Üstü kapatılanlara direniş biçimi: Secrets We Keep

Yazı: Olcay Özer

Netflix’te geçtiğimiz haftalarda yayımlanan Danimarka yapımı Secrets We Keep (Reservatet), endüstriyel derecede cilalanmış bir zenginliğin hemen altındaki tabakayı çarpıcı bir biçimde ortaya seriyor. 2020 tarihli Wildlands’in yazarlarından Ingeborg Topsøe’nin yaratıcısı olduğu dizi, altın rengi ışıklarla bezeli yemyeşil arka planında izleyici ânında içine çeken bir drama ortak ediyor.

*Bu yazı, henüz Secrets We Keep dizisini izlemeyenler için bazı sürprizleri bozabilir. 


Zaman dilimi ve mekân.

2025, Danimarka.

Konu nedir?

Filipinli genç bakıcı Ruby, Danimarka’nın en zengin muhitlerinden birinde aniden ortadan kaybolur ve komşusu Cecilie onun başına bir şey geldiğinden şüphelenir. Cecilie’nin bakıcısı Angel da mahallede dolaşan söylentileri araştırmaya başlar ve böylece bir suç ihtimali giderek daha güçlü hâle gelir.

Ancak göçmen bir kadının kaybolması polis için bir öncelik değildir ve yeni atanan müfettiş Aicha, olayı aydınlatmak için her türlü desteğe ihtiyaç duyar. Cecilie ve Angel yardım etmeye gönüllü olurlar ve lüks evlerin ardındaki güç ilişkileri ile ayrıcalıklar yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlar.

Ruby’nin kayboluşu, Cecilie’nin kendi “mükemmel” ailesine uzanan sarsıcı bağlantıları açığa çıkarınca gerçeğe ulaşma kararlılığı da ciddi biçimde sınanır. Cecilie, görmek istemediği kör noktalarıyla yüzleşmek ve hem ailesini hem de çocuklarını büyüttüğü çevreyi bambaşka bir gözle değerlendirmek zorunda kalacaktır.

İzlemeden önce bilmeniz gerekenler

Dizi; çocukların cinsel içerikli medyayla karşılaşması, sınıfsal ayrım, ekonomik imkânsızlıklar, cinsel rıza ve tecavüz, göçmenlik ve göçmen haklarının suistimali gibi ağır ve bir o kadar da önemli temaları ele alıyor. Bu yoğun meseleleri çoğu zaman incelikli ve ölçülü bir şekilde işliyor. Ancak özellikle sınıfsal uçurumun derinliği ve tecavüzün bazı karakterlerce “normalleştirilmesi” gibi sahneler tetikleyici olabilir.

İlk intiba

Dizi, baştan sona merak duygusunu canlı tutan, sürükleyici bir anlatıma sahip. Çok katmanlı hikâyesi görsel dünyasına da yansımış; üst sınıfın ışıltısı ile Filipinli au pair’lerin kasvetli odaları ve karanlık bar buluşmaları arasında kurulan görsel karşıtlık oldukça etkileyici. Özellikle görgüsüzlüğün, utanmazlığın ve cezasızlığın parlak renkler ve göz alıcı mimarilerle iç içe geçerek aktarılması, dizinin eleştirel tonunu güçlü kılmış.

En çok neyi sevdin?

Dizinin en etkileyici unsurlarından biri; hikâyesinin iki kadın karakterin, Cecilie (Marie Bach Hansen) ve dedektif Aicha’nın (Sara Fanta Traore) ısrarı ve vazgeçmeyişi üzerinden ilerlemesi. Bu iki karakterin azmi, yalnızca bir kayıp vakasının çözülmesinden ibaret değil. Aynı zamanda sessizleştirilen kadınların sesinin duyulması için verilen bir mücadeleye de dönüşüyor. Cecilie, başlangıçta kendi mahallesindeki düzeni sorgulamayan bir figürken, Ruby’nin kayboluşuyla birlikte hem etrafındaki ayrıcalıklı dünyaya hem de kendi geçmişine daha eleştirel bir gözle bakmaya başlıyor. Aicha ise sistemin düşük öncelik verdiği bir davayı ciddiyetle ele alarak, bürokratik engellerin ve toplumsal önyargıların karşısında kararlılıkla duruyor.

Bu ikili farklı sosyal konumlarda olsalar da ortak bir dayanışma hattı kurmayı başarıyor. Sessiz bırakılan kadınların hikâyesinin izini sürüyorlar. Bu durum, bireysel travmaların aslında nasıl toplumsal yapılarla iç içe geçtiğini ve üstü kapatılmış, görmezden gelinmiş adaletsizliklerin peşine düşmenin nasıl bir direniş biçimi olabileceğini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Hikâyenin kadınların gözünden anlatılması ve kadın karakterlerin kendi adalet anlayışlarını inşa etme çabası Secrets We Keep’i sıradan bir suç anlatısının çok ötesine taşıyor.

En az neyi sevdin?

Elbette tüm arsızlıkları, utanmazlıkları ve görgüsüzlükleriyle Kat ve Rasmus karakterlerinden hiç hazzetmedim. Ebeveyn olarak sergiledikleri kayıtsızlık fazlasıyla rahatsız edici. Özellikle çocuklarının yaşadığı travmayı görmezden gelmeleri ve ne bir yüzleşmeye ne de bir iyileşme sürecine alan tanımamaları, onların sadece birey olarak değil, ebeveyn olarak da ne denli sorumluluktan uzak olduklarını gösteriyor. Cezasızlık zırhıyla kurdukları bu korunaklı dünya yalnızca adaletin değil; çocuklarının geleceğinin de üstüne çöken bir karanlığa dönüşüyor.

Modunu nasıl etkiledi?

Merak unsurunun her daim varlığını koruması, modumu seyir boyunca yüksek tutsa da işlenen konuların ağırlığı ve konunun bir tarafında karşılaşmak zorunda kaldığımız aymazlık hayata dair epey umut kırıcı oldu.  

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?  

Diziyi derinleştiren en önemli unsurlardan biri, karakterlerin yüzeydeki görünümlerinin ötesine geçerek katmanlı bir şekilde inşa edilmeleri. Özellikle Cecilie, Kat, Mark ve Rasmus’tan oluşan “ev sahibi” dörtlü, ilk etapta ışıltıyı, kusursuzluğu ve sorunsuz bir hayatı temsil ediyor gibi görünse de olaylar geliştikçe bu imajlarının arkasındaki çatlakların derinleştiğine tanıklık ediyoruz. Dışarıdan bakıldığında hayatları yalnızca daha fazla para ve statü arayışıyla tanımlanabilecek bu grubun üyeleri, Ruby’nin kayboluşuna verdikleri tepkilerle birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını gösteriyorlar. Cecilie, vicdan azabıyla harekete geçen, adaletsizliği ve suçu görmezden gelemeyen bir figür. Ona karşılık Kat, hiçbir etik ilkeye bağlı olmayan, tek motivasyonu dışarıdan kusursuz görünen bir aile yapısını korumak olan bir karakter. Kat’ın ihtişama, statüye ve kontrol hissine duyduğu saplantılı bağlılık, onun empati ve sorumlulukla olan tüm bağlarını koparmış durumda.

Mark ve Rasmus ise ilk bakışta daha geri planda kalsalar da aslında gücün ve karar verme yetkisinin temsilcileri olarak kilit roller üstleniyorlar. Mark, geçmişten gelen bir yükün ağırlığını taşıdığı için Rasmus kadar pervasız değil. Ancak yine de sahip olduğu konumun ve imkânların etkisiyle Cecilie’nin yanında durmakta zorlanıyor. Rasmus ise Kat’la birlikte, ahlaki sınır tanımayan, statü koruma refleksiyle hareket eden bir karakter olarak gücün cezasızlıkla nasıl da iç içe geçtiğinin kusursuz bir temsili.

Dizinin en temel gerilimi de bu dört karakter üzerinden kuruluyor: Kusursuzluk maskesi ile gerçeğin rahatsızlık verici sesleri arasında gidip gelen bir gerilim; güce yakın olanlar ile adaleti arayanların çatışması. Bu çatışma yalnızca olayın çözümüne değil; karakterlerin içsel dönüşümüne de yön veriyor.

Ev sahiplerinin ihtişamlı ve görünür dünyasının yanında, dizi aynı zamanda “au pair” olarak çalışan göçmen kadın karakterlerin hikâyesine de yer veriyor. Başlangıçta ev sahiplerinin gözünden, sessiz ve neredeyse görünmez figürler olarak konumlandırılsalar da Ruby’nin kaybolması ile bu kadınlar arasında güçlü bir dayanışma ve direniş hattı ortaya çıkıyor. Onların sessizliği bir zayıflık değil; sürekli göz ardı edilen varlıklarına karşın her şeyi görebilen konumlarından geliyor. Bu karakterler gerek dayanışma pratikleriyle gerekse de Kat’ın karşısında sergiledikleri cesur ve onurlu duruşla, edilgen figürlerin aksine su yüzüne çıkmaya hazır bir adalet talebinin taşıyıcıları olduklarını kanıtlıyorlar. Ruby’nin yokluğu, onların hem bireysel hem kolektif varlığını daha da görünür kılıyor. Dizideki güç dengelerinin çizmeye çalıştığı resmi ters yüz ediyor.