Patrida: Aidiyet ile yersizlik arasında

Röportaj: Eylül Aytan

Oyuncu Ayça Damgacı, fotoğrafçı Tümay Göktepe’yi de yanına alarak, 87 yaşındaki Batı Trakya göçmeni babasının yıllar önce arşınladığı yolları takip edip, iz sürüyor Patrida’da. Hem kendisinin hem ailesinin doğduğu ve bugüne dek hiç görmediği toprakları ziyaret etme hayali taşıyan İsmet Damgacı, uzun seneler önce yapmış olduğu zorunlu göç yolculuğunu tersten gerçekleştiriyor bu kez. Ortak geçmişi, atanmış aidiyet – kimlikleri sorgulama ve yeniden anlamlandırmaya çalışıyor baba – kız.

41. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması seçkisinde yer alan, ayrıca Documentarist 14. İstanbul Belgesel Günleri Jüri Özel Ödülü’nün de sahibi Patrida’ya an itibarıyla MUBI’den erişilebiliyor. “Memleket nedir?” sorusu üzerinden bir köklere dönüş öyküsü anlatan yönetmenler Ayça Damgacı ile Tümay Göktepe’ye, filme dair daha fazlasını öğrenmek üzere kulak kabarttık.

“Bu yolculuğun filmini babam ile çekmemiz gerektiğini, zira dokuz aylıkken terk ettiği o şehre bir daha asla ayak basmadığını, ne kendinin ne de anne ve babasının doğduğu şehirleri görmeden bu dünyadan ayrılmaması gerektiğini düşündük.” – Ayça Damgacı

Ayça, belgeselin başından itibaren seni kimlikler arasında sıkışmış, gardırop aralarında kendinin ve ailenin hakikatini bulmaya çalışırken görüyoruz. Baban ise çok uzun bir süre boyunca başından geçen acıların, hak ihlallerinin üzerine bir örtü çekmeyi tercih etmiş. Babanı bu süreci izleyiciler ile de paylaşmaya nasıl ikna ettin?

Ayça Damgacı: Filmin çıkış noktası her ne kadar benim bu hazin olayı öğrenmem gibi görünse de her şey Xanthi’ye (İskeçe) Tümay ile yaptığımız yolculukla başladı. Samotraki adasına gidecektik ama 15 Temmuz oldu. Kapıkule kapandı ve biz de Atina’ya uçup, trenle Aleksandrupoli’ye (Dedeağaç) gitmeye karar verdik. Xanthi’de tren durmadı ama istasyona geldiğimde, babam ve ailesinin 1932 yılının ocak ayında İsviçre’ye göçerlerkenki resimleri canlandı; bavullarla trene binişleri, babam dokuz aylık. Önce Belgrad’a, oradan da İsviçre’ye ulaşıyorlar. Ve 16 yıl sonra Türkiye’ye dönmek zorunda kalışları… Hepsi zihnimde dönem filmi gibi aktı. Ve Tümay ile bu yolculuğun filmini babam ile çekmemiz gerektiğini, zira dokuz aylıkken terk ettiği o şehre bir daha asla ayak basmadığını, ne kendinin ne de anne ve babasının doğduğu şehirleri görmeden bu dünyadan ayrılmaması gerektiğini düşündük. Zaten kendisinin arzusu da bu yöndeydi ama yaşı itibarıyla, fiziksel olarak bu seyahate gücünün yetmemesinden ve sınırda, “yabancı ellerde” kamera, ses cihazı, mikrofonla tutuklanmaktan falan korkuyordu.:) Ama bir yandan en büyük motivasyonu dünya gözüyle Batı Trakya ve Selanik’i görmekti. Yıllarca sakladığı hikâyesini anlatmak, babasıyla ruhen/zihnen yakınlaşma isteği… Kendini o kadar ferahlamış hissetti ki seyahatten sonra. Muhtemelen tüm korkularına rağmen sezgilerini takip etti. 

Patrida, hem lojistik hem de psikolojik olarak çekimleri zorlu bir projeye benziyor. Türkiye dâhil dört ülkede, hareket hâlinde, Ayça’nın babasının hikâyesini takip ediyorsunuz. Bu uzun ve duygusal yolculuğa nasıl hazırlandınız?

A.D.: Kağıt üzerinde çok çalıştık. Bir yol filmi olduğu için zaten lineer bir yapısı vardı kendiliğinden. Ama hangi şehirde hangi konuları işleyeceğimiz, hangi mekânlara gidip orada ne gibi diyaloglara yöneleceğimiz ve bunun dramatik yapısını çalışmak bir buçuk sene sürdü. Çok şanslıyız ki EuroAsiaDoc belgesel film geliştirme atölyesine seçildi projemiz. Orada Samuel Aubin ile 15 gün boyunca çok yoğun çalıştık. Daha sonra Ermenistan Erivan’da, Altın Kayısı Film Festivali sırasında proje sunumu yapılacaktı Avrupa’dan gelen birtakım yapımcı ve televizyonculara. İstanbul’da dosyamızı hazırladıktan sonra çalışmaya her gün devam ettik ve sunumlara hazırlandık. Ve böylece daha sonra yapımcımız olacak Macalube Films ve Tavma Film ekibiyle tanıştık. Biraz sabırsızlanıyor, acele ediyorduk. Hem heyecandan hem de babam 87 yaşına gelmişti ve sanki zamana karşı yarışıyormuşuz gibi hissediyorduk. 

Sonra, bu sefer Xanthi  ve Selanik’e bir keşif seyahati yaptık. Mekânlarımıza baktık. Yolda, orada yaşayan Türk azınlıktan kişilerle tanıştık. Uzak akrabalarımızı bulduk. Bu seyahat, çekim senaryosunu daha da güçlendirdi. Öte yandan herkes belgeselin senaryosu mu olur, kendinizi sınırlamayın, yaratıcılığınızı bağlamayın gibi şeyler diyordu. Hatta katıldığımız atölyede, tretmanı hazırlarken bazı sahneleri kurmaca film gibi diyaloglarıyla yazmıştım. Çünkü karakterlerimi (babam, annem ve kendim) epey iyi tanıyordum. Ve birebir bazı sahnelerin aynısını yaşadık çekimlerde. Kendini gerçekleştiren bir senaryo oldu. Ve tabii her ne kadar en zoru kurgu süreci de olsa, öncesinde bu şekilde çalışmanın mükafatını aldığımızı da söylemeden geçemem.

Kendimizi Ayça’nın babasının zorunlu yolculuğunu tersten izlerken buluyoruz. Bu yolculuğa tersten çıkma ana fikri nasıl oluştu?

A.D.: Göç hikâyesi çok karışıktı da ondan. Dedem Selanikli; babaannem Komotini (Gümülcine), babam ise Xanthi (İskeçe) doğumlu. Ve sonra İsviçre’ye göç etmişler ve nihayetinde sınır dışı edildiklerinde Atina üzerinden İstanbul’a gelmişler. Hangi noktadan başlarsan başla zaten hayat hikâyesinin kronolojisinde anlatmak pek mümkün değildi. O sebeple kurgumuzu hep İstanbullu, orta/orta üst sınıf, beyaz Türk bir ailenin korunaklı alanlarını bırakarak köklerini keşfettikleri/tanıdıkları ve kendi ötekilikleriyle yüzleştikleri bir yolculuk olarak yaptık. Aidiyet ile aidiyetsizlik, yersizlik, yurtsuzluk kavramları arasındaki kesin, hatta bazen grotesk geçişler bizi yönlendirdi.

İzleyici gözüyle, babanın yolculuk öncesi ve sonrasındaki değişimini fark etmemek imkânsız. Yolculuğa çıkmadan önce hem politik sebepler hem sağlık sebeplerinden dolayı tedirgindi. Yolculuğunuz sırasında ise tutamadığınız, heyecanlı, hareketli birine dönüştü. Belgeselde görmediğimiz bir İstanbul’a dönüş yolculuğunuz da oldu. Kameralar kapalıyken, İstanbul’a dönüşünüz nasıl geçti?

A.D: Fiziksel olarak cevaplayacak olursam, Zürih’ten bir uçağa bindik ve kendimizi İstanbul’da bulduk. Yine o ağır, karanlık, oyalı kakmalı mobilyaların içinde. Sanki köklenmeye çalışırken, sonrasında hiçbir yere ait olamayıp, köksüzlüğe zıplamışken yine başlangıç noktasına döndük; kendi adıma. Ama temel bir farkla, yapısal bir değişiklikle: Neredeyse anneme ve babama isimleriyle hitap etmek isteyeceğim kadar -bana göre hoş- bir mesafe, kabullenme içindeydim. Onlarda da böyle bir hissiyat sezdim. Tümay, ben, İsmet ve Müşerref arasında; yol arkadaşlığından mütevellit sımsıkı bir bağ gelişti. Beraber bir film çektik, bir üretimde bulunduk. Her zaman eşsiz bir deneyim olacak benim için.

Tümay Göktepe: İstanbul’a dönerken ve sonrasındaki süreç, yolculuk sırasında yaşadığımız tüm komik, ironik ve duygusal olayları, karşılaşmaları hepsini konuşarak ve konuşurken tekrar tekrar yaşayarak geçti. Hatta İsmet Bey yol arkadaşlığımızdan o kadar memnun kalmıştı ki bir sonraki yolculuğumuzu hemen hayal etmeye başlamıştı bile. Ayça ile ben, zaten filmin kurgu sürecinde yolculuğu defalarca yeniden yaşadık. Sonuçta İsmet Bey’in -kendisine hep anlatılan ve hiç gitmediği o yerleri bizzat ziyaret ederek- yaşadığı anların, her buluşmamızda onu ne kadar derinden etkilediğini gördüm. Ve bu yüzden herkesin minör hayat hikâyesini anlatabilmesi gerçekten çok değerli diye düşünüyorum. 

Ayça, ailece çıktığınız bu yolculukta İskeçe, Selanik, Atina, Zürih, Milano gibi birçok yere gidiyorsunuz. Belgeselde en derin bağlantı kurduğun şehir sanki İskeçe olmuş gibi hissediliyor. “Keşke dedem buradan gitmeseymiş.” diye bir dilekte bulunuyorsun ve kendini orada yaşayan biriymiş gibi hayal etmeyi deniyorsun. Sence neden özellikle İskeçe’de kendini ilk defa bir yere ait gibi hissettin? 

A.D.: Kırsal ve kentsel çatışması, her ne kadar “doğma büyüme İstanbullu” olsam da hayatımın merkezinde yer alan bir konu. Mecidiyeköy’de büyüdüm, son dutlukların da betona dönüştüğü bir dönemde. Köylülüğün, kasabalılığın hor görüldüğü bir sosyal çevre içinde. Sezgisel bir yanım bu denli sanayileşme ve metropol kültürünü hiç kabullenemedi herhalde. Yüksek bir kariyer yapmak için iyi okullarda kolejlerde okutulmak istenen, kıran kırana bir rekabet ettirilen bir çocukluk… Babamın hayranı olduğu Orta-Kuzey Avrupa kültürü ve disiplini… Bir yanda Zeki Müren dinlemek isteyen bir anneanne; öte yanda ona hakaret eden, “Zeki Müren olsa olsa sanat acuzesi olur.” diyen babam (malum, Sanat Güneşi’ydi lakabı Zeki Müren’in). 1980’de ilkokula başlamış olduğum ve hepimizi ama özellikle okulda çevreleyen ulusalcı baskı ortamını da katarsak; bu tornadan çıktığın zaman, tam bir ortadan ikiye yarılma yaşıyor insan. Doğu-batı, “medeni”-kırsal, iyi çocuk-terörist, kadınlık-erkeklik performansı… Her bir yarın, diğeri üzerinde tahakküm kurmaya çalışırken; sürekli kendini beğenmeyen, yeterli bulamayan ve kalbinde bir çatışma, savaş ile yaşayan bir insan olarak buluveriyorsun kendini. 

Belki en çok da huzuru arayan yanım böyle hissetmiştir İskeçe’de. Toprakla haşır neşir olmuş, köklenebilen biri olabilmek hayali… Daha minör ve sade bir aidiyet… Kimlikler hayali… Olabilirmiş gibi:)

“Yolculuğumuz sırasında mekânların bireysel hafızamızı nasıl açtığını, yolda yaşadığımız karşılaşmaların sebep olduğu yakınlaşmaları ve/veya yüzleşmeleri, geçmişte yaşananlara benzerliklerini gözlemledim.” – Tümay Göktepe

Tümay, daha önceki röportajlarında kendi ailenin de benzer bir göç hikâyesi olduğunu paylaşmıştın. Film ekibinde aslında kameran ile Ayça’nın ailesini takip ederken bize en benzer konumda olan kişi sensin. Hepimiz Ayça’nın babasının hikâyesini dinledik, özel anlarına şahit olduk. Uzun yılların ardından arkadaşlarıyla buluşmasında da cenaze töreninde de bizzat oradaydın. İsmet Amca’nın kişisel deneyimlerinde bir gözlemci ve yönetmen olarak orada bulunmak nasıl bir duyguydu?

T.G.: Evet, ben de tıpkı Ayça’nın ailesi gibi göçmen orta sınıf beyaz Türk bir aileden geliyorum. Ailemin bir bölümü Selanik, Kavala’dan; diğer kısmı da Girit, Rethymno’dan göç ederek gelmiş. Halam hâlâ Rumca konuşur ve anlar, Türkiye’de doğmasına ve büyümesine rağmen. Bu filmi ve dolayısıyla bu yolculuğu İsmet Bey’in göç hikâyesini takip ederek yapmak, bir anlamda kendi ailemin geçmişine yapılan yolculuğu da temsil ediyor benim için. Geçmişte aile geçmişimizle ilgili sorularım hep geçiştirilir ya da üzerinde durulması önemsiz bulunarak pek paylaşılmazdı. İlla arkasında büyük sırların olmasına gerek yok ama yine de kendinizi ve ailenizi daha iyi tanımak adına cevap aradığınız birçok konuyla alakalı bir şey bu. Geçmişte yaşananlar dışında benzer güncel konulara, hâlâ yaşanan zorunlu göçlere verdiğiniz tepkileri de belirleyen bir durum. Yolculuğumuz sırasında mekânların bireysel hafızamızı nasıl açtığını, yolda yaşadığımız karşılaşmaların sebep olduğu yakınlaşmaları ve/veya yüzleşmeleri, geçmişte yaşananlara benzerliklerini gözlemledim. Her ne kadar kamera arkasında da olsam, yolculukta aslında ben ve geçmişim beraber seyahat ve tanıklık ediyorduk. Çekimler sırasında ve daha sonra filmi ailemle beraber izlediğimde ise onlarla olan ilişkimiz değişti ve küçük de olsa geçmişimiz hakkında konuşur ve paylaşır hâle geldik. Yani aslında filmimiz sayesinde ben de ailemle beraber bir yolculuk yaptım kendi mazimize. Bunun bizi daha da yakınlaştırdığını düşünüyorum.

Konu kimlik olduğunda belki de en önemli konulardan biri “dil”. Belgesel boyunca dil, hem İsmet Amca’nın “87 yaşında dilini konuşuyorsan, o ülkenin vatandaşı değil misindir?” sorusu ile kimliğini anlamlandırma çabası hem de “temiz dil” kullanmanın karşılıklı hayranlıklar uyandırması ile işleniyor. Ayça senin 2 yaşından beri Almanca öğrendiğini belgeselden duyduk. Ayrıca yolculuk boyunca Yunanca, Kürtçe, İngilizce gibi farklı dillerde iletişim kurmana da tanık olduk. Sana göre dil ve kimlik arasındaki ilişkiyi biraz açabilir misin?

A.D.: “Bir lisan bir insan” diye bir söz vardı galiba. Küçükken sınavlarda kompozisyon yazdırırlardı falan. Ben hep şunu yazmak isterdim: Bir lisan bir persona. İçinde yaşayan personalarını temsilen var o diller.  Mesela gerçek bir İstanbullu olmak demek Türkçe, Ermenice, Rumca, Ladino ve de Kürtçe konuşabilmek demek olmalı; bence. Bir zamanlar böyleydi zaten. Bugün Mardin’e gidiyorsun, köyünde yaşayan bile birçok dili konuşuyor; Arapça, Kürtçe, Türkçe ve hatta Süryanice… Bu da demek oluyor ki sana senin “ötekin” gibi sunulan insanların dilini konuşabiliyorsan; karşındaki gibi düşünebiliyorsun, onunla birsin aslında.

Konuştuğun dilin senin kimliğini inşa ediyor -bazen toplumsal cinsiyet kimliğini de-, seni var ediyor olması bazen boğuyor beni. Ama global olarak öyle bir baskı döneminden geçiyoruz ki kendi alanlarımızı da saldırıldığımız yerden kuruyoruz tabiatıyla. 

POV (point of view) çekimde Ayça’nın elinde tuttuğu fotoğrafları görünce aklıma Agnès Varda’nın Les Glaneurs et la Glaneuse / Toplayıcılar belgeseli geldi ve birden seni ve Tümay’ı babanın öykülerini biriktiren toplayıcılar olarak düşündüm. Bu belgeseli çekerken, iki ayrı yönetmen olarak, kendinizi nasıl bir noktada konumlandırdınız? Belgesel sürecinde tüm sorumluluğu iki kişi olarak almak nasıl bir deneyimdi? 

A.D.: Evet, hoş bir analoji Agnès Varda’nın filmi. Biraz orta sınıf evlerdeki o yerleşme ve tüm anıları biriktirme isteği… Hatta 8mm ile anları “continuous” olarak biriktirme arzusu… Kartpostalların, mektupların da hepsi durur bizde. Bu sayede çok iyi bir dolap karıştırıcısı oldum. Hayatta en sevdiğim şey karıştırmak, kurcalamak, nesneleri ellemek, onlarla ilgili hayal kurmak ve hikâyeleri merak etmek, öğrenmek, açığa çıkarmak…

Herhalde bu içsel motivasyon ile ilerliyordum ben daha çok. Kamera önünde fazla olmak istemedim, bu sefer mesafelenmek istedim ama hiç mümkün olmadı. Ayrıca 8mm filmlerde babamı gördüğüm her an, aslında kamera arkasında genellikle kendim olduğunu fark ettim. Çekmek – çekilmek ilişkisi de bir o kadar iyi bildiğim bir iletişimdi, onu da fark ettim. Ama Tümay olmadan bu filmi asla yapamazdım. Durum ve kişilere gerçekten mesafe koyacak tek kişiydi.

T.G.: Çekimlerde küçük bir ekip olmamızı ve ortamı kameranın domine etmemesi gerektiğini gözettik ikimiz de. Sonuç olarak kamera sadece bir yolculuk deneyimini, anıları toplayan küçük bir araç gibi oldu. Bu da tüm özel ve duygusal anlarda hepimizin şahitliğini aktaran bir dil ortaya çıkmasına fırsat tanıdı diye düşünüyorum. Tabii bazı anlarda ben kamerayı açmamamız gerektiğini düşünürken, Ayça biraz daha cesaretli davranabiliyordu mesela. İşte burada da iki yönetmen olmamızın avantajını yaşadık. Birimizin tıkandığı, dağıldığı yerden diğeri devralıyordu. Kurgu sürecinde ise elimizden gelen en iyi şekilde yapıyı koruyarak hikâyeyi anlatmaya çalıştık. Bu sırada -bizce en değerli sahnelerimizden vazgeçme konusunda- sanırım ben biraz daha acımasız olabildim Ayça’ya nazaran:) “Kill each others darlings” diye diye içimize sinen bir öze ulaştık sonuçta.

Bana göre Ayça’nın kamera önünde olma kararı gerçekten çok cesaret isteyen bir şey. Ailesini çok iyi tanıması sayesinde birçok özel konu hakkında konuşacağımız ve dolayısıyla duygusal anların yaşanacağını bilerek, her zamanki gibi açık kalplilikle ve olduğu gibi kalmayı başardı ki bence bunu kameranın önünde yapmak oldukça zor. Bu çok özel yolculukta İsmet ve Müşerref Damgacı’nın ve Ayça’nın bana güvenmiş olmaları çok kıymetli benim için. Ayça çok tecrübeli bir sanatçı ve çok iyi bir hikâye anlatıcısı. Filmi hazırlarken veya beraber yaptığımız birçok üretimde ondan çok şeyler öğrendim, öğreniyorum. Bu yolculukta beraber topladığımız anılar her zaman çok değerli olacak benim için.