Şebnem Dönmez ile hangi film?
Kariyerine sunuculukla başlamasının ardından oyunculuk dünyasına geçiş yapan Şebnem Dönmez; Hannah Chaplin ve Falcı karakterlerine hayat verdiği Chaplin oyunu ile şu sıralar tiyatro sahnelerinde. Kendisinin sinema yolculuğunda Neredesin Firuze, Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?, Sevda Mecburi İstikamet, Vali; televizyon işleri arasında ise Medcezir, Son Yaz, 10 Bin Adım, Aslı ile Kerem, Kuzey Güney ve Avlu gibi yapımlar var.
Hangi Film? köşemizin bu haftaki konuğu Şebnem Dönmez yanıtlıyor: Sinemada izlediğin ilk film? Zaman geçtikçe sendeki yerini sağlamlaştıran bir film? Mekânlarıyla aklına kazınan bir film?
Çocukluğundan yadigar kalmış bir film?
E.T. the Extra–Terrestrial (1989, Steven Spielberg)
Bu film, görünüşte garip ve ürkütücü olanın hiç de göründüğü gibi olmayacağının tohumlarını dokuz yaşımda atan filmdir. Her izlediğimde büyüklerin aslında her şeyi bilemeyeceğini berrak bir biçimde düşündüğümü hatırlıyorum.

Sinemada izlediğin ilk film?
Mine (1982, Atıf Yılmaz)
Karlı bir kış günü, annem ve arkadaşlarının büyük bir merakla gittikleri film. Çoluk çocuk ve kadınlar hep beraber izlenmişti. İzleme deneyimini pek hatırlamıyorum, tek hatırladığım kalabalık olduğumuz ve aşırı kar yağışı altında evden çıkıp sinemaya gitmemiz. Yıllar içinde anlaşıldı ki bir çocuk için pek de doğru bir film değilmiş.

Hep daha iyi hissederek ayrılırım dediğin film?
Wo hu cang long / Crouching Tiger, Hidden Dragon (2000, Ang Lee), Pina (2011, Wim Wnders) ve tüm Miyazaki filmleri.

Kahramanı olmak isteyeceğin film?
The Fifth Element (1997, Luc Beson)
Ortaköy’‘deki Feriye Sineması’na, sabah saat 11 seansına gidip balkonda izlemiştim. Hayatımın en güzel sinema deneyimlerinden biriydi. Besson’la ilk tanıştığım filmdir. Filmin renkleri, fütüristik ögelerin tamamı, çocukluk aşkım Bruce Willis ve görkemli açılış sahnesiyle tam bir şölendi. Kahramanımız Leeloo tam da benlik bir tip.

Kitap gibi bir film?
Perfect Days (2023, Wim Wenders)
Sıradanlık hakkında muhteşem bir güzelleme. İzlediğim ilk sıradanlığı yücelten film değil. Bu tema sinemadan ziyade ancak roman formunda daha kolay ele alınabilir derken Wim Wenders yine yapacağını yapmış.

Mısır patlattıran bir film?
The Darjeeling Limited (2007, Wes Anderson)
The Wonderful Story of Henry Sugar (2023, Wes Anderson)
The Grand Budapest Hotel (2014, Wes Anderson)
Wes Anderson filmlerinin çoğu “kaliteli” mısır patlattırır.

Zaman geçtikçe sendeki yerini sağlamlaştıran bir film?
Der Himmel über Berlin / Wings of Desire (1987, Wim Wenders)
Şimdi bu film o kadar çok yerden tutuyor ki beni…
Öncelikle Berlin Duvarı’nın yıkılışı, TV’deki haberlerde büyük bir olay olarak verilişi hafızamdan hiç çıkmadı. Filmde duvarın varlığını bir belgesel izler gibi hissedebiliyoruz. Duvarın şehre verdiği hüzünlü etkiyi, çekildiği zamana dair hem kolektif hem bireysel çaresizliklerin dev bir metaforu olarak izliyoruz. Duvar hakkında tek bir kelime etmeden yapıyor bunu film.
Filmin başrol oyuncularından Solveig Dommartin olağanüstülüğüyle beni her daim büyülemiştir. 46 yaşında bir kalp krizi ile hayata veda etmiş. Nedenini bilmiyorum, bu kadın beni çok etkiliyor. Bis ans Ende der Welt / Until the End of World’ün (1991) senaryosunda Wenders’e eşlik etmiş. Sanırım o sıralarda sevgiliydiler… Ama Wings of Desire’daki güzelliği, sirkte çalışma hayali, asla stunt (dublör) kullanmaması, kadın olmaya dair aktarılan bilinç akışının tazeliği beni benden alır. Her sene en az bir kere izlerim ve her izleyişten sonra arama motoruna Solveig Dommartin yazarken bulurum kendimi. Ne yazık ki hakkında çok fazla bilgi mevcut değil.
Filmin metni başlı başına bir şiir. Bilinç akışı yönteminin kullanılarak yazıldığı metnin yazarlarından biri de Peter Handke. Çok çok sevdiğim, edebi haritamda yeri ve etkisi büyük bir yazar. Senaryoya Handke’nin elinin değdiği yerleri net hissedebiliyor olmak ayrı bir zevk benim için.
Bir başka zevk noktası çocukluğumun hatıralarından biri olan Komiser Columbo gibi anaakım bir karakterin, o karakteri oynayan oyuncu olarak filme girmiş olması. Epik yapıdaki bu anlatım, birdenbire çocukluğumun hafızasıyla bağlanmamı sağlıyor.
Filmin metni dediğim gibi beni her zaman çok etkiledi. Bir itirafta bulunayım, baş karakter iki meleğin insanlar arasında gezinirken yaptığı konuşmaları geçen gün oturup yazıya geçirdim. Ara ara okuyabilmek için. Neden olduğunu sormayın, gerçekten bilmiyorum.
Bir başka özelliği, siyah beyazının tonu. Muhteşem bir ton olduğunu düşünüyorum. Belki de o zamana kadar çok az denenmiş siyah beyaz ve renkli sahnelerin iç içe olması, bir başka özelliği. Şiirsellikle gerçekliği inanılmaz bir şekilde birbirine bağlamayı başarmış Wim Wenders bu filmde.
Bunun dışında, o yıllarda göçmen olarak Almanya’ya giden Türklerin kendi dillerinde bu filmin içinde varolmaları… Düşünsene oldukça epik yapıdaki bir Wim Wenders filmi izlerken Türkçe konuşan insanlar duyuyorsun. Ve tabii ansızın hüzünlü Berlin sokakları görüntülerinin üzerine düşen Zülfü Livaneli’nin sesini duymak.
Son olarak Nick Cave’in gençliğinin tüm ihtişamı ve asiliğiyle karşımıza çıkışı. Duvara yapıştırılmış Bad Seeds konser afişi.
Bir filmin içinde hem en sevdiğim yazarlardan birini hem artık tarih olmuş Berlin Duvarı’nı hem çocukluğuma dair siyah beyaz TV izleme zamanlarına dair hatıraları, Almanya’da yaşayan Türkleri (ben de Almanya’da doğdum), hem Nick Cave’i hem de metnin şiirselliği içinde aktarılan insanlığın durumunu ve insan olmanın çaresizliğine rağmen ne kadar olağanüstü bir deneyim olduğunu aynı anda bulabiliyorum.
Wings of Desire benim ilham filmlerimin zirvesidir.

Mekânlarıyla aklına kazınan bir film?
Poor Things (2023, Yorgos Lanthimos)
Mekânlar filmin şahaneliklerinden sadece biriydi. Harika bir dünya yaratılmış. Ama mekânlar dışında son zamanlarda Triangle of Sadness’tan (2022) sonra en çok etkilendiğim film diyebilirim. Tabii ki Poor Things’e olan beğeni duygum ve üzerimde yarattığı etki Triangle of Sadness’tan katbekat fazla.
Tek kelimeyle bayıldım filme; geçmiş ve geleceğin iç içe geçmiş olmasına. Prodüksiyon ve kostüm tasarımlarına, müziğin kullanış şekline, oyunculuklara, hikâyenin anlatım biçimine ve hiçbir -izm’le işi olmadan söyleyebildiklerine…

Herkese izletmek istediğin film?
Soul (2020, Pete Docter & Kemp Powers) ve Coco (2017, Lee Unkrich & Adrian Molina)
Ortak özellikleri ölüm hakkında olmaları. Ölüm teması gerçekçi ve eğlenceli biçimde ele alınmış. İki filme de hâlâ insanların bilmedikleri ve bilmeleri gereken birtakım hakikatler ustalıkla yerleştirilmiş. Bence herkes mümkünse üst üste Soul ve Coco’yu izlemeli. Ben olsam önce Coco’yu, sonra da Soul’u izlerdim.
