Tufan Taştan'la Sen Ben Lenin üzerine

Rusya kıyılarından denize atılıp 2000’li yıllarda Düzce’de tezahür eden, ülke gündemini meşgul ettiği kadar dünya basınında da geniş yer bulan Lenin heykeli hâlâ hafızalarda. Bugün Akçakoca Belediyesi’ne ait bir depoda kaderine terk edilmiş durumda olan heykel, bu sene çeşitli festivalleri arşınlayan bir filmin, Sen Ben Lenin’in ilham kaynaklarından.

Polisiye ve mizahın kol kola gezdiği ilk filminde yönetmen Tufan Taştan, yanına Barış Bıçakçı’yı da alarak, iki polis memurunun tüm kasaba ahalisinin ağzını arandığı bir sorgu odasına götürüyor bizleri. Belediyenin düzenlediği görkemli bir açılışın hemen öncesi Lenin heykeli çalınıp, bulunması için 12 saatlik bir limit konulmuşken; ellerinde delil olarak boş bir sandalye, kayıp bir çocuk ve rengârenk çaputlar var yalnızca. 

Kısa film çalışmalarıyla da tanıdığımız Taştan, 26 Kasım itibariyle vizyona giren ilk uzun metraj projesine dair merak ettiklerimizi yanıtladı.

“Mekânı hissettirmeyen; sorgulatan, düşündürten ve gülümseten bir masal anlatmaya çalıştım.”

Sen Ben Lenin’in ilham kaynağı, o meşhur Lenin heykeli. İlk uzun metrajında bu hikâyeyi anlatmaya, polisiye kodları içinde işlemeye iten motivasyonlar nelerdi?

Temel motivasyon, yaşanmış bir olayı sinema aracılığıyla yeniden kurmaktı. “Mucizevi” ya da “bilimsel olarak” 2 yılı aşkın bir süre Karadeniz’de yüzen ve sonunda Akçakoca’ya gelen Lenin heykeli, muhafazakâr bir belediye başkanı tarafından turizmi canlandıracağı düşüncesiyle dikilmek istenmişti. Sonra Ankara’dan olaya müdahale edilmiş ve heykel depoya kaldırılmıştı. “O dönemin belediye başkanı, Lenin’i gerçekten kasabanın meydanına dikseydi ne olurdu?” sorusu, bizi harekete geçirdi. Yaşanmış bir olaydan yola çıkıp yaşanmamış bir olay üzerine film yapmış oluyoruz aslında. Gerçek ile kurduğumuz bağ, kasaba meydanına dikilemeyen Lenin heykelinin dikilmesi ve hatta çalınmasıyla yaratılan kurmacaya odaklanıyor. Kısaca, film kendi gerçeğini yaratıyor… Polisiye kodlarına gelince orası biraz uzun hikâye. Bir gün uzun uzadıya anlatırım ama bu senaryo, Lenin heykeliyle ilgili Barış Bıçakçı ile birlikte yazdığımız ikinci senaryo oldu. İlk yazdığımız hikâyeyi maddi sebeplerle çekemeyince, onun bittiği yerden yeni bir hikâye kurmak durumunda kaldık. Düşük bütçeyle, kısa sürede ve hikâyemizden vazgeçmeden bu filmi çekebilme arayışı, bizde polisiye kodlarını kullanma düşüncesi yarattı. Aslolan derdimizi anlatmaktı.

Kayıp bir heykel vakasının ardından sorgu odasında konumlanan envai çeşit karakter aracılığıyla, farklı yaşlardan, ideolojilerden, sosyo-ekonomik sınıflardan insanla tanışıyor; aralarındaki dinamikleri keşfederken, bu hayali kasabanın röntgenini çıkarıyoruz. En başından beri bol karakterli ve bol diyaloglu bir anlatı yaratma niyetinde miydin? Yazım sürecinde hangi unsurları gözettin?

Sinema da edebiyat gibi kalem ve defter arasında olsaydı, yönetmenin hayali ve kamerası yaratmaya yetseydi keşke. İşin maddi boyutu, hayallerin hayatla buluştuğu aşamada çok zorluk çıkarıyor. Bu nedenle ikinci senaryoyu hikâyenin özünden kopmadan 12 günde çekilebilir bir hâle getirmemiz gerekiyordu. Mekânı sınırlayınca karaktere ve hikâyeye odaklanmak zaruri oluyor. Elbette ki mesele sadece maddi değildi. Barış ile birlikte inandığımız bir hikâyeyi, sinemanın sınırlarıyla birlikte kendi sınırlarımızı da zorlayarak yeniden yaratma arzusuydu. Alışık olduğumuz “sinema bir gösteri sanatıdır” cümlesinin yerine “sinema bir anlatı sanatıdır” cümlesini kurmaya çalıştık. Bazen dalga sesleriyle denizi hissetmek, olayların duygusuna bir oyuncunun yüzünde, ses tonunda tanık olmak, okyanusu görmekten çok daha derin bir duygu uyandırabilir. Elbette birbirinden sınıfsal olarak farklı karakterler yaratmak ve bu karakterleri kasabanın hatta ülkenin bir prototipi olarak görmek, röntgenlerini çekmek ve onları harmanlamak bizim için çok heyecanlıydı.

Açılış ve kapanış sekansları haricinde filmin tamamı tek bir mekânda, hatta neredeyse tek bir odada geçiyor. Öyle ki metin, bir tiyatro oyunu formunda da işleyebileceğini hissettiriyor. Bu konsepti inşa ederken tempoyu düşürmeme gibi bir kaygı taşıyor muydun?

Elbette bu kaygıyı hep taşıdım. Hikâyeyi bir yerden bir yere taşımak aslında yönetmenin esas görevidir ve bunu yaparken de temel yapı taşlarından biri tempodur. Tıpkı müzik gibi, filmin ritminin de çok belirleyici olduğuna inanırım. Mekânı sınırladığımız için elimizde kalanlar; olay, karakter ve hikâye üçlüsü. Dar alanda iyi top çevirebilmek için de tiyatrodan farklı olarak teknikle ve kurguyla tempoyu yaratmanız gerekiyor. Bu da bol karakterli ve bol diyaloglu bir yapı ortaya çıkarıyor. Kurgunun ilk draftında 120 dakika çıkan filmi, 86 dakikaya kadar düşürdüm; bahsettiğimiz kaygılarla kesip biçtim. Amaç hikâyenin ritmiyle, anlatının temposunu tutturabilmekti. Ne kadar az mekân da olsa, klostrofobik bir atmosfer yerine mekânı hissettirmeyen; sorgulatan, düşündürten ve gülümseten bir masal anlatmaya çalıştım.

“Bir lideri putlaştırmak, kutsal addetmek; onu gerçek bağlamından, düşüncelerinden koparıyor.”

Sen Ben Lenin, biraz da öyküsünün doğası gereği mizahı elden bırakmayan bir film. Lenin kasabayı değiştirecek derken, kasaba Lenin’i değiştiriyor; yaşanan bürokratik krizin karakterlere yansımaları da heykelin kasaba ahalisince politik bağlamından koparılması da oldukça absürt. Kara mizah ve polisiye arasındaki dengeyi nasıl sağladın, sinema veya diğer disiplinlerden referanslar aldığın oldu mu?

“Lenin mi kasabayı değiştirecek, kasaba mı Lenin’i?” sorusu, filme başlarken benim için temel sorulardan biriydi. Karakterlerin gündeliğiyle Lenin birleşince, bir de işin içine polisiye bir damar girince ister istemez trajikomik bir hâl alıyor olaylar. Gerçek ve gerçeğin ortaya çıkarttığı absürt üzerinden ilerleğimiz için bu dengeyi hep kıvamında tutmaya çalıştım. Bazen polisiyenin yükseldiği yerlere müdahale ettik, bazen en çok güldüğümüz esprileri filmden atmak durumunda kaldık. Kara mizah ve polisiye arasında kasabalıların anlattığı hikâyeye zarar vermeden bir denge yaratmaya çalıştım. Bu süreçte sosyal bilimlerden güzel sanatlara, gündelik olandan siyaset bilimine elbette birçok referans kullandım.

Serdar Orçin’in hayat verdiği Fikret, filmin bir noktasında “Çareyi heykellerde değil insanlarda, birbirimizde aramalıyız.” diyor. Bu replik senin için ne ifade ediyor?

Ben de katılıyorum elbette. Rivayet o ki, Mehmet Aksoy “Büst denildiğinde kutsal bir kişiden bahsediyormuşuz algısını kırmak gerek.” diyerek “sıradan” insanların; sokakta mendil satan çocukların, simitçi abilerin, masalara gül bırakan ablaların büstlerini yapıyor. Gerçekten de meydanlarda, parklarda karşılaştığımız heykellere kutsal bir anlam yüklenmiyor mu? Bir lideri putlaştırmak, kutsal addetmek; onu gerçek bağlamından, düşüncelerinden koparıyor. “Kutsal” olanın yarattığı algı; bir heykelin, bir insanın önüne sebep oluyor. Fikret, İdil ve benim için değerli olan Lenin’in heykeli değil, düşüncesi. Onun düşüncesine göre de tabii ki çare insanlarda, bizde. Kaderlerini, kendileri tayin edecek bir halkta.

Küfürbaz ve huysuz Komiser Erol ile sakin ve titiz Komiser Ufuk arasındaki tezatlıkla, iyi polis kötü polis klişelerine göz kırpılıyor gibi. Bürokrasinin tüm bu çürümüşlüğü içinde ellerini temiz tutmaya çalışmasıyla ve pencere pervazından gördüğü çeşitli imajlarla ayrı bir noktada konumlandırılıyor sanki Ufuk. Bu iki karakter arasındaki farklılıkları nasıl yorumluyorsun?

Filmimizin başrolü olan iki polisi, hikâyeyi taşıyan ve kasabalıları birbirine bağlayan birer aracı olarak görüyoruz. Bu nedenle tam da bahsettiğiniz gibi bir klişe üzerinden yorumlamayı tercih ettik. Bunun bir klişe olduğuna filmde de yer yer vurgu yaparak iyi/kötü polis klişesini yeniden yorumlamaya çalıştık. Erol’u “klasik bir Türk polisi” olarak çizdik. Biraz huysuz, biraz bıçkın, biraz alışıldık olmasına özen gösterdik. Ufuk’u ise daha genç, hayalperest ve “titiz” bir polis hayal ettik. Erol’u gerçekle, Ufuk’u hayal dünyasıyla yansıttık diyebilirim kısaca. Fakat ikisi de sevseler de sevmeseler de bir görevi yerine getirmekle mükellef. İki polis her ne kadar farklı olsa da sistem/düzen için sadece birer piyonlar.

Sinemada aslolanın hikâye olduğunu düşünenlerdenim.

Kendi romanından uyarladığı Bizim Büyük Çaresizliğimiz ve Pelin Esmer’le yazdığı İşe Yarar Bir Şey’in ardından, Barış Bıçakçı 3. kez bir uzun metraj filmin senaryosunu kaleme aldı. Daha önce Söz Uçar isimli kısanda da çalışmıştınız. Bir edebiyatçı ile sinemacının ortak üretim süreci nasıl işler? Bıçakçı’nın perspektifi bu senteze neler kazandırdı?

Barış’ın kazandırdıklarını, Sen Ben Lenin diyerek kısaca özetleyebilirim. Barış ile birlikte bu sürece 2015’in Kasım ayında başladık. Yukarıda da biraz bahsettiğim gibi önce ilk senaryoyu, sonra da çektiğimiz bu senaryoyu yazdık. Bu sürece bir de kısa film sıkıştırıp, Söz Uçar’ı çektik. Aslına bakarsanız Söz Uçar’da Barış ve oyuncu arkadaşlarımızla birlikte yarattığımız sinerji sayesinde bu filmi gerçek kıldık. Söz Uçar’daki kolektif süreç bize cesaret verdi. Dayanışma içinde olursak derdimizi anlatabileceğimize inandık. Barış’ın bana yoldaş olmasının yanı sıra onun edebiyatçı kimliğiyle çalışmak, bir senaryo yaratmak, yönetmen için paha biçilmez bir deneyim. Sinemada aslolanın hikâye olduğunu düşünenlerdenim. Bu nedenle Barış ile birlikte bu senaryoyu yazmak çok öğretici oldu. Sadece senaryoyu yazmakla da sınırlı kalmasın tanımlamam; bu filmin ön hazırlığından yapım sürecine, çekim aşmalarından post prodüksiyonuna kadar hep yanımda oldu. İyi ki var.

Yönetmenler Pelin Esmer, Özcan Alper, Emin Alper, Çiğdem Vitrinel ve Vuslat Saraçoğlu’nun konuk oyuncu kisvesindeki varlıkları, onlara seçmiş olduğun karakterler, seyir zevkini yükselten anlardan. Projeye nasıl dâhil oldular, beraber çalışmak nasıl bir deneyimdi?

Fazla spoiler vermeden, onlara seçtiğimiz rollerin biraz ters köşe olmasını istediğimizi söyleyebilirim. Tıpkı yönetmen koltuğundan kalkıp oyunculuğu denemeleri gibi. Türkiye sinemasında yakından takip ettiğim, hepsine ayrı ayrı saygı ve sevgi duyduğum yönetmenlerle, dostlarla çalışmak çok güzel bir deneyimdi. Bize ve anlattığımız hikâyeye inandıkları için yanımızda oldular. Uzun süredir yapmaya çalıştığımız bu filmi gerçek kılmamız için omuz verdiler. Setteyken onların oyuncu sandalyesine oturdukları anların çok eğlenceli olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

Künyedeki oyunculara da ayrı bir parantez açmak istiyorum. Filmde iddialı kelimesinin yetersiz kalacağı, oldukça geniş bir oyuncu kadrosu var. Birçoğunun ekran süresi oldukça kısa olsa da hemen herkes akılda kalıcı anlara sahip. Bunca isim nasıl bir araya geldi?

Bu süreci tamamen kolektif bir süreç olarak ilerlettiğimizi söyleyebilirim. Filmde yer alan herkes aslında taşın altına elini koydu. Bu filmin yapılması için canı gönülden destek oldu. Oyuncu arkadaşlarımız, oyunculuğun dışında bu hikâyenin ve yapımının bir parçası oldu. Bu yüzden “sinema kolektif bir üretimdir” cümlesi, bu filme çok yakışıyor. Hep birlikte yoktan var edilen bir süreci deneyimledik. Hepimizin ortak noktası bu filme inanmak, bu hikâyeyi anlatmaktı. Evet bazen küçücük bir sahne, kısacık bir rol olsa da herkes söyleyeceği o cümlenin filmin bütünündeki karşılığına inandı, filmin derdiyle hemhâl oldu. Oyuncuların bir kısmı daha önce çalıştığımız, bir kısmı sadece tanıdığımız, bir kısmı ise yeni tanıştığımız insanlardı ama günün sonunda sanki herkes bu filmi bekliyor gibiydi. Anlattığımız hikâye ve derdimiz ortaklaştı.

Sen Ben Lenin’in dünya prömiyerinin 43. Moskova Film Festivali’nde, fiziksel olarak düzenlenen bir etkinlikte gerçekleştirdiğini işittik. Öykü bu topraklar kadar, Karadeniz’in öteki yakası ile de ilişkili şüphesiz. Filmi deneyimleyenlerden ne gibi reaksiyonlar aldın?

Maalesef fiziki gösterimlere katılıp reaksiyonları duyamadım. Evet filmin gösterimin ardından bir söyleşi yapacaktık fakat Türkiye-Rusya uçuş yasakları nedeniyle havaalanından dönmek durumunda kaldım. Moskova’da yaşayan arkadaşlarım süreci takip etti ve basın aracılığıyla yorumları okuduk. Özellikle bazı film eleştirmenlerinin yazıları, hikâyeyi evrensel olarak doğru yerden kurduğumuzu gösterdi. Elbetteki o reaksiyonları, o salonda dinlemek isterdim fakat faşizm yetmiyormuş gibi bir de pandemi tüm hayatımızı altüst etti ve Lenin’i kendi ülkesine götürmemize engel oldu. Ne yapalım bir dahakine artık. Sözü gerçek manada “yaşasın sinema” diyerek bitireyim. Bugünler geçtiğinde sinemanın, sinemada yaşaması umuduyla…

Röportaj: Merdan Çaba Geçer