Kayhan Açıkgöz ile hangi film?

Emin Alper’in Kız Kardeşler’i ile tanıştığımız Kayhan Açıkgöz, geçtiğimiz yıl Zeki Demirkubuz filmi Hayat ve 7. Berlin TV Series Festivali’nden ödülle ayrılan BluTV dizisi Magarsus ile karşımızdaydı. Bugüne dek Martı ve Baba gibi oyunlarla sahnede de izlediğimiz Kayhan Açıkgöz, şu sıralar Sandık Kokusu dizisi ile televizyon ekranlarında.

Kayhan Açıkgöz’ün film hafızasını kurcaladık: Sinemada izlediğin ilk film? Kahramanı olmak isteyeceğin film? Herkese izletmek istediğin film?


Çocukluğundan yadigâr kalmış bir film?

Empire of the Sun (1987). Çocukluğumda Cine5’te defalarca izlemiştim ama ne adını biliyordum ne de yönetmenini. Aradan yıllar geçti. Daha sonraları sinemaya karşı ilgim artınca, küçükken defalarca izlediğim ve çok etkilendiğim bu filmin imgeleri geldi aklıma. Hatırlamaya çalıştım, bulamadım. Birkaç arkadaşıma aklımda kalan imajlarıyla anlattım. Sonunda bulduk. O kadar yıl sonra çocukluğumdan neden sadece bu filmi hatırlıyorum, bilmiyorum. Neyini sevdim, neden sevdim; onu da bilmiyorum. Çok fazla kurcalamak da istemiyorum. Fakat çocukluğumdan yadigâr kalmış film deyince, aklıma elbette bu film geliyor.

Sinemada izlediğin ilk film? 

The Matrix (1999). Çocukluk yıllarım çok küçük bir ilçede geçti. 1999 senesine kadar da ilçemizde sinema yoktu. Sonra bir cep sineması açıldı. İlk sinema deneyimim belki geç oldu ama güzel oldu. Sinemada izlediğim ilk film The Matrix. Mükemmel bir başlangıç. Daha iyisi olamazdı herhalde. Nasıl bir deneyimdi? Valla kafayı yedim diye hatırlıyorum. Defalarca izledim. Uzun bir süre herkese The Matrix’i anlatıyordum. O sinemada oynayan her filmi birden fazla defa izlemişimdir. Tabii çok kötü filmler de izledim ama sanırım sinemaya olan ilgim o dönemde kuvvetlendi.

Hep daha iyi hissederek ayrılırım dediğin film?

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004). Bu tamamen kişisel bir seçim çünkü film, az önce bahsettiğim -çocukluğumda yaşadığım- o küçük ilçede geçiyor. Yani filmde geçen o yaşantıyı o kadar iyi biliyorum ki… Sanki kendi çocukluğum kadar gerçek geliyor bana. Filmde sinemacı olmak için mücadele eden romantik iki çocukla da özdeşlik kuruyorum belki de. Bozkırın ortasında hayal kuran o iki çocuğu her izlediğimde biraz kalbim kırılır ama mutlaka hep daha iyi hissederek ayrılırım.

Kahramanı olmak isteyeceğin film?

Bu soruya özür dileyerek iki yanıt vereceğim. Birincisi, The Lord of the Rings serisi. Nedenini söylememe gerek yok sanırım. Kim orta dünyada iyiliğin hâkim olması için Sauron’la savaşmak istemez ki! İkincisi ise Richard Linklater’ın Before Sunrise’ı (1995). İnanılmaz bir deneyim olmaz mıydı? İki kişinin umursamazca sadece yaşadıkları o âna odaklanmaları, hiçbir şeyi düşünüp dert etmeden sadece mutlu olmaya çalışmaları… Aşkın tüm mantıksızlığının ve heyecanının, tarifsiz duygusal deneyimi.

Kitap gibi bir film?

Bu soruya da tek bir cevap veremeyeceğim. Birincisi Das weiße Band / The White Ribbon (2009), ikincisi ise Scener ur ett äktenskap / Scenes From a Marriage (1974). Bu iki film elbette birbirlerinden çok başka filmler ama iki filmi de izlediğimde öncelerini ve sonralarını hayal ettirir. Sanki uzun, derin ve çarpıcı bir roman okumuşum hissi verir bana.

Mısır patlattıran bir film?

The Dark Knight (2008). Benim için tam da bu sorunun cevabıdır. Elbette en sevdiğim ilk 30 filme bile giremez belki ama iyi bir ses sisteminin olduğu, perdesi kaliteli bir sinemada bu filmi patlamış mısır yerken izlemek kadar keyifli bir şey yoktur sanırım.

Zaman geçtikçe sendeki yerini sağlamlaştıran bir film? 

Yine iki cevap vermek zorundayım. Birincisi Fa yeung nin wah / In the Mood for Love (2000), ikincisi ise Vesikalı Yarim (1968). Vesikalı Yarim’i çocukluğumdan beri, In the Mood for Love’ı da gençliğimden beri izliyorum. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bu iki filmin de bendeki etkisi azalmıyor. Hemen her sene mutlaka izlerim. Ve her izlediğimde ben ne kadar değişmiş olursam olayım ya da hayat ne kadar değişmiş olursa olsun bu filmlerde beni sarsan, bana dokunan bir şey oluyor. 

Yalnız izlenmeli dediğin bir film? 

Skammen / Shame (1968) ve Manchester by the Sea (2016). Bu iki film insana dair o kadar derin bir yere dokunuyor ki izlediğimde insan olarak kendime bile tahammülüm kalmıyor. Bir başka insanın yüzüne bakamayacak bir hâle geliyorum. Bence o kadar iyi filmler ki ne desem, nasıl anlatsam haklarını verememiş olurum. 

Mekânlarıyla aklına kazınan bir film? 

Mia aioniotita kai mia mer / Eternity and a Day (1998) ve Stalker (1979). İkisini de mekânlarından ayrı düşünemiyorum. İki filmin de görsel ve işitsel dünyası olağanüstü, şiir gibi. Elbette bambaşka tarzda yazılmış iki şiir. Eternity and a Day sahne sahne aklımda. Hemen hemen her mekânı görsel olarak hafızamda. Filmi düşündüğümde aklıma önce mekân olarak geliyor, sonra filme dair pek çok imgeyi de müziğiyle çağırıyor. Bence inanılmaz bir birliktelik. Stalker için pek bir şey söylememe gerek yok sanırım. O zaten o mekân için yapılmış bir film. Elbette filmin başındaki ev ve bar da inanılmaz mekânlar ama filmin bütün derdi ana mekânı olan “Bölge”. Bu iki filmin de başyapıt olmalarında mekânlarının payı çok büyük.

Herkese izletmek istediğin film?

Inside Llewyn Davis (2013) ve Toni Erdmann (2016). Elbette bilinmedik filmler değiller ama kiminle sinema konuşsak lafı bir şekilde bu filmlere getirip eğer konuştuğum kişi izlemediyse müthiş bir sevinçle “Lütfen bu filmleri izle.” diyorum. Sonra da “İzledin mi, nasıl buldun?” diye darlıyorum! Hatta “Mümkünse beraber izleyelim, bakalım ne düşüneceksin?” diyorum. Şimdi söyleyince biraz rahatsız edici geldi. Buradan da bu yazıyı okuyan ve bu filmlerden birini izlememiş biri varsa (bence yoktur) mutlaka izlesin isterim.