Seçim şarkıları ve meydanlardaki gürültünün sembolik değeri  

Yazı: Berk Sayan

Sokak sokak cadde cadde kenti inleten seçim otobüsleri, her mahallenin toplanma alanlarında tüm bölge sakinlerini ve en başta çiçekçisinden büfecisine esnafı rahatsız eden seçim çadırları ve miting meydanlarından ya da ekranlardan yükselen gür ve korkunç söylevler, gürültüyü iktidar alanı kurmak için kullanmanın araçları olarak karşımıza çıkıyor. Siyasiler bu araç ve yöntemler sayesinde yarattıkları işitsel terörü hâkimiyet alanlarını sağlamlaştırmak, safları sıklaştırmak ve “düşmana” korku salmak için kullanıyor.

Ses ve gürültü olduk olası iktidar kurmanın aracı olmuştur. Her şeyden önce bir çobanı düşünelim, boynundaki düdüğüyle ya da çığırtarak sürüsü üzerinde bir iktidar alanı kurar. Onlara yön verir, duracakları ve gidebilecekleri alanı tayin eder. Gerektiğinde patronun kim olduğunu hatırlatmak da yine tonun sertleşmesiyle çıkarılacak sesin işidir. Bunlar seçim döneminde sese dair gördüğümüz şeylerin en temelini oluşturur aslında. İnsan hem baskı kurmak istediğinde hem de korku duyduğu anlarda ses çıkararak bulunduğu alanı belirtmek ve o alandaki iktidarını ötekine hatırlatmak ihtiyacı duyar. Bu insani edim sesin iktidar alanı kurmaya dair en temel görünümüdür dünyamızda. Sesin yönetenlerin tekeline girmesiyle ise ona getirilen sınırlar kendini gösterir. Ses çıkarmak artık tebaanın kafasına göre yapabildiği bir şey değildir. Yönetenlerin sese koyduğu yasaklar, makbul şarkı formlarından desibel yasaklarına kadar bir dizi farklı engellemeyi içinde barındırır. Bu anlamıyla noise ve atonal müziklerin politik bir değeri olduğu da tartışmaya açılır. Makbul olmayan seslerin isyan bayrağını açmak için kullanımı ortaya çıkar. Kanunları sadece yönettikleri halk için geçerli kılmak otokratik yapıların, diktatoryal rejimlerin yani baskıcı yönetimlerin işidir. Yönetenler sese getirdikleri yasakları aşarak kendi iktidarının altını çizebilirler. Bunu seçim dönemlerinde defalarca görürüz. Sadece ses alanında değil; çıkan imar yasaları, genel aflar gibi birçok usulsüzlük ve hukuk tanımazlığın iktidar alanlarını sağlamlaştırmak için nasıl kullanıldığını gösteriyor bize.

Liderler kendi tabanlarını gürültüye serpiştirilen mesaj ve semboller sayesinde polarize ederler. Kutuplaşan halk meydanlarda verilen mesajlarla birlikte kendini bu gücün sahibi olarak beller, karşı tarafa korku vermek tüm seçmenin görevi olur. Çığırtkan bir çoban gibi meydanın hâkimi olan siyasi lider kamusal alanı gürültü ile terörize ederek nasıl iktidar kurulabildiğini halkına öğretir. Bu şiddet daha sonra farklı biçimlere dönüşerek doktora tekme tokat dalmaya, bir apartman girişinde sokak kedisini canice öldürmeye değin uzanarak hâkim kültürün mayasını oluşturuyor. Seçim veyahut bir spor müsabakası galibiyetine tepinerek sevinmek de tam olarak buradan besleniyor. Sandıkların açıldığı gece yaşadıklarımız aslında meydanda bağıran liderin, son ses seçim otobüslerinin ve seçim çadırlarının halktaki yansıması: Gürültü terörü siyasi iktidardan halka bir geceliğine devredilir. Siyasal iktidar bariyerleri aşarak topluma bu alanlara tecavüz etme hakkının kendilerinde ve tabanlarında olduğunu gösterir ve öğütler. Doğru zamanda kullanmak için de bu silah ellerinde bir köşede bekler. Tıpkı 6-7 Eylül Olayları’nda olduğu gibi pogromlar böyle tezgahlanır, iktidar elinizdeyken her şeyi yapmaya muktedir olduğunuzu her fırsatta göstererek.

Türkiye “taze” bir cumhuriyet olarak kuruluş ideolojisinin açtığı yolda duygu ve kimlik siyasetinin içine sıkışıp kalmış durumda. Bunu reel politiğin her ânında gözlemlediğimiz gibi seçim dönemlerinde daha da belirgin hissediyoruz. Özellikle kampanyalar bu siyaset biçiminin kristalize olduğu anlara ev sahipliği ediyor. Seçim kampanyalarının görsel dünyasında afişler, araç giydirmeleri ve basına verilen fotoğraflar önemli bir yer işgal ederken, işitsel dünyada politikacıların miting sahnesindeki performansları ve seçim şarkıları başat bir rol üstleniyor. Bunlara vaatler ve sembolik değer taşıyan diğer eylemler eklenince seçim kampanyası ete kemiğe bürünüyor. Sesin ve müziğin seçim sürecinde ve siyasetin seçimden arta kalan diğer tüm alanlarında farklı anlamlar taşıyarak seçmenle ilişkilenmenin bir yolu olduğunu görüyoruz. Duygu siyasetinin hâkim olduğu Türkiye’de müzik ağırlıkla bir duygudaşlık yaratmak ve ortak kimliğe sahip olduğumuzu anlatmak/göstermek gibi çeşitli mesajlar vermek için kullanılıyor. 

Cumhuriyetin ilk seçim şarkısını Türkiye İşçi Partisi 1965 yılında yapılan seçimlerde kullandı. TİP, “Yarının Şarkısı” adlı parçayla Türkiye siyasal yaşamında ilk kez müziğin kullanıldığı bir seçim kampanyası düzenledi. Erdem Buri’nin yazdığı ve Tülay German’ın seslendirdiği TİP’in seçim müziği “Yarının Şarkısı” şu sözlere sahipti: “Bir şarkı olmalı / Özlemi söyleyen / Bu koyu günlerden / Yarına ses veren / Bir sevgi olmalı / Senden de yükselen / Sonra benimle bir / Yarına yön veren / Bir umut olmalı / Gözlerinde senin / Gözlerimde benim / Yarına erişen / Bir yarın olmalı / Başka türlü bir şey / Bir aydın, bir güzel / Yarına varmalı.”

Seçim şarkıları ya da daha geniş anlamıyla seçimlerde kullanılan şarkılar birkaç farklı biçimde hazırlanır ve seçilir. Kimi açık politik mesajlar taşırken kimi sadece birlik ve huzuru çağrıştırarak duygu siyasetine oynar, kimi kitlelere dinamizm getirmek için bir dans, bir figürle özdeşleşerek hayatımıza girer (Donald Trump / “YMCA” ve Muharrem İnce / “Gaz Pedal”), kimi de sadece karşı tarafa “çakmak” için vardır (Demirel’den İsmet İnönü’ye: “Ağlama değmez paşa”). Günümüzde tüm bu yöntemler bir seçim kampanyasında farklı anlarda karşımıza çıkabiliyor, tek bir şarkı ile ilerlemiyor genelde siyasi partiler. Meydanda başka bir şarkı yankılanırken, sosyal medyada gençlik örgütlerinin “editleri” ile bambaşka parçalar gündeme gelebiliyor. Sosyal medyadan seçim şarkısı devşirme örneklerinden birini CHP ve AKP’nin Azer Bülbül savaşında gördük örneğin. 

Ak Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’ın özellikle son yıllarda seçim şarkılarını ustalıkla kullandığını görüyoruz. Sesin baskıcı gücünü kullanmanın yanında müzik, AKP’nin itinayla kullandığı bir politik araç. Meydanlardan sosyal medyaya şarkılar çeşitlenirken Erdoğan, partisinden ayrı (fakat ona paralel bir yolda) ilerleyen bireysel propagandasını kendine has bir dille yönetiyor. Onun kullandığı parçalar tamamen duygu siyasetine yönelik. Partisinin seçim şarkısından / şarkılarından farklı bambaşka bir şarkıyı kendisi için seçiyor ve belirli bir süre bu parça aracılığıyla seçmeniyle arasında duygusal bir bağ kuruyor. Örneğin 2014 yerel seçimleri sonrasında yaptığı balkon konuşmasını konuşmasını şöyle bitirmişti: “Kardeşlerim, unutmayın; Türkiye eğilmez, millet yenilmez. Zaferimiz kutlu, mübarek olsun diyorum. Hepinizi yürekten selamlıyorum. Ve hazır mıyız diyorum. Beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda. Şimdi dinlediğim tüm şarkılarda, bana her şey sizi hatırlatıyor, bana her şey sizi hatırlatıyor, bana her şey Türkiye’yi hatırlatıyor.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son 10 yılına damgasını vuran iki şarkı var. Bunlardan ilki defalarca seçmeniyle birlikte söylediği “Her şey seni hatırlatıyor” ve yeni gözdesi Cengiz Kurtoğlu’ndan “Duyanlara Duymayanlara”: “Her şey her şey, senin için / Dualarım duygularım / Düşlerimde bakışların / Hep seni söylüyor şarkılarım / Umrumda değil kim duyarsa duysun / Varsın olsun kim görürse görsün / Bırak gitmeyi kolay mı sanıyorsun / Söyle sevgilim herkes duysun / Duyanlara duymayanlara / Soranlara sormayanlara / Ben onu seviyorum çok seviyorum / Seviyorum seviyorum çok.” 

Tamamen duygulara yönelik olan bu şarkılar, seçmeni ile Erdoğan arasındaki koşulsuz bağın altını defaatle çiziyor. Bununla birlikte onun aramızdan çıkmış bir “fakir” olduğunu göstermenin de yollarından biri. Bu şarkıları ekranlarda ve mitinglerde bizzat siyasilerin kendilerinin çatlayan sesleriyle söylemesi hem verilmek istenen bizdenlik duygusunu taçlandırıyor hem de toplum gözünde giderek plastikleşen siyasi liderin bizler gibi etten kemikten bir insan olduğunu hatırlamamızı sağlıyor. Binali Yıldırım da dâhil olmak üzere AKP cenahından birçok siyasi bu yöntemi kullandı. Bu şarkılar, özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın bireysel propagandası için kullanılanlar, aynı zamanda hâkim kültürün ve toplumun duygu durumunun da aynası. Yorgun, geçmişe hasret duyan, gelecekle bağı zayıf, umut duygusu kaybolmuş bir toplumun ipuçlarını veriyor çoğu şarkı. Recep Tayyip Erdoğan’ın mağdur edebiyatıyla ve kendi tarifiyle geldiği yerle de örtüşen bu hâl miting meydanlarında tekrar tekrar anımsanıyor. İçine düştüğümüz bu dramatik hâli anımsamanın bizde bir isyana sebep olması beklenirken tam aksine travmayı defalarca dillendirmek bir rahatlama getiriyor aslında. Aile büyüğüyle dertleşmenin verdiği tedavi edici hissiyata yakın duygular beliriyor duygu dünyamızda. Hatta liderin bu şarkıyı söylemesi, onun aramızdan çıkmış biri olarak geldiği noktayı da bize anımsatıyor, siyasi önderin varlığında bütünleşerek hepimizin kazandığına dair sahte bir birlik duygusu yaratıyor.

Muhalif kanatta ise bu konuda en iyi performansın sahibi, tabii ki muhalefetin en güçlü siyasi figürü Selahattin Demirtaş. Demirtaş, ATV ekranlarında bağlama çalarak ses ve müzikle politik bir hamle yapmanın, duygulara dönük olsa da onları sömürmeden nasıl uygulanabileceğini gösterdi denebilir. Demirtaş’ın bağlama çalmasının onun siyaseten yetkinliği ve bize vadettikleriyle hiçbir alakası yok ancak seçim propagandası için çıktığı bir yayında bu yeteneğini kullandı. Çünkü bu eylem televizyoncular için nasıl reyting demekse, Demirtaş’ın bizzat kendisi için de oy potansiyelinin artması demekti.

31 Mart’ta gerçekleşecek yerel seçim atmosferine bakacak olursak, Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi adayı Ekrem İmamoğlu’nun birkaç değişik şarkı hazırlattığını ve farklı kesimlere erişmek için şarkı formları ve içeriğini çeşitlendirdiğini görüyoruz. Örneğin gençlere “oy verin” mesajı ileten bir şarkısı da var; folklorik temaların başrolde olduğu ve İmamoğlu’na dürüstlük, eşitlik gibi karakter özellikleri atfeden bir başka şarkı da. En dikkat çekici olan ise bir Karadeniz horonu olan “Ula Tam Yol İleri” isimli şarkı. Bu şarkının, Recep Tayyip Erdoğan’ı kendi yöntemiyle alt etme anlamı taşıdığını söyleyebiliriz. Önceliği duygu ve kimlik siyasetine vererek başlayan “Ula Tam Yol İleri”, ancak ikinci yarısında vaatlere yer veriyor. Erdoğan’ın kurguladığı neo-Kemalizm’i, yeni Türkiye’ye özgü “yerli ve milli” kimliğini, Fatih Sultan Mehmet’le de Mustafa Kemal’le de kuvvetli bağı olan “kapsayıcı” politik dili sahiplenen İmamoğlu, bu şarkı aracılığıyla siyaseten pozisyon aldığı yerin altını da iyice belirginleştiriyor. Bu şarkının ve reklam filminin bize tasvir ettiği şey Türk, Sünni, erkek, mümkünse Karadenizli, mağduriyet içeren bir hikâyesi olan, icraatçı lider profili. Ne kadar da Recep Tayyip Erdoğan’ı çağrıştırıyor değil mi? 

AKP’nin İstanbul adayı Murat Kurum da tıpkı Ekrem İmamoğlu gibi birden fazla şarkı paylaştı YouTube sayfası üzerinden. Bu şarkıların çoğu Tayyip Erdoğan’ın ortaya attığı “Yeniden İstanbul” sloganını sahipleniyor, içerik olarak çok benzerler, sadece şarkıların formları değişiyor. AKP’nin imzasına dönüşen “dombra” benzeri akıncı bir ruha sahip olan da var, rap dolaylarında gezen bir başka versiyon da. Bu şarkıların bir yerlerinde muhakkak Erdoğan’ın sesini duyuyoruz, bu seçimin odağı İstanbul’da mücadelenin görünürdeki iki aday arasında geçmediğini, Erdoğan’ın özellikle politik tartışmalarda İmamoğlu’nun karşısında ringde olacağını gösteriyor. Zaten bir süredir gözlemlediğimiz de bu, Erdoğan sahalara indiğinde menzilde kim varsa acımadan savuruyor yumruklarını. İstanbul seçiminde favori partilerin seçim şarkılarına bakarak bir analiz yapınca şu meme’lere konu olan “birbirini işaret eden Spidermanler” görseli geliyor akla. Sanki “Recep Tayyip Erdoğan, Recep Tayyip Erdoğan’a karşı” gibi bir tablo var karşımızda. Tüm bu açılardan baktığımızda sesin kamusal alanda gürültü formunda kullanımı, yaşadığımız siyasal rejimin sertliğine dair ipuçları verirken seçim şarkıları ise 20 yılı aşkın süren AKP iktidarında kurucu ideolojinin birkaç farklı nüans edindiğini ancak “yeni” formuyla olsa bile hâlâ iktidarını sürdürdüğünü gösteriyor bize.