Uykuyla uyanıklık arasında: Rüyalarda buluşturan bir film seçkisi

Yazı: Beyza Yıldırım

Anlatısını, tanımadığı yüzlerce insanın rüyasına girerek çığ gibi büyüyen bir şöhrete ulaşan, orta yaş krizindeki bilim insanı Paul Matthews üzerinden kuran Dream Scenario, 26 Ocak’ta vizyona girecek. Başrolde Nicholas Cage var; filmin yönetmeni ise Sick of Myself filmiyle ismini sık sık duyduğumuz Kristoffer Borgli. Kendisi, popüler kültüre yönelik eleştirisini medya çılgınlığı üzerinden yaparken, bir rüya senaryosu kurma fikrini de benzer bir kolektif bilince dayandırıyor bu sefer.

Dream Scenario’nun yaktığı kıvılcımla Alfred Hitchcock, Leos Carax, Spike Jonze ve dahasının zihnine uzanan yedi filmlik rüya dolu bir seçki hazırladık.

Bazı sanrıların yuvası rüyalardır

Spellbound (1945)
Yönetmen: Alfred Hitchcock

İnsanın bitmek bilmeyen anlam arayışları zihni ele geçirmeden önce, bir şeyleri yerine oturtma isteği kendiliğinden gelişiyor. Şahsına münhasır anlatıcımız Hitchcock’un, modern bilime kafa yorduğu ve psikanaliz sürecini bir bilim insanı gözünden izlettiği bir öykü bu. Soğuk, duygusuz ve mesafeli yanıyla bilinen Constance Peterson’ın genç doktor Edwardes’te sezdiği şey nedir tam olarak bilemiyoruz fakat ona karşı hisleri kendisi için çok yeni. Bir suçluluk kompleksiyle kontrolünü kaybetmiş bu adamı çocukluğuyla yüzleştirip, bir hayatı anımsamasını sağlıyor. Hayal gücünün imajlarına güvenen Salvador Dalí’nin yaratımı rüya sahnesi, filmin kırılma anlarından biri. Bir zihne hükmetmeye çalışırken, akla şu soru geliyor: Acıyı görünür kılmak mümkün fakat acı kadar somut olmayan aşk ve şiiri anlamak da aynı ölçüde kolay mı?

Kaybetmeden bulunamaz çocukluk düşleri

Yume / Dreams (1990)
Yönetmen: Akira Kurosawa

Kurosawa’nın düşlerindeyiz; bir çocuğun gözünden, gerçekliğe çok alışmamayı öğreniyoruz. Sekiz rüyalık bir epifani büyüsüyle sırtını sinemaya dayayıp anlatıyor hikâyesini. Gökkuşağından önce yağmurun arasından ışık süzülüyor, şeftali bahçesini seyre dalıyor, dağda yoğun bir tipiye yakalanıyor, bir tünelde ölümü sorguluyor, Van Gogh’un uykusuna yatıyor, Fuji Dağı’nda radyal kırmızıya göz kırpıyor, doğayı epik bir yıkım ile uğurluyor ve en nihayetinde, bir ütopyayı ideal olanın ölçeğinde yaşıyor çocuk. O büyüdükçe, dünya küçülüyor; kendi karanlığına gömülüyor. Böyle bir hayatta rüyaların portalına girmek sadece bir fanteziden ibaret değil elbet. Ormana gidince ağaçtan tek bir meyve koparmak, insana yeterli gelmiyor.

Belleğin sırrı ne bedende ne ruhtadır

Teströl és lélekröl / On Body and Soul (2016)
Yönetmen: Ildikó Enyedi

Hayatın devinimi rastlantıları kucaklarken, rüyaların bir başınalığı cezbedici geliyor. Bir mezbahada çalışan, dış dünyaya karşı geliştirdiği ilgisizliğini donuk yüzünde sezdiğimiz Maria, rüyasında kendisi gibi ürkek bir hayvan olan geyik suretinde dolaşıyor. Her gece aynı rüyaya yatmak kadar garip olan şey, aynı rüyayı gören iki insanın kesişimi. Onunla aynı iş yerini paylaşan Endre ise güçlü ifadesiyle varlığını belli eden biri; yaşadığı inme sonucu bir kolunu kullanamaz hâle gelmiş. Maria ve Endre, ancak karlar içindeki rüyalarda buluşarak özgürleşebiliyor. Bir yaşamın içinde bir insanın yanında başka bir insan, bir nevi kuantum dolanıklık ile birbirine bağlanıyor.

Hayata uyanırken, zihnin masumiyeti erir

Waking Life (2001)
Yönetmen: Richard Linklater

Gücünü diyaloglardan alan “takılma filmleri” ile tanışık olduğumuz Richard Linklater, hayatın içinde aradığı cevapların sonsuz korelasyonuna sokuyor Waking Life’ta. Tamamı bir rüya hissi uyandıran akışkan görüntüler, gerçek çekimlerin üzerine yapılan animasyon tekniğine dayanıyor. Film, bizi uyanık bir düş durumuna sokuyor. Varlığımızın tam olarak nerede durduğu, kendimizi başkalarının gözünden görmeyi kanıksama, değerimizi dışarıdan tartma meseleleri ekseninde dönüyor. Bu gezintinin tehlikeli yanı, nihilist çıkmazların öngörülemez olması. “Sevdiğimiz şeyleri keşfetmeye çalışırken, bulduğumuz her şeyden nefret edebiliriz. Arzuladığımız şeylere giden yolu her şey tıkayabilir.” derken, karakterini uyanıklığa sokuyor Linklater. Hayatın zokasını yutmak pahasına uzun uykusundan uyanma yollarını arıyor.

Perdeler açılınca maskeler düşer

Holy Motors (2012)
Yönetmen: Leos Carax

Anarşiden sebeplenen Leos Carax’ın bitmek bilmeyen uyanışları bir sahnede hayat buluyor. Öyle bir deneyim ki bu, kim ne görmek isterse onu görüyor. Bir güneş gözlüğüyle kalkıyor yataktan, hissizleşmiş parmak uçlarıyla duvar kâğıdına dokunuyor, duvarın varlığını alaşağı ediyor. Seyircinin varlığını unutmuş bir vaziyette sahneden geçip gidiyor. Bunun bir rüya mı yoksa gerçeğin ta kendisi mi olduğunu kimse bilmiyor. İzleyiciye tutarlılık sözü vermeyen Denis Lavant, Mösyö Oscar mahlasını takınarak grotesk bir masalın baş kahramanı oluveriyor. Üç boyutlu maddi varlığından bir limuzine, oradan da başka bir randevusuna gidiyor. Kendi ürünü olan yalnızlığı bir el uzatıyor ekrandan seyirciye. Uyanmamızı salık veriyor. Biz uyanmadan bu film bitmeyecek çünkü.

Uykuya dalmadan rüya görmek

Abre Los Ojos / Open Your Eyes (1997)
Yönetmen: Alejandro Amenábar

“Mono no aware” yani meselelerin acısı ve gelip geçiciliği. Hayatı yadırgatan uykular, uyanmak istemediğimiz rüyalar veya telaşla fırladığımız kâbuslar da bir nevi aniliğe sahip. Tüm anlatısını bir rüya üzerine kuran ve izlediği şeyin gerçekliğini sorgulatan Open Your Eyes, bir kaza sonucu yüzü deforme olan bir adamın hikâyesi. Cesar’ın kimlik meselesi, içine düştüğü üçgende yerini aramasına kadar gidiyor. Yaşamın özü gibi gelen derin üzüntü canlı bir şeye dönüşürken, sanrılar ile sarsılıyor Cesar. Gördüğü rüyalar, hayatın dejavusu hâline geliyor. Hayal gücünün inkarına sığınırken, hayranlık duyduğu Sofia bir pandomim maskesiyle gerçek hayatın içinde salınıyor. Amenábar, etkisinden kurtulmayı güçleştiren bir kurguyla izleyicinin kalbinde acımasız bir duyarlılık uyandırıyor.

Gerçekliği kazarak magmaya ulaşan şöhret

Being John Malkovich (1999)
Yönetmen: Spike Jonze

Senaryosunu Charlie Kaufman’ın kaleme aldığı, absürtlüklerle dolu bir hezeyan Being John Malkovich. Craig, kendi zihnine ve bedenine hapsolmuş, yaşamak için kuklacılık yapan biri. Sık sık karşımıza çıkan kapı metaforunu bu sefer John Malkovich’in bilincine giden bir tünel olarak düşünmek bu işin keyifli yanı. Dream Scenario’nun Paul Matthews’u için de her şeyin kontrolden çıktığı an, herkesin ona rüyalarda ulaşabilmesiyle başlıyor. Bu bir anlık şöhret, arzulanmayan bir duygusal dengesizliğin sebebi. Paul de, John da edilgen bir role indirgeniyor insanlar tarafından. Başkası olmak bir yanılgıdan ibaret olsa da bunun verdiği güç veya zayıflık yabancı. Bilinçaltının rüyalardaki karşılıklarını aramak da aynı ölçüde karmaşık.