebilir miyiz? Bu konudaki bakış açını paylaşabilir misin?

Sanırım pek çok insan müziğimle ilgili bunu söylüyor. Hatta DJ performanslarımda da pek çok farklı tür müzik çalıyorum. Eğer müziği seviyorsak ona dair yaklaşımımızın açık fikirli olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü pek çok farklı tür müzikten pek çok farklı şey öğrenebiliriz, anlamadığımız bir dilde olsa bile. Örneğin, Türkçe müzik dinlediğimde sözleri anlamıyorum ama yine de onu beğenebiliyorum. Bana bir şeyler hissettiriyor. Müziğimi yaparken parçalar şu ya da bu tarzda olmalı diye düşünmüyorum. Yalnızca yapıyorum ve müziğimin pek çok farklı şeyden etkilendiğinin fark edilebileceğini düşünüyorum. Bazı parçalar daha elektronik ve hareketli, bazıları ise daha gitar odaklı. Yine de tümüyle ele alındığında akan bir hâli var. Bir bütünlüğü var. Zaten bu şekilde ortaya çıkıyor. Sanırım yaptığım müzik, sevdiğim şeylerin bir yansıması.

İlk albümün Weighing of the Heart genel olarak olumlu eleştiriler almıştı. Albümü üretirken William Blake ve Matthew Arnold gibi şairlerden ilham aldığını biliyorum. Edebiyat, özellikle de şiir, üretim sürecini nasıl etkiliyor?

Çok diyebilirim. Çünkü şiir ve eski romanları okumayı seviyorum. Önceki albümde de bu albümde de oldukça fazla şiir etkisi var. DREAMER için yine çokça William Blake okudum, çokça da John Keats. Hayatıyla ilgili de epey şey öğrendim aslında. 23 yaşında trajik bir şekilde ölüyor. Öldüğünde de aslında başarısız biri olduğunu ve kimsenin işlerini okumayacağını düşünüyor. Bahsettiğim arkadaşım da genç bir yaşta öldü. Müzik yapıyordu ve müziği harikaydı. Bu nedenle üreten insanların, genç yaşta ölseler bile arkalarında bıraktıkları üretimler sayesinde hâlâ bir şekilde onlarla bağ kurabileceğimizi düşündürdü bana. John Keats ölmeden önce, kendisi ve kız arkadaşının yazdığı mektupları okudum. Çok duygusallar. Çünkü genç yaşta yaşanan bir aşk. Üstelik Keats öleceğini biliyor, kız arkadaşı da ve mektuplaşıyorlar. Keats Roma’da, kız arkadaşı ise Londra’da. Keats’i muhtemelen bir daha asla göremeyeceğini biliyor. John Keats’in yanı sıra bir de Thomas Hardy etkiledi beni. Hardy; kendisine kafayı taktığım, Victoria döneminde yaşamış bir romancı. Bütün kitaplarını okumaya çalışıyorum. Albümdeki parçalardan “This World Couldn’t See Us”, Hardy’nin Tess romanından esinlendi. Hayatımda okuduğum en iyi kitap. Çok hüzünlü de bir kitap. Yalnızca mutlu olmak isteyen, hayatın güzel yanlarına odaklanmak isteyen bir kız hakkında. Ancak kitabı okurken toplumun ve dünyanın nasıl işlediğini bu nedenle de karakterin asla mutluluğa erişemediğini fark ediyorsun. Ve bir kadın olarak okuyunca, kitap neredeyse 150 yaşında olsa da hâlâ kendinden bir şeyler bulabiliyorsun. Kitaptaki karakterin başına gelenler bugün pek çok kadının başına gelmeye devam ediyor. Bu beni epey düşündürüyor. Ayrıca özgür olduğum için, yapmak istediğim şeyleri yapabildiğim için de kendimi şanslı hissetmeme sebep oluyor. Kitabın hikâyesi kafamda epey yer etti gerçekten. Romanın başlangıcında karakter 16 veya 17 yaşlarında ve tecavüze uğruyor. Bunun ardından kasabasına dönüyor ve hamile olduğunu fark ediyor. Kasabadaki herkes onu parmakla gösterip meseleyi bir skandal hâline getiriyor. Kimse onunla konuşmuyor ve sonunda bütünüyle dışlanıyor. Doğum yaptıktan üç hafta sonra bebeği ölüyor ve rahip, bebek evlilik dışı olduğu için onu gömmeyeceklerini söyleyince de bebeğini kendisi bir mezar kazarak gömmek zorunda kalıyor. Bir yerden sonra işler iyiye gidecek herhalde diye düşünüyorsun çünkü bu olanlar yalnızca birinci ya da ikinci bölümde olup bitiyor. Ancak her şey daha da kötüye gidiyor. Yine de şeylerin güzelliğine dair ve mutluluğun doğanın kendisinde bulunabileceğine dair bazı kısımlar var. Çok üzücü, çok yoğun ancak müthiş yazılmış.


“Müzik endüstrisi sürekli senden bir şeyler koparmaya çalışan, dürüst olmayan insanlarla dolu. Her daim senden faydalanmak istiyorlar ve bu nedenle sürekli aşman gereken engeller var. Müzikten evvel hukukla haşır neşir olduğum için kendimi biraz şanslı hissediyorum.”

Birçok radyo programı yapma şansın oldu. Radyo aracılığıyla müzik paylaşmanın en çok nesinden keyif alıyorsun ve bu, bir müzisyen ve DJ olarak çalışmalarını nasıl etkiliyor?

Radyonun en sevdiğim tarafı istediğim şeyi çalabiliyor olmam. Bu benim için bir ayrıcalık çünkü çok farklı türden müzikleri seviyorum. Ve eğer bir kulüpte veya festivalde DJ isen asıl amacın insanları dans ettirmek, iyi hissettirmektir. Fakat radyoda istediğim kadar garip şeyi çalabilirim. Ayrıca bazı konuları derinlemesine irdeleyebilirim. Radyo programlarımın çoğunun belirli temaları var. 2018’de İstanbul’u ziyaret ettikten sonra Türk Müziği üzerine bir program yapmıştım örneğin. Buradan epey bir plak almış ve onları radyoda çalmıştım. Ayrıca kendim de İstanbul’un seslerini kaydetmiştim. Ayasofya’dan okunan ezanın bir kaydını da almıştım ve onları da çaldım radyoda. Açıkçası müzik dolayısıyla seyahat ediyor olduğum için epey şanslı hissediyorum ve gittiğim her yerde bunun gibi kayıtlar alıyorum. Türk Müziği programı gibi bir Japon Müziği programı ve daha pek çok program da yaptım mesela. Ayrıca radyo online olduğu için dünyanın her yerinden insanın dinleyebiliyor olmasını da çok seviyorum. Bu sayede her yerden insanla bağ kurabiliyorsun. Programımı dinleyen insanlardan pek çok güzel mesaj alıyorum. Antartika’dan programımı dinleyen birileri olduğunu biliyorum mesela. Bir seferinde de Sudan’da yaşayan birinden bir mesaj aldım. Kimlerin programımı dinleyip dinlemediğini merak ediyor muyum diye soruyordu. Çölün ortasında bir kasabada yaşıyormuş ve internetin çektiği tek yerin bir ağacın altı olduğunu söylemişti. O ağacın altında oturuyor ve telefonundan programımı dinliyormuş. Radyoda program yaparken, küçük bir stüdyoda oluyorsun ve seni kim dinliyor, kaç kişi dinliyor bihaber oluyorsun. O yüzden böyle mesajlar almak harika bir his.

Birkaç sene evvel Sudan’da yapılmış bir belgesel izlemiştim. Askeri darbe nedeniyle kariyerleri donakalmış dört yönetmenin Sudan’da bir sinema açmaya çalışması ile ilgiliydi. Gerçek bir mücadele vermek zorunda kaldıklarını söylemeliyim. O nedenle o ağacın altında oturup programını dinlemek bu kişi için harika bir şey olmalı diye düşündüm şimdi.

Hiç böyle bir açıdan bakmamıştım, muhtemelen haklısın. Tabii bu internet sayesinde olan müthiş şeylerden biri. Bir de kendimden ziyade, bunun müziğin gücü ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Var olan müziği insanlara çalmanın ve müzik hakkında konuşmanın çok ilginç olduğunu, insanların bunu bilmek ve duymak istediğini düşünüyorum. Müziğin diğer sanatlara kıyasla çok daha manevi olduğunu hissediyorum. Çünkü insanları çok farklı bir biçimde birleştiriyor. Görsel sanatlardan, filmden, her şeyden daha farklı. 

Müzik sektörünün çeşitli alanlarında ilerlemek ve başarılı olmak isteyen genç insanlara ne gibi tavsiyelerde bulunursun?

Çok zor. Yapması kolay bir şey değil. Çünkü aslında serbest meslek sahibisin. Herkes buna uygun olmayabilir. Ne zaman ve ne yapman gerektiğini söyleyen bir işverenin yok. Her şeyi kendi başına yapmak ve kendi kendini motive etmek zorundasın. İnsanlar bunun yalnızca Instagram tarafını görüyor ve bunun arkasında ne kadar emek olduğunu, bunun ne kadar yorucu olduğunu bilmiyor. O yüzden bir anda “DJ olacağım ve bir sürü yerde çalacağım” diye düşünerek işe atlamamak önemli. Elbette hayallerine erişebilirsin ama oraya varmak epey sürüyor. Hâliyle buna hazırlıklı olmak gerek. Ayrıca müzik endüstrisi sürekli senden bir şeyler koparmaya çalışan, dürüst olmayan insanlarla dolu. Her daim senden faydalanmak istiyorlar ve bu nedenle sürekli aşman gereken engeller var. Müzikten evvel hukukla haşır neşir olduğum için kendimi biraz şanslı hissediyorum çünkü sahip olduğum hukuk bilgileri kontratlar gibi şeyleri anlamamda bana yardımcı oluyor. Meseleye heyecanlanıp aniden atlamamak lazım sonra çok yıkıcı sonuçları olabiliyor. Yönlendirilmesi gereken çok şey var yani. Prince’in bu mesele üzerinde neden bu kadar durduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum. Üç dakikalık bir parça; insanların bağ kuracağı, beğeneceği ve sık sık çalacağı tek bir parça yapmak bile çok zor. Bunun için belirli bir reçete yok. Ve bunu tümüyle bir şirkete devretmek çok kötü bir his.

Müziğini temsil edecek bir tatlı hazırlasan, hangi malzemeleri kullanırdın ve adını ne koyardın?

Tatlıya çok düşkünüm o yüzden karar vermesi zor. Ama sanırım vişneli ve bitter çikolatalı bir şeyler. Geçenlerde arkadaşlarım için bitter çikolatalı ve vişneli bir tart yaptım, epey beğendiler. Ayrıca Türkiye’de olduğumuza ve buradaki baklava muhteşem olduğuna göre belki de bir tatlı hazırlamama gerek kalmaz. Baklava tatlı olarak beni bütünüyle yansıtıyor diyebiliriz. Bayılıyorum baklavaya. Birkaç hafta önce Beyrut’a gittim ve Lübnan’da çok iyi baklava yapıldığını söyleyip beni bir yere götürdüler. Oranın en meşhur yerine. İyiydi ancak ben Türkiye baklavasını tercih ederim. Çünkü Lübnan baklavası biraz daha gevrek ve tuzlu, Türkiye baklavası ise daha yumuşak ve tatlı. 

Geldiğinden beri kaç kez baklava yedin?

Son 24 saatte tam üç kez baklava yemeye gittim. Hatta bu akşam yine gideceğim çünkü yarın sabah şehirden ayrılıyorum ve gitmeden bir kez daha yemek istiyorum. 

Herhangi bir sanat dalından aramızda olmayan ya da hayatta olan herhangi bir sanatçıyla işbirliği yapma şansın olsaydı bu kim olurdu ve nasıl bir iş birliği yapardınız? Bu benzersiz ortaklıktan nasıl bir yaratıcı projenin doğacağını düşünüyorsun?

Müzik idolüm olan Michael Jackson’ı seçmeliyim elbette. Ancak onunla nasıl bir iş birliği yapardık bilmiyorum çünkü kendisi inanılmaz iyi. O nedenle bunu sadece öğretici bir deneyim olarak düşünebiliriz sanırım. Başarıları, her detaya gösterdiği özen, dansı, vokali veya bütünüyle imgesi, her şeyi… Evet, sanırım bir iş birliğinden çok bana akıl hocalığı ediyor olurdu. Beraber bir gün geçirsek ona müzikle ilgili pek çok şey sorardım, kendisi ayrıca oldukça iyi bir iş insanı da. Hayatta olan biriyle yapmak isteyeceğim bir iş birliği için ise Kendrick Lamar’ı seçerim sanırım. Onunla bir parça yapmayı çok isterdim. Ben gitarla atmosferik, shoegaze-vari bir ezgi üretirdim ve o da bu ezgi üzerine rap yapardı. Albümünün mastering aşamasında, kendisiyle aynı stüdyodaydım aslında. İhtiyacım olmadığı hâlde tuvalete gidip durdum. Epey yavaş yürüyordum, belki denk geliriz diye. Ama onu bir türlü göremedim. Denedim yine de!

Nabihah Iqbal için sırada ne var? Başka bir LP için altı yıl daha beklememiz gerekecek mi sence?

Aslında kafamda epeyce bir fikir var yeni müzikler için. Mesele biraz zaman bulmakta yatıyor çünkü albüm çıktığından beri turnedeydim. Yarın çalmak için New York’a gidiyorum, sonrasında da kasım ayı boyunca Avrupa turnesinde olacağım. Aralıkta Asya’da, ocakta Avusturalya’dayım. Sonra tekrar Amerika’ya gidiyorum. Durmaksızın devam yani. Bir yandan dolaşıp müziğin insanlara ulaştığını görmek gerçekten çok iyi hissettiriyor ve şu ana kadar çaldığımız kalabalıkların hepsi muhteşemdi. Ancak bir yandan da yeni müzik üretmek için biraz zaman bulmalıyım. Sanırım bu konuda katı olup birkaç haftayı kendime ayırmam gerekiyor. Yine de umuyorum ki beş ya da altı yıl sürmeyecek ve bir stüdyo soygunu daha yaşanmayacak!