Orada bir çıkış var mı?: On Adımda Unutmak (Anti-Prometheus)

Yazı: Asya Yigit

“Tamamlanıyor, tamamlanıyorum.”

Balçıktan yarattığı insanlara ateşi getiren Prometheus bugün sofralarımıza gelse, nerede oturur? Gerçekten umutla vazgeçmek arasında sıkıştığımız bu zamanda onu parçalara böler miyiz? Muhtemelen soframızda ona ayıracak bir sandalyemiz yoktur; bütün sandalyelerimiz sırtımızda, büyük umutları ve şarkıları bıraktık, durmadan yürüyoruz. Durduğumuz nokta, çok acı çektiğimiz ve o acıdan kurtulmak adına unutmak için ilerlediğimiz an olsa gerek, durmadan ilerlediğimiz. Ama bir gün gelecek; hepimiz inanıyoruz o güne.

Şahika Tekand’ın 2010 yılında İstanbul Kültür Başkenti projeleri kapsamında Promethiade Projesi ile yazıp yönettiği ve ışık tasarımını üstlendiği On Adımda Unutmak (Anti-Prometheus), Tekand’ın 2024’te değişen koşulları da göz önüne alarak yazdığı yeni metniyle Studio Oyuncuları ve Freestage tarafından sahneye koyulmakta. Oyunda rol alan aktörler Cem Bender, Nedim Zakuto, Özgür Özkurt, Enes Demirkapı, Altay İcimsoy, Bahattin Genç. Mart temsilleri için biletler burada

Konu nedir?

“İlerliyorum.”

Oyun, başına gelebilecekleri bilmesine rağmen ateşi çalarak insanlara getiren Prometheus’un aksine, acı çekme yeteneğini kaybetmiş çağdaş insanın “gönüllü kulluğu” üzerine. Her şeyi çok hızlı unutan; sıkıştığı küçük, bireysel dünyasında yaşamını ve büyük umutlarını küçük kazanımlara feda eden, durmadan çalışan, bu küçük kazanımların peşinde durmadan koşan insanları izliyoruz. Her şeyi çok hızlı tüketmek ve maruz kalınan bilgi bombardımanının içinde cahilleşmek de yine çağdaş insanın tragedyası olarak çıkıyor karşımıza. Yönü saptanamaz olan bir ileri… Hep daha ileriye gitmek uğruna verilen çabanın etrafında, dönüp dolaşılan ve varılan noktanın kocaman bir hiçbir yer oluşu konumuz.

Acı çekmenin bilinci ile özgürleşebilmenin olasılığının kaybolduğu bu çağda, ne büyük umutlar vardır ne de özlemi duyulan bir düş.

“Gene de başka türlü olabilir mi? Belki bir an için…”

İlk intiba

“Nerede yanlış yaptığımı hâlâ bilmiyorum; bir şeyi yanlış yapmış olmalıyım.”

Oyundan sonra kafamda sürekli dönen bir soru vardı: “Neyin özlemini duyuyorum?” Özlemini duyduğumuz hiçbir şey kalmadı demek, biraz kolaya kaçmak olabilir. Özlemini duyduğumuz hiçbir şeyi inşa etmediğimiz bir yerdeyiz. Umut da özlemle aynı yerde, birbirine sürekli çarpan iki taş gibi. Elimizde bu taşlardan hiçbiri yok, hepsini okyanusun derinliklerine attık veya atıldı. Ne zaman, nasıl oldu bilmiyorum ama umuttan bahseden bir taşa çarpmıyor ayaklarımız; komik ve gülünç oluyoruz “büyük” olana sarıldığımız ölçüde. Umut, artık düşlemesi büyük ve ulaşılması imkânsız olan, eskide kalan, nostaljik bir hissin ötesine geçemeyen bir duygu. Bunun yerine önüme sürekli paketler hâlinde sunulan, bugünümü kurtaracak olan ne varsa, hepsine sıkı sıkıya sarılıyorum ve taşıyorum hepsini sırtımda; büyük bir inanç var içimde: Bugün değilse, yarın değişecek bir şeyler.

Oyundan çıktıktan sonra, birbirimizin ötekisi olduğumuzu ama aslında içinde kaybolduğumuz şeyin ötekileştirdiği bir çokluğun aşamadığı yorgunluğu, ağır gelen yükleri ve ısrarla o yükleri taşımaya devam etme hâlini ortak bir yerden hissettim. Hayatımızda eksikliğini duyduğumuz ama adını koyamadığımız her şey, seslerle ve imajlarla çarptı bedenimize.

En çok neyi sevdin?

“Bir an için de olsa yerini bilmek istiyor insan; bu dünyadaki yerini…”

Arkasında, göremediğimiz ve dokunamadığımız bir şiddetin sebep olduğu, bakınca göz kamaştıran ve uyuşturan sihirli bir an vardı. On adımın sonunda herkesin her şeyi unuttuğu an ve devamında gelen sinir bozucu kahkahalar… Her şey sanki gözümü açıp kapatmam ile oldu; neredeydim ve ne zaman oldu bilmiyorum, belki de unuttum dediğim anların bir bütünü gibi… Her şeyin unutulduğu o anda özlemlerimiz, çabalarımız ve vazgeçişlerimiz, sinir bozucu bir kahkahaya dönüştü bir an ve çok hızlı bir şekilde her şeyi unuttuk, her şeyin yeri değişti ve hep birlikte sorduk: Peki şimdi n’apıcaz? Her şey dün nasılsa, aynı şekilde olmaya devam etti.

Ambiyans / ortam / mekân / kurgu / dekor için neler söyleyebilirsin?

“Evet… Bazen harekete geçmek için… Bir neden… Harekete geçmeye değer bir neden…”

Siyah renginin hakim olduğu ve 32 karenin birleşiminden oluşan bir zeminde sandalye, oyunun temel malzemesi olarak kullanılıyor. Sandalye ile ilişkilenme hâli oyunu üç parçaya bölüyor; başlangıçta bir yük olarak taşınan sandalye, daha sonra bir arzu nesnesine dönüşüyor; arzu nesnesine dönüşen sandalye, zamanla oyuncunun elde etmek için uğraştığı ve bağlandığı bir mülk ve dinlenme aracı oluyor. Hareketin nesnel ve zorunlu “performatif nedenini” var eden sandalye, Prometheus’un zincirlerle bağlandığı kayanın yerini alıyor. Hareketin yönünü belirleyen bir diğer önemli unsur da ışık. Işık komutlarıyla hareket eden oyuncu, içinde bulunduğu zeminin ihtiyaçlarından fazlasını yapmaya yeltenemiyor, her şey sınırlar ve onların gereklilikleri dâhilinde gelen komutlarla yerine getiriliyor.

Repliklerin eş zamanlı ve eş anlamlı bir şekilde üst üste oturtulduğu performansta, ışık-ses ve komutlarla birlikte sandalyenin de kullanımıyla yoğun bir işçiliğin ve gayretin etrafında yaratılan ve anlatılan çıkışsız zemin, oyuncuların yüksek performansıyla da derinlik kazanıyor.

Oyun, modunu nasıl etkiledi?

“Kafamın içinde sorular gittikçe sıkışıyor, sıkışıp kalıyor cevapsız sorular kafamın içinde…”

İnsan kaybolduğu noktalarla karşılaştığı zaman affalayabiliyor çoğu zaman. Sürekli merak ettiğim, yer yer cevap verebildiğime inandığım, yer yer sadece inanmakla yetindiğim ‘hayatın iplerinin ne kadarının elimde olduğu’ sorusu ile karşılaşmak,biraz ağırdı. Bu konuda yalnız olmadığıma da inandığım bir yerden, “ortak yüzleşmelerin” iyileştirici gücü de yadsınamaz.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…

“Umutla vazgeçmek arasında…”

Geride kalan en önemli sorulardan biri, bir çıkışın olup olmadığı. Buradan bir çıkış var mı gerçekten? Şayet varsa, bir kapısı yok ve tek tek çıkışlar mümkün değil gibi.

Birbirimizin ötekisi olduğumuz bir yerden değil de bu çağın ötekileri olarak sırtımızdaki sandalyelerden kurtulmak bitmek bilmeyen yorgunluğun, sıkışmışlığın ve tükenmişliğin panzehiri olabilir mi?

Kimin elinde olduğunun artık bir öneminin olmadığı hayatımızın parıltılı iplerini bir köşeye bırakıp, içinden çıkmanın belki de mümkün olmadığı bu zeminde; yaşama gücünü (conatus) artıracak karşılaşmalar için farklı varoluş yollarını aramak, Pandora’nın kutusunda kalan ve dışarı çıkamayana sarılmak, çıkışı olmayan bu düzlemi başka bir yere dönüştürmenin olanağını taşıyordur belki de.

Bunu seven şunu da sever

Kendrick Lamar’ın son albümü Mr. Morale & The Big Steppers‘ı.