Metalik bulutlar üzerinde öze dönüş: The Flaming Lips’in kısaltılmış resmî tarihi

The Flaming Lips ile tanışmam, daha doğrusu yaptıkları müziği içselleştirmem epey geç oldu. Embryonic çıktıktan birkaç sene sonra (muhtemelen 2013’tü), hayal meyal akan bir öğleden sonra esnasında, muhtemelen hoparlörlere bağlanmış bir bilgisayardan yükselmişti ses. Bütünüyle eksiksiz, gürültü dozu da psikedelia dozu da yerli yerinde, ne eksik ne fazla bir kayıt Embryonic. Bu albüm de diğer tüm The Flaming Lips albümleri de diskografinin geri kalanıyla çok sıkı bağlara sahip değiller. Her birinde selef ve halefleriyle bir ilişki olsa da, muhakkak bir yenilik, değişim mevcut. Bu durum bazen dönemsel olarak grup müziğinin geçirdiği evrimden, bazen keyfiyetten, bazen de aktüel eğilimlerden kaynaklandı. The Flaming Lips diskografisine bakmak gökyüzündeki yıldızları izlemek gibi, kimi parlak kimi sönük ve birbirlerinden ayrı olsalar da bir bütünün, grubun kendi dizaynı olan Samanyolu’nun parçası.

Yazı: Berk Sayan

Onların müziğini, bir kaleydoskopa benzetmek de mümkün. Rengârenk, değişken ve ne çıkacağını öngöremediğiniz bir cümbüş. Bu cümbüş estetik açıdan en çok neo-psikedelia ile eşleştiği gibi içerik ve çizdikleri imaj açısından türün ilişkilendiği birçok kavramla da bütünleşiyor. Özellikle Joy Press ve Simon Reynolds imzalı Seks İsyanları – Toplumsal Cinsiyet, Başkaldırı ve Rock’n’Roll kitabında psikedelia hakkında geçmişten yakın tarihe kadar örneklenen birçok şeyi onlarda da bulmak mümkün. Rock müziğin maskülen ve maço tavrını bir kenara bırakan, daha çocuksu bir yanı var psikedelianın ve nostaljik bir yaklaşıma sahip. Bu çocuksuluğa öykünme durumu, kendini aynı zamanda anne karnına, başlangıca bir özlem olarak da gösteriyor. Tıpkı 2001: A Space Odyssey’deki gibi, uzay, halüsinasyonlar, yaşamın başlangıcı ve fetus bir arada. “Psikedelia, tabiat ananın kollarında huzur bulmayı özleyen ana kuzusunun kültürüydü” diyor Reynolds ve Press kitapta, nokta atışı bir tanım. Temele, öze, en geriye dönüş; o sakinliği, hiçliğin içindeki savruluşu aramak da diyebilirsiniz buna. Bunun yansımasını grubun kurucularından Wayne Coyne’un yazdığı “çocukça” sözlerde, tekerlemelere benzeyen şarkılarda görüyoruz. Hem satır aralarında hem de açıkça şarkı isimlerinde de var bu eğilim. Mesela bugün 25 yılı geride bırakan albüm Clouds Taste Metallic’in iki numarası “Psychiatric Explorations of The Fetus with Needles” en açık örneklerden biri. Çocukluk tekerlemeleri/şarkıları gibi bir örnek vermek gerekirse “Embryonic” albümünden “I Can Be A Frog” pekâlâ bunun karşılığını verebilir. “Giant Baby” de yine çocukluğu, varoluşu, doğayı, galaksiyi bir araya getiren sözlere sahip:

“The giant newborn grew into a giant little boy / It wasn’t easy to find him giant baby toys / He loved outer space and he loved the sky / He would reach up to touch it, but it was too high” 

“Dev yenidoğan büyüyüp dev bir küçük çocuk oldu / Onu dev oyuncak bebekleri arasında bulmak kolay değildi / Uzay boşluğunu ve gökyüzünü severdi / Dokunmak için uzanırdı ama çok yüksekteler”

Bu çocukluğa, ana kucağına ve hatta ana rahmine dönüş arzusunun, oidipal bir açıklaması olduğu kadar haz ilkesinin ötesiyle Freud’un yineleme zorlantısı teorisiyle de bir ilişkisi vardır belki de. Freud’un yineleme zorlantısı diye adlandırdığı şeyi, bilinçaltında hasar bırakmış bir travmayı tekrar tekrar yaşayarak onun kötü etkilerinden kurtulmaya çalışmak olarak kısaca özetleyebiliriz. Aynı hatayı tekrar tekrar yapmanın onun üstesinden gelmenin tek yöntemi olduğuna dair bir kavram kabaca. Bu kavramın iyileştirici gücünden bahsedeceksek eğer, psikedelianın da sağaltıcı bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Belki de, her şeyin en başına dönme arzusu, farkında olmadan bir sona (ya da başlangıca) ulaşma isteğidir. Bu durum cansızlığa, morteme, post-morteme ulaşmak olarak görünse de aslında hiçlikteki o huzura ermek için sarf edilen bir çaba da olabilir, yani tüm travmaların topyekûn ortadan kalkmasına duyulan özlem.

Tüm bu bahsettiğimiz doğaya ve kendine dönüş metaforları, bir çeşit panteizmi de simgeliyor aslında. Psikedelia; romantizm, panteizm ve pastoralizmin değerli olduğu bir evren yaratır, bu kavramların çevresinde bir türkü tutturur. Bahsettiğimiz öze dönüş arzusunun ortaya çıkmasının bir sebebi de tüm evrenin tanrının bir yansıması olduğuna inanan panteist yaklaşım. Ne kadar kendimize ve doğaya dönersek, o kadar tanrıya yaklaşırız. Bu spiritüel ve özcü yaklaşımın müzikal yansıması da eko ve reverb yardımıyla, oyuncakların çıkardıklarına benzer seslerle süslenen bestelerle sağlanıyor. Bu müzik türünün aynı zamanda dönemsel olarak “trend” olan keyif vericilerle de bir bağlantısı var. 1960’ların sonunda “Speed” dönemini bitirip asit döneminin kapısını aralayan müzik bu. Soyut bir ifade biçimi olan müzik, keyif vericilerin etkisiyle dinleyicinin iliklerine kadar işler. Bu maddeler müzik ile dinleyici arasındaki mesafeyi de kısaltır ve müzikle bütünleşilir. Tüm bunların farkında olan Wayne Coyne ve Steven Drozd, stüdyo seanslarında bu etkiyi hiçbir şey kullanmadan hissedeceğiniz müziği inşa etmek için uğraştılar hep (ya da o etkiyi iki katına çıkarmayı hedefledikleri bir müzik yaptılar). Onları erken dönemde psikedelia yapan müzisyenlerden ayıran en belirgin fark ise, tam manasıyla kentli olmaları. Öze dönüşün kırlara değil de evrenin kendisine dönüş, onunla bütünleşme olarak simgelenmesi ve kentli sorunlarını, hayatın giderek plastikleşmesini, plastikleşen ve asit etkisiyle erimiş bir dille sunuyor olmaları. 

Grubun estetik anlayışını ve onun temellerini bir kenara bırakalım artık. 80’lerin ikinci yarısından itibaren faaliyet gösteren The Flaming Lips’in yolculuğunu üç beş albümlük sadece başarıya endeksli projelerden / müzisyenlerden ayırmak gerekiyor. Onlarınki aslında bitmeyen bir soyut dışavurum hikâyesi. Hem kendi içlerinde olan biteni hem de etkilendikleri her şeyi müziklerine yansıttıkları bir üretim serüveni. Geçtiğimiz 11 Eylül’de 16. albümleri American Head’i yayımlayan grup, bu yolculuğun dönüm noktasını aslında bundan yaklaşık 30 yıl önce yaşadı diyebiliriz. 1993 tarihli Transmissions from the Satellite Heart albümündeki “She Don’t Use Jelly” isimli şarkı, grubun ticari anlamda o döneme dek ortaya koyduğu en sükseli işiydi. Şarkı, Wayne Coyne’un basit ve yer yer çocukça yazılmış gibi duran fakat yüzeysel olmayan (bazen gerçekten saçma da olabilen), söz yazımının bir başka örneğiydi. Bu sözler ve devamında göreceğimiz benzerleri Wayne Coyne’un imzası hâline geldi artık. “She Don’t Use Jelly”de müziğin bıraktığı etki ise 90’lar sound’unun düpedüz bir yansıması olsa da kendilerine has icra ve beste dilinin etkisi de bir o kadar mevcut. Bu şarkının getirdiği başarı grubun sırtında bir yük oldu sonrasında ve Clouds Taste Metallic, o şarkının gölgesi henüz üzerindeyken çok eleştirilmişti. Çünkü grubun açılan bu yolda ilerleyeceği ve ticari olarak yıldızlaşacağı öngörülmüştü, ama öyle olmadı. Bugünden geriye bakınca, Nirvana’nın başı çektiği grunge yıllarının çok değerli dört albümüne imza attıklarını görüyoruz. Üstelik grunge ile hiçbir bağları da yoktu. Biraz distortion, biraz pedal, özellikle sözlerde neo-psikedelia izleri vs… 90’lar Amerikan indie rock müziğine dair ne arıyorsanız daha fazlasını bulabilirsiniz diyelim kısaca. Clouds Taste Metallic işte bu 4 albümlük serinin etkileyici finali olarak anılıyor artık. Hemen peşi sıra ticari olarak çok daha başarılı albümler yapsalar da bu 4 albümün kimilerince daha üstün görüldüğü üzerine söylenecek en net şey bu kayıtların çok daha samimi ve içtenlikli tınladığı. Oklahomalı sıkı bir Amerikan indie grubuyken kendilerini bozdukları ve hatta zaman içinde bir karikatüre dönüştükleri dillendiriliyor. Ancak başka bir bakış açısı da bu albüm sonrasında bir şekilde grubun üçüncü gözünün iyice açıldığını iddia ediyor. Onları kitlelerin karşısına taşıyan sürece burun kıvırıp, müziklerini eski bir teypten dinlemek isteyebilirsiniz, buna varım. Sadece nostalji yaşamak için, eskiden her şeyin katkısız, temiz, doğal ve dürüst olduğuna kendimizi inandırmak için bile buna varım (bir nostalji ve geçmişe dönüş özlemi de benden!). Fakat The Flaming Lips’i istesek de burada bitiremeyiz.

Grup yolun devamında The Beatles ve Pink Floyd (erken dönem) gibi gruplardan, 60 ve 70’li yıllar psikedelik müziğinden çok ciddi anlamda etkilenen işler ortaya koydu. Yeni bir The Flaming Lips inşa ettiler. Daha renkli, yaratıcı fikirlerin önemli olduğu bir başka dil konuşmaya başladılar. Bu dönüşümün miladı sayılan 1999 tarihli The Soft Bulletin’e bir neo-psikedelia senfonisi demek abartılı olmaz. Denemekten çekinmediler ve muazzam bir şey çıktı ortaya. Birçok fikir, müthiş besteler ve yeni sesler var bu albümde. Bu başka bir imajın da kapısını araladı aynı zamanda; o zamandan bu yana The Flaming Lips denilince artık akıllara daha fantastik bir imaj geliyor. The Soft Bulletin’i takip eden 2 albümle birlikte, o dönemi bir psikedelik pop dönemi olarak da adlandırabiliriz. Grubun en yoğun psikedelia eğilimi bu üç albümde görülüyor zaten. Aynı zamanda bu seri sayesinde grup adını çok daha geniş kitlelere duyurabildi. Son albümleri American Head ise en çok bu dönemle benzerlik taşıyor ve epey Beatlesque bir albüm. Arkalarına bu büyüyü alarak etkileyici bir geri dönüş hikâyesi yazmak istemişler belli ki. Grup, o dönem ile şimdi arasında geçen 15 senede, muazzam Embryonic albümü, Henry Rollins’in de yer aldığı “Dark Side of the Moon”u yorumladıkları kayıt, Wayne Coyne’un Miley Cyrus dostluğu / iş birliği, keyif vericiler ve sosyal medya eşliğinde 2000’lere özgü bir imaj gibi birçok farklı iş ve suretle karşımıza çıktı. American Head bu anlamda, tüm bunları es geçip bir öze dönüşü de simgeliyor. Ancak bu öze dönüş ne yazık ki geçmişin bir replikası olmanın çok ilerisine gidememiş. Yeni fikirlerden uzak, klişelere sırtını yaslayan bir albüm dinliyoruz. Tüm bunlara rağmen ortalamanın üstünde bir psych-pop albümü olduğunu da kabul ediyorum, ancak Samanyolu içerisinde biraz sönük kalıyor ve kusuru bu. Belki de hata bendedir, dolu dolu 35 seneyi geride bırakmış ve yeterince iz bırakmış bir ekipten hâlâ çığır açmasını beklemek aptallık olabilir.