PRÖMİYER: Djanan Turan - Yangın (Canlı)
Röportaj: Tuğçe Hitay - Fotoğraf: Eric Oliveira
Londra’da yerleşik müzisyen ve besteci Djanan Turan; doğrudan mesaj vermeye odaklı, çeşitli kültür ve geleneklerden bestelenen şarkılar yazıp söylüyor. Geçtiğimiz sonbaharda yayımlanan son albümü Love’s Company de azim, gerçekçillik, özellikle kadınlar arasındaki dayanışma, hayaller ve değişimin hâlâ mümkün olduğuna dair umuda dair şarkılardan oluşuyor.
Albümün toplumsal ve politik açıdan en yüklü parçalarından biri “Yangın”. Nitekim Djanan Turan da bu güzelliği “Halkın özgürlüğünü çalan liderlere karşı sessiz bir öfkeyle yanan bir şarkı.” olarak tanımlıyor.
“Yangın”ın albüm versiyonundan farklı bir düzenleme ile yedi kişilik bir orkestra eşliğinde canlı kaydedildiği video, prömiyerini Bant Mag.’da yapıyor. Londra’daki Fiction Studios’da Deniz Kavalalı yönetmenliğinde çekilen klip, hemen aşağıda.
Gitar : Berdin Pamukçu
Bas Gitar : Matt King Smith
Ud : Baha Yetkin
Klarnet/Vokal: Alice Mary Jelaska
Klavye/vokal : Sara de Santis
Kanun : Konstantinos Glynos
Davullar : Burak Ersoz
“Benim savaşımın, varoluşumun, güzellik anlayışımın bu oyuna alet olmayacağını anlatıyorum.”
Djanan Turan ile sanatçı kimliğinin yapı taşlarını, şarkılarına sızanları, “Yangın” klibini ve Timur Selçuk’la çalışma deneyimlerini konuştuk.
Şarkılarınızda Anadolu folk müziğinden tınılar duyuyoruz. Hatta bazılarında, örneğin “Yangın”da ud, kanun gibi doğu müziğine özgü enstrümanları da kullanıyorsunuz. Farklı kültürlerin bu sentezi çok cezbedici. Müzikal kimliğinizi ve üslubunuzu şekillendiren unsurlar, ilham kaynakları neler oldu?
Beğendiğinize sevindim. Türkiye’de doğup büyümüş, çocukluğumdan beri zevkle türkü, Türk sanat müziği, özgün müzik yanında Batı, Rus, Arap gibi başka kültürlerin müziklerini dinlemiş olmam, bu sentezin en önemli sebebi herhalde.
Sonrasında tabii Londra’daki müzik ortamımızın, ekstralar için öğrendiğim repertuvarların da büyük etkisi var. Dünyanın her yerinden müzisyen var. Çok çeşitli şarkılar çalıp söyledik işlerde, konserlerin sonrasında sabahlara kadar süren jam sessionlarda da birbirimizden çok şey aldık. Şimdiye kadar ne yazıp kaydettiysem – Gypsy Jazz olsun, disko olsun – üzerinde mutlaka o dönem yaptığım işlerin etkisi vardır.
Ama enstrümanlara gelince, benim için ozellikle ud ve kanunun yeri bambaşka. Huzurlu da olsa hüzünlü de; hep bir “ev” hissi verirler bana.
“Yangın” parçasının stüdyo versiyonu Ekim 2024’te çıkardığım Love’s Company albümümden. Paylaştığımız video, parçanın canlı versiyonu. Albüm yapmaya pandemide baslamıştım, dönemin kısıtlamaları kaldırılıp da müzisyenlerle stüdyoya girebilene kadar parçaların prodüksiyonunda kendim baya ilerlemiştim ve çıkan sound hoşuma gitmişti. Ama gönlümde de bir canlı kaydetmiş olmak isteği kalmıştı. Albüm bittiğinde İngiltere Arts Council’in verdigi fonla birkaç parçayı tekrar canlı ve daha çok enstrümanla kaydetme şansı doğdu, zaten sıkça birlikte calıştığım ve çok sevdiğim müzisyenleri bir araya topladım, beraberce albümdekinden biraz farklı yeni bir aranjmanla dört parça kaydettik, “Yangın”la beraber.
2018’de çıkan tekliniz “Dünya”nın gelirleri Ortadoğulu mülteci aileleri destekleyen küçük ve bağımsız bir hayır kurumuna bağışlanmıştı. Albümünüz Love’s Company’deki şarkılarınızda da toplumsal içerikli mesajlar var. Dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler üretimlerinize nasıl yansıyor, onları nasıl etkiliyor?
“Dünya” parçasıyla kendim için yeni bir döneme adım attım galiba. Aslında çok sevdiğim “Dancing Feet” adlı disko parçamı çıkarmıştım ondan önce. Dans etmeyi çok severim; birleştirici, iyileştirici gücüne inanırım. Ancak parçanın tanıtımını yapmaya çalışırken kendime ve işime yabancılaştığımı hissettim çok. Gezi olayları sonrası değişen Türkiye -, uzakta olmak bir yandan daha da zordu – üstüne korkunç bir hızla değişen dünya, babamı kaybetmem; yani hem yaş almanın getirdiği tecrübeler hem “birlikten kuvvet doğar” diye bizi umut veren her toplum hareketinin sonrasında artan, hevesimizi kursağımızda bırakan baskıcılık gibi bir sürü şey nedeniyle sahnede taşıdığım repertuvardan, hatta büsbütün işimden uzaklaştım. “Dünya” şarkısını yazdığımda, kendi odamdan kişisel bir serzeniş olarak kalması yerine, direkt birilerine dokunabilmek istedim. Toplayıp bağışladığımız parayı zaten şarkı satıp kazanamazdım, çok daha iyi oldu böyle. Benim için de yalnız olmadığımın, bu sözlerle birileriyle bağlantı kurabileceğimin kanıtı oldu.
Çocukluğumdan beri adaletsizliğin her seviyesine kızgınım. Bu neden böyle bilmiyorum. Hele de savaş kavramını, insanların birbirine yapabildikleri zulmü ögrenmek çocukluğumda beni en çok yıkan seylerden biri olmuştu. Dokuz yaşındayken Zülfü Livaneli’nin Nazım Hikmet’in sözleriyle “Hiroşima” şarkısı beni çok etkiledi. O şarkıda dünyayı değiştirecek iksiri bulduğuma inanmıştım, çok iyi bir performansla bunu bir müsamerede büyüklere söylersem kesin herkesin savaşları durdurmak için kendinii sokaklara atacağına inanıyordum. O yaşta sanatın, sazın, sözün bu gücünü hissetmek büyük bir şans oldu benim için. Maalesef iyiye gidecek sanarken iyice “sağa yatan”, gözü dönmüş liderlerin halklarını göz göre göre felaketlere sürüklediği bu dunyada da şarkı yazarken bu sözleri duymak kaçınılmaz oldu. Ben şarkılarımı en önce kendi yaralarımı sarmak, duygularımı anlamak, travmalarımı iyileştirmek için yazdığımı düşünüyorum ve bunların hiçbiri kolektif sancılardan bağımsız değil.
Gençken daha çok varoluşsal kaygılarla veya aşkla ilgili yazıyordum. Dünyayı düzeltmeye çalışırken fazla didaktik duyulmaktan çekiniyordum galiba ama son çıkan parçalarda aynı endişeyi yaşamadım.

“Yangın”da adaletsizliğe karşı bir serzenişe ses veriyorsunuz. Bu şarkının yaratım sürecinden bahseder misiniz? Sizi bu şarkıyı yazmaya iten ne oldu?
Adaletsizliğin ta kendisi! “Ağladıkça Dağlarımız Yeşerecek”, demiş üstat 🙂 Kapitalizm ve katman katman ezdikleri, oradan oraya sürükledikleri, hayatı zindan ettikleri günbegün harita gibi gözlerimizin önüne seriliyor. Bilinçli davranıp bu düzene katkıda bulunmayayım desen, attığın her adımı ayrı değerlendirmen gerek. Bir yandan da yaşayacaksın, elindeki bir tanecik güzelim hayatın hakkını vereceksin, müteşekkir olacaksın. Bu ikisini bir arada yapayım derken dümeni nereye çevireceğini şaşırıyor insan. Bu çileyi tek başıma çekmediğimi bilmek, benim gibi hisseden milyonlarca insanla bağlantı kurabilmek, beraber söyleyip dağları yeşertebileceğimiz şarkılara naçizane bir katkıda bulunmak… Bilinçli bir karar olmasa da itici güç bunlar oldu herhalde.
2018’de “Dünya”yı çıkardıktan sonra oğlum, 2021’de kızım dünyaya geldi. Çocukları hep severdim ve çocuklarla çok çalıştım ama benimkileri büyütürken bir bebeğin sağlıklı ve güvenli yetişebilmesi için ihtiyacı olan şeyin ne kadar az ve öz olduğunu öğrendim. Kucağınız, ağladığında orada olmanız ve size güldüğünde ona gülmeniz. Bu doyumsuz düzen, ezdiği insanları, çocukları için bunları yapabilmekten bile alıkoyuyor. Bize değer diye yutturulan şeylerle bu saçma gerçekliğe tutunmak icin aslında hazmedemediğimiz kötülükleri görmemeye veya kendimizi yapılanlardan muaf tutmaya çalışmak da çok çaba gerektiriyor, hepimizi ruhen yıpratıyor. Dahası bununla savaşan çok insan aynı yöntemlerle, aynı dünyevi kazançlardan pay alabilmek için savaşmaya başlıyor. “Sokaklardan çekildik” korkaklık olarak algılanmasın. Benim savaşımın, varoluşumun, güzellik anlayışımın bu oyuna alet olmayacağını anlatıyorum.
“Yangın”ın akorlarına “Hansel and Gretel” diye bir şarkı yazmıştım ilk önce.
Sonra kızım bir aylık kadarken, bir gece yanında klavyeleri kaydettim ama kafamda “Hansel” yerine ânında “Yangın”ın sözleri dönmeye başladı. Neye niyet, neye kısmet! 🙂
Dünya izin verirse yine coşku, neşe veren dans şarkıları kaydetmek istiyorum tabii. Bunlar da önemli.
“Yangın” klibinin çekildiği mekânda gözüme ilk çarpan kitaplar oldu. Geleneksel Anadolu halıları, eski objeler ve bir köşede iki çocuğun resmedildiği tablo da öne çıkıyor. Tüm bu objeler ve mekân sizce şarkıyla nasıl bir diyalog kuruyor?
Bu klibi çekmek için hem sesi hem görüntüyü aynı anda iyi alabileceğimiz bir stüdyo arıyorduk ve karşımıza Fiction Studios çıktı. Nathan ve Dominic Cooper adlı iki oyuncu / müzisyen kardeşin eski bir film stüdyosundan çevirip kurduğu bir kayıt stüdyosu burası. Görüntünün dediğin gibi algılanmasına çok sevindim ve bu konuda Oscar’ı filmi çeken yönetmen arkadaşım Deniz Kavalalı’ya veriyorum. Bence şahane bir mekân ancak hafif bir Britanya sömürgeci malikânesi havası da var, o beni biraz düşündürmüştü çekerken. Neyse ki çeşitliliği ve derinliği de olan bir yer ve Deniz parçayla uyumlu bir ifade çıkardı gerçekten.
Son olarak, özgeçmişinizde Timur Selçuk’la şan, armoni ve kompozisyon çalıştığınızı okudum. Genel olarak Timur Selçuk’la çalışmak nasıldı, size ne kattı? Bunu sadece teknik olarak merak etmiyorum. Timur Selçuk’un dünya görüşü sizin sanatçı kişiliğinizi nasıl etkiledi?
Hayatımdaki büyük şanslardan biridir gerçekten Timur Hoca’yla calışmış olmak. ÇaIıştığım yıllarda üç şan öğrencisinden biriydim. Hatta üçümüz ve bir de okulundaki piyano öğrencisi Grup Gece adında da bir grup kurmuştuk. Repertuvar çalışmamız için ekstra zaman ayırıp bizi hep beraber çalıştırdığı da oluyordu. İşimize titiz yaklaşmak, kendimizin ve birlikte çalıştığımız insanların emeğine sahip çıkmakla ilgili de çok şey öğretti.
O dönemlerde ismi olan birçok sanatçı büyük büyük dolarlar karşılığı ders verirken Timur Hoca, müziğe yaklaşımlarına göre değerlendirerek birkaç öğrenci seçip, çok uygun bir ücret karşılığı ders veriyordu. Bir sanatçının, sadece iş olarak değil; gerçekten bir miras bırakmak üzere verdiği eğitimden faydalanabilmek büyük şans. Her ders rüya gibiydi. Sıraselviler’deki o güzelim eski binalardan birinin içinde, Timur Hoca’nın kuyruklu piyanosunun eşliğinde Italyan aryalarından Münir Nurettin Selçuk parçalarına kadar geniş bir repertuvar calışmak, onun ciddiyeti, esprileri… O zamana kadar başım bağrım açık gezen ben, ders kaçırırım korkusundan atkı bere takmaya baslamıştım.
Zaman zaman dışarıdan sert veya sinirli algılanan görüntüsüne rağmen insan sevgisi çok büyük, sıcak, cömert, ilgili biriydi. Ders çıkışında sohbetlerin de parçası olabilmek için dershanede otururdum, eşi Handan Abla İle birlikte. Bir şey danışmaya gelen herkese kibar ve kapsamlı, ne biliyorsa anlatırdı.
Hem Batı hem Türk müziğindeki derin bilgisine rağmen kendisine yorumu için getirilen projelere tepeden yaklaşmazdı. Gerçek üstatların kendini müziğin üstünde görmediğinin müthiş bir örneği oldu benim için. Tekno da rap de dinletseniz onu kendi bütünlüğü içinde dinleyip ona gore fikir verebilen bir müzisyendi.
Vefat etmeden birkaç yıl önce “Bir şarkını ben aranje edeyim.” demişti. Bunu yapamamış olmak beni çok üzüyor.