İfade önemlidir: Queens of the Stone Age

Röportaj: Cem Kayıran - İllüstrasyon: Mert Tugen

Ayağını gaz pedalından asla kaldırmayan riff trenleri, tek derdi hafif hafif salınarak iyi hissetmeniz olan dertsiz tasasız groove banyoları ya da ağız kurutan çöl havasıyla kavrulmuş sonsuz tekrarlar. Queens of the Stone Age’i Queens of the Stone Age yapan her şeyden biraz biraz var yeni albüm In Times New Roman…’da. Ama dahası da var elbet. 

Matador Records etiketiyle 16 Haziran’da yayımlanan yeni albüm vesilesiyle, önümü ilikleyip Troy Van Leeuwen’e bağlandım. Kucağından ayrılmayan köpek dostu Roxy de arada sohbete katılmaya niyetlense de hem In Times New Roman…’ı etraflıca konuştuk hem de bir İstanbul konseri olasılığına dair ipuçları aldım. E, hadi artık!

İşin sırrı bir aradalık

Bu albüm, her şeyiyle bir Queens of the Stone Age üretimi. Bu yıl 10 yaşına giren …Like Clockwork albümünden sonra bir kez daha prodüktörlüğü grupça paylaşıyorlar. Her biri daha önce onlarca prodüksiyon ve kayıtta farklı görevler almış müzisyenler olarak bu konuda zaten deneyimliler. Kendilerine özellikle kayıt sürecinde destek olan birtakım dostları, hemen her albümün bir parçası olan Mark Rankin ve aile fertleriyle bir Queens of the Stone Age fanusu yaratmışlar. 

Troy Van Leeuwen de birçok şeyi “ev” olarak tanımladıkları bu habitatta, kendi kendilerine üretmeyi tercih ettiklerine değinerek bir aradalıklarının sonuca doğrudan etkisi olduğuna işaret ediyor:

“Pandemi döneminde insanlar birbirinden uzak müzik yapmanın yollarını çözüyordu. Bu bize göre bir şey değil; stüdyoya girip birlikte çalmalıyız. Bir araya gelebilmek için gerekli koşulları  sağlamak biraz sürdü ama bu albüme giden yol da bu şekilde açıldı.”

Bahsi geçen stüdyo, grubun lideri Josh Homme’nin Burbank, Los Angeles’taki meşhur stüdyosu Pink Duck. Sadece Queens of the Stone Age külliyatı değil; Arctic Monkeys’ten Iggy Pop’a pek çok ismin albümlerinin de hayat bulduğu stüdyoda kaydedilen son albüm oldu In Times New Roman… Bir devrin sonu. Kontrolleri dışında gelişen bazı tatsız durumların getirisi olan bu vedayı, yeni başlangıçlar olarak yorumlamayı tercih ediyor Troy Van Leeuwen.

Queens of the Stone Age diskografisinin sekizinci uzunçaları büyük oranda canlı kaydedilmiş. Analog ekipmanlarla çalıştıkları uzun vakitler alan bu metot, grup için de öze dönüş anlamına geliyor. Beşi bir araya geldiğinde ortaya çıkan kimyayı şarkılara damıtabilmenin bu şekilde mümkün olduğuna inanıyor Van Leeuwen de. Her birinin elinin altında olan yeni nesil kayıt teknolojileri yerine manyetik bantlarla çalışmanın old school bir his yaratması da cezbedici olmuş. Nitekim söz konusu Queens of the Stone Age; abartılı prodüksiyon numaralarından ziyade amfiler açıldıktan sonra gerçekten neler olup bittiğini ele geçirebilmek mesele. 

1996’da başlayan macerada üyeleri sıklıkla değişen grubun güncel kadrosu yaklaşık 10 yıldır birlikte. Belki de Queens of the Stone Age’in en uzun soluklu formasyonundan bahsediyoruz. Davulcu Jon Theodore, … Like Clockwork albümünün son parçasıyla ekibe katılmıştı. Şimdi hem kusursuz bir makine hem de ne zaman nereden vuracağını kestirmenin kolay olmadığı bir organizma gibi işliyor bu beşli: Josh Homme, Troy Van Leeuwen, Jon Theodore, Dean Fertita ve Michael Schuman. Birlikte hayat verdikleri üçüncü albüm In Times New Roman… Peki şarkı yazım süreci yıllar içinde daha kolay akan bir sürece dönüştü mü? Troy Van Leeuwen yanıtlıyor:

“Bence müzikal olarak aynı sayfada olmak artık daha kolay, evet. Herkes işinde oldukça iyi, bu konuda bir problemimiz yok. Ama her albüm için daha fazla zaman harcamaya devam ediyoruz çünkü önceki albümden daha iyisini yapmak istiyoruz. Bizim için hafife alınacak bir konu değil bu. Süreç eskisine kıyasla daha detaylandırılmış gibi. Her albümün yaratım aşamaları farklılık gösteriyor. Bu kesinlikle, kesinlikle ve kesinlikle yeni zeminler keşfetmeye çalıştığımız ama kendi soundumuza da tutunduğumuz bir kayıt.”

Albümde yer alan 10 parçanın büyük kısmı, pandemi sürecini takiben başlayan stüdyo seanslarında yazılmış. Her detayıyla grupça ilgilenmişler. Yine de bazı fikirlerin, şarkı eskizlerinin azımsanmayacak bir süredir masalarında olduğunu söylüyor Troy Van Leewuen ve bazen şarkıların bitecekleri zamana kendilerinin karar verdiğini ekliyor. Hmmm, bu konuya tekrar döneceğiz.

Fotoğraf: Andreas Neumann
Kendi bağlamını kendin yarat

Ona göre grubu bir arada tutan şey, kendilerine meydan okumaya devam etmek. Yenice yönelimlerin, müzikal kırılmaların sadık dinleyici kitlesi tarafından da kabul edilmesinin de en büyük arzuları olduğundan söz ediyor. Yıllarca bir albüme, hem de bir fanusun içinde odaklandıktan sonra insanların ne düşüneceğini tahmin etmenin güçleşmesi de 30 yıldır envai çeşit grupta çalmış gitarist için başka bir heyecan unsuru. 

Açık konuşayım, Queens of the Stone Age külliyatıyla geçirdiğim zaman muhtemelen yıllarla ölçülecektir. Hayatımın “gençlik” klasörü; “Regular John.mp3”, “I Think I Lost My Headache (Live)”, Over The Years And Through The Woods DVD, “Song for the Dead bass tabs” gibi dosyalarla dolup taşıyor. Kızıltoprak’ta dokuz yıl yaşadığım apartmandaki komşularım da fazlasıyla aşinadır bu müziğe.  

Bu kadar ilişkilendiğim, anlamlar yüklediğim müzikler üretmiş bir grubun hâlâ yeni bağlantı kanalları açabilmesi hayranlık uyandırıcı. Bana kalırsa In Times New Roman…, dinleyicinin kendini en rahat şekilde bağdaştırabileceği QOTSA şarkılarından oluşan bir koleksiyon. Sözler dinleyiciye kendi bağlamlarını yaratma imkânı sunuyor ki bu önceki albümlerden aşina olduğumuz bir durum değil. Sözler üzerine uzun mesailer harcanmış, Van Leeuwen heyecanla özet geçiyor:

“Bunu duyduğum için çok mutluyum, dinleyicinin kendi anlamlarını katabileceği, yorumlayabileceği sözler olmasını değerli buluyorum. Bir solistin ‘bu şarkı bununla ilgili’ gibi kalın çizgiler çekmesinden ziyade herkesin deneyimini dâhil edebilmek çok daha önemli. Duygu sevkiyatını kelimelerden ziyade ses ve enstrümanlarla yapmak, kesinlikle tercih ettiğimiz bir şey.”

Sallamamayı, umursamamayı, kafayı karıncalandıran şeylerden arınmayı kutluyor Josh Homme’nin sözleri. Eleştirmekten de düşünmekten de sıkılmış, “Yaptığın tüm pislikleri al ve buradan uza” diyor mesela Made to Parade şarkısında. Türkçeye çevirince pek çalışmayan kelime oyunuyla What The Peephole Sayde tam olarak bu kayıtsızlık beyanının partici bir dökümü; kibarca  fısıldıyor: “Bilinçli bir şekilde sağır ediyorum kendimi.” 

Bir yandan tabii ki zevkli kelime oyunları, hatta yeni yapılandırılmış kelimeler de duyuyoruz. “Obscenery” ve “Carnavoyeur” gibi kelimelere dikkat çekiyor Van Leeuwen. İlk şarkıda Homme’nin coşkuyla haykırarak “Hurraaahhh” kelimesini de Queens lügatına eklemesine yaptığı yorum da “Kesinlikle günlük hayatta bu tabiri daha sık kullanacağım!” oluyor.

Söz konusu rahatlama ya da Troy Van Leeuwen’in tabiriyle duygu sevkiyatı, enstrümantasyona ve düzenlemelere de sızmış elbet. Bunu da grupça şu sıralar içinde oldukları haleti ruhiyeye bağlıyor. Müziğin performe edilişinin biraz gelişigüzel, kendi tabiriyle biraz kibirli duyulmasına niyetlendiklerini ve böylelikle şarkıların kapasitesine ulaştığı görüşünde:

“Eğer bu albümden ‘I don’t give a fuck!” dediğimizi çıkarıyorsan, hedefimize ulaşmışız demektir. Bu kez her şeyden önce ifadeyi önemsedik. Bu albümü gidip çaldığımız her yerde, bizimle bir araya gelen insanlara dünyadaki her şeyin ne kadar boktan olduğunu unutturacak bir alan yaratabilmeyi arzuluyoruz. Sadece birkaç saatliğine olsa da. Bizim işimiz budur. Sorunları evde bir dolaba kitle; gel biraz dans et, takıl, keyiflen.”

Şarkı şarkı In Times New Roman…

İlk In Times New Roman… turlarından favorim Time & Place”. Alıştığımız yırtıcı riffler yerine çekici bir groove’a sırtını yaslayarak köşe kapmaca oynuyor; tüm parça boyunca serinliğini koruyor. Troy Van Leeuwen’in “biteceği zamana kendi kendine karar verdi” dediği, nispeten uzun geçmişe sahip şarkılardan biriymiş. Ansızın bu albüme girmeye karar verdiğini söylüyor tebessüm ederek. Groove’a teslim olup uzun bir yolculuğa çıkılan parçaların eski bir Queens of the Stone Age felsefesi olduğundan söz etse de “Time & Place”in grup için yeni açılan haritaları da yansıttığına inanıyor. Tahmin edersiniz ki eşliğinde kıpırdanmamanın pek mümkün olmadığı bu şarkıyı çalmak da çok keyifliymiş. Albümde olabildiğince kısa tutmaya çalışmışlar ama konserde sonsuza dek uzatabileceklerinden emin.

Sindirmesi pek de kolay olmayan, birkaç kez bitecek gibi yapıp yine ayağa kalkan yaklaşık 10 dakikalık “Straight Jacket Fitting epik bir final yapıyor albüme. Grubun özdeşleştiği çöl hissinin en baskın şekilde yaşandığı şarkı, Josh Homme’nin de muhtemelen bugüne dek yazdığı en kişisel sözlerini barındırıyor. Albüm yayımlanmadan günler önce basına duyurduğu kanser tedavisine de zihinde cirit atan tilkilerle yüzleşme cesareti toplamasına da temas ediyor. Bir yandan deli gömleği metaforunu hamur gibi yoğurarak. Bu şarkı da tıpkı “Time & Place” gibi kendi zaman çizgisini kendi oldurmuş: “Bir araya gelip çalmaya, bir şeyler üretmeye başladığında bu tür eskizler ‘Hey, bana ne dersiniz?’ dercesine ortaya çıkıyor.”  En başından beri radyo dostu (günümüz endüstrisi için liste dostu diyebiliriz) bir şarkı olmayacağının bilincindelermiş. Başı, sonu, arada girilip çıkılan dünyalarıyla şarkının istediği destansı havayı serbest bırakmaya özen göstermişler.

Akışın en ayrıksı parçalarından biri Sicily. Muhtemelen Queens of the Stone Age’in bugüne dek kaydettiği en sinematik kalitede parça. Niyetinin tüm açıklığıyla geçişini sağlamanın, üslupla mümkün olduğunu söylüyor Van Leeuwen. Tekrar eden büyük synth melodisi, ona göre şarkının gerçek nakaratı. Hiçbiri bugüne dek Sicilya’da bulunmamış ama bu Akdeniz adasının uzaktan hissettirdiklerini şarkıya damıtmak istemişler. “Eski dünya hâlâ orada yaşıyor gibi. Sanki bir voodoo var.” diyor. Zihinlerinin içinde Sicilya’da olma hâli böyle bir şarkıya dönüşmüş. Bir de ufak bir göz kırpma hâli var anlaşılan. Zira bir gün oraya gidip çalmak istediklerinden bu şarkıyla “Hey Sicilya, biraz takılalım mı?” demenin bir yolunu bulduklarını anlatıyor gülerek. Peki bir “İstanbul” şarkısı için de zaman gelmedi mi? Bu asistimi muhtemelen değerlendirmeyecekler ama Troy Van Leeuwen yakında buluşacağımıza kesin gözüyle bakıyor: “Her yere gitmek istiyoruz, bu kez bunu başaracağız.”

Fotoğraf: Andreas Neumann
Aile bağları

Josh Homme, Consequence’a verdiği röportajında albüm öncesi fırlattıkları son tekli “Paper Machete” için “Little Sister”ın kuzeni yakıştırmasını yapmış. Benim kurduğum akrabalık ilişkisi ise bir sonraki albüm Era Vulgaris’le. Prodüksiyonu o kadar kirli olmasa da iki albümün de yüzünü aynı yöne döndüğünü düşünüyorum. Yaklaşan turne öncesi çaldıkları ilk konserin açılışını, yıllar sonra ilk kez canlı çaldıkları “Misfit Love” ile yapmaları da bu teze göz kırpan bir detay muhtemelen. 

“O albüme bugünden bakmayı anlamlı buluyorum. Era Vulgaris bizim kafamıza eseni yaptığımız, deneysel bir albümdü. ‘Misfit Love’ ya da ‘Make it wit chu’ gibi sonraları hiç benzeri şeyler yapmadığımız şarkılar var. In Times New Roman…’da da bunlara yakın anlar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Mesela ‘Emotion Sickness’, bence bu albümün ‘Make it wit chu’su. Fazlasıyla akılda kalıcı ve neredeyse basit bir pop şarkısı gibi duyuluyor. Bizim için bir başka meydan okuma. ‘Time & Place’in de bir anlamda ‘Misfit Love’la aynı düzlemde olduğunu düşünüyorum. Çala çala trans hâline girmeyi sevdiğimiz bir groove’u var.” 

Turne kapıda, setlist konusuna da bir şekilde temas etmişken yeni albümden çalmak için sabırsızlandığı parçaları soruyorum. Bir noktada tüm şarkıları çalacaklarını söylüyor ve bir Queens of the Stone Age turnesinin perde arkasına dair ipuçları vermeye başlıyor. Kendilerini “turneleyen bir sirk” olarak gördüklerinden ve tekrara düşmekten kaçındıklarından şarkı listelerini sahneye çıkmadan 15 dakika kadar önce netleştiriyorlarmış. Tabii klasikler “No One Knows” ve “Go With The Flow”u çalmadıkları bir konser hatırlamıyor ama onun için turnede olmanın en güzel yanı, her gece ne olacağını bilememe hâliymiş.

90’lardan bu yana Failure, A Perfect Circle, Jane’s Addiction, Gone is Gone gibi onlarca grupla üretti Troy Van Leeuwen. Başta ilk A Perfect Circle albümü Mer de Noms (2000) olmak üzere, kanıma karışmış sayısız işin yaratıcılarından biri. Parçası olduğu her grubun birbirine benzemez niteliklere sahip olması da müzik insanı olarak benimsediği çok yönlülüğün göstergesi elbette. Peki böylesi bir birikime sahip bir müzisyen olarak, In Times New Roman… sürecinden kendine dair neler öğrendi acaba?

“Kariyerim boyunca birçok harika grup ve müthiş müzisyenle çalışabildiğim için çok şanslıyım. A Perfect Circle, zifiri karanlığın içinden güzellik çıkaran bir gruptu. Mer de Noms’un bu kadar fazla insana temas ettiğini görmek müthiş bir duygu. Çünkü perde arkasında çok çok karmaşık bir müzikalite var aslında. İster Queens olsun, ister Gone is Gone ya da Failure; hepsinin temelini bir sürü farklı ve harika fikirler oluşturuyor. Ben artık daha sade ve rahat şeylerin peşinde olduğum bir yerdeyim sanırım. Çaldığım şeyleri basitleştirmeyi çok seviyorum. Yeni albüm de bence hem hiç olmadığı kadar açık hem de çok daha yalın. Enstrümantasyonu da hiç kalabalık değil; katmanlı ama seni doğru zamanda içeri sokup geri çıkararak sadeliğini koruyor. Albümün ismi bile hiç süslü değil, herkes ne anlama geldiğini biliyor. Şu an müzikal olarak olduğum yer tam anlamıyla burası.”