Seneler sonra “The Prisoner” dizisinin lisanslı figürleri olacak

Kendini cennet kisvesindeki bir sahil kasabasında mahsur kalmış olarak bulan, İngiliz istihbaratından isimsiz bir ajanı takip ettiğimiz avangart alegori The Prisoner; televizyon tarihinin en şahsına münhasır işlerinden. 1967’te yayımlanmış, 16 bölümlük tek sezon o dönem büyük yankı uyandırmadı ancak zamanla kendine ait bir hayran kitlesi edinmeyi ve kült mertebesine ulaşmayı başardı. Dizinin bir dönem Türkiye’deki izleyicilerle, TRT bünyesinde buluştuğunu da anımsatalım.

Geçtiğimiz günlerde önümüze düşen bir Kickstarter kampanyası, bu hayran kitlesine mensup olanların kalp atışlarını hızlandıracak cinsten. On yıllar boyunca piyasaya sürülen birçok koleksiyonla anılsa da hiçbir zaman lisanslı aksiyon figürlerine sahip olmayan The Prisoner için, Wandering Planet isimli bir oyuncak şirketi harekete geçmiş. Patrick McGoohan’ın mirasını onurlandırmak adına, ITV Stüdyoları ile kolları sıvamışlar.

20 bin dolar hedefiyle başlatılan kampanya öylesine dev bir ilgiyle karşılaşmış ki, an itibariyle 140 bin dolar gibi bir meblağ toplanmış durumda. Kampanya detaylarına ulaşıp, piyasaya sürülmesi planlanan bu figürlerini incelemek için bir tık yeterli.

Bu vesileyle konuk editörlerimizden Alper Canıgüz’ün seçkisi üzerine Deniz Bankal’ın diziyi mercek altına aldığı, Bant Mag. No: 68’de yayımlanan dosyayı da hatırlayalım.

İllüstrasyon: Berkay Dağlar

Alper Canıgüz: Televizyon tarihinde The Prisoner gibi bir şey olmadı, bir daha da asla olmayacak.’ 1967 yapımı The Prisoner adlı dizi, böyle tanımlanıyor. James Bond’u oynaması teklifini defalarca geri çeviren, 60’ların büyük televizyon yıldızı Patrick McGoohan, yapımcı dostu David Tomblin’e aklındaki dizi projesini anlattığında ondan şu yanıtı alıyordu: ‘Kimse, kahramanın her bölümde yenildiği bir diziyi izlemek istemez.’ Pek çok kişi gibi Tomblin’in ilk izlenimi de yanlıştı çünkü McGoohan’ın düşündüğü şey sıradan dizi değil, insan onuru ve özgürlük için yazılmış bir destandı. Televizyon gibi vasattan beslenen, karşılığında onu besleyip büyüten bir yapıya, bilimsel, felsefi, teknolojik, siyasi tartışmaları taşıyan akıl dışı, avangart bir alegori. Üstelik değme casus filmlerine taş çıkartacak ölçüde, heyecanlı, sürükleyici ve eğlenceli. Sayısal devrim hayatımızın en küçük, en özel alanlarını utanmazca bir iştahla istila ederken gerçek devrimin sesi yarım asır öncesinden çınlıyor: ‘Ben bir sayı değilim, ben özgür bir insanım!’”

“Bir mahkûmun ilk görevi kaçmaktır”: The Prisoner / Mahkûm (1967-1968),

The Prisoner (Mahkûm) 1967’de yayımlanmaya başladığında TRT’nin henüz deneme yayınlarına başlamamış ve Büyük Britanya medyasının ise sadece üç kanal üzerinden evlere sızıyor olduğunu hayal edelim. Hayal edelim çünkü bu satırları okuyan harfli jenerasyon mensuplarının yani tahminen azıcık X, biraz Y ve umarım ki Z’lerin tedirgin çocuklarının zihinlerinde bu anlı şanlı televizyon çağının ilk auteur başyapıtının “prime time” tabiatını değiştirişini anlatmak biraz meşakkatli olacak. Çünkü Ian Fleming’in espiyonaj gerilim türüne hükmettiği ve tüm casusların 007’ye benzediği bir dünyada soğuk savaş anksiyetesinin Orwellyen bir distopyaya nasıl dönüştüğünü çoğumuz hatırlamıyoruz. Biz uyandığımızda ortam böyleydi.

X ile Y arasındaki en kısa mesafede doğmuş bir bilim kurgu kurdu olarak, varlığından haberdar olduğum bu dizinin sadece yeniden yapımını izlemiş olduğumu itiraf ederek başlamak istiyorum. Geriye dönüp orijinalinin peşine düşmem ise, Alper Canıgüz’ün kurcalamamız için The Prisoner’ı tavsiye etmesi vesilesiyle oldu.

İlk kitabı Tatlı Rüyalar (2000) ve onu takip eden tüm kitaplarını sırasıyla tek oturuşta bitirdiğim —sallamıyorum, artık ritüele dönüşen bir durumdan bahsediyorum— ve dergi ekibi olarak “hayatımızı güzelleştirdiğine” inandığımız Alper Canıgüz’ün (son kitabı Kan ve Gül röportajı için bkz. No: 58) bu fikri ortaya atmasıyla ben de kendimi Mahkûm’un üstüne atmış bulunuyorum. Evet, artık biraz daha karamsar, biraz daha sıkıntılı olduğumu söyleyebilirim… Ama şansımı deneyeceğim. Sürrealizmin ve politik hicvin limitlerini zorlayan bu avangart bilmecenin peşinde, medya tarihinin en cesur deneylerinden birine geç kalmanın verdiği gerilimi de kendime totem yaparak.

İngiliz İstihbarat Teşkilatı’ndan istifasını verdikten hemen sonra alıkonulan ve nerede olduğu bilinmeyen bir kasabada uyanan kahramanımızın adını hiçbir zaman öğrenemeyecek ve ona sonuna kadar reddettiği numarasıyla sesleneceğiz: 6.

6’nın esareti boyunca her sabah uyandığı bu kasabayı pastoral bir cennet vaadinde, ama sakinlerini kesintisiz gözetleyen metaforik bir panoptikon olarak düşünün. Tüm hareketlerin kayıt altına alındığı, bireylerin kimliksizleştirilerek hiyerarşik yönetime göre numaralandırıldığı ve iktidar, yani 1 numara tarafından hükmedilen, 2 numara tarafından komuta edilen, kaçacak ya da saklanacak yeri olmayan açık bir hapishane… Kaçmaya çalışan firarilerin tepesine havadan indirilen dev beyaz balonlarıyla ekran literatürüne geçen ilk İHA’lara tanıklık ettiğimiz, adeta edimsel bir polis devleti alegorisindeyiz. Bu mikro sistem 6’nın sahip olduğu bilgilerin peşinde —Neden istifa etti? Neyi, ne kadar biliyordu? Bildikleriyle ne yapabilirdi?— ona akıl almaz yöntemlerle sosyal ve fiziksel baskı uygulamaktan kaçınmayacak, o ise her fırsatta bu kasaba görünümlü cezaevinden kaçarak, orayı ve temsil ettiği her şeyi alaşağı edeceğini haykıracaktır.

Yazı: Deniz Bankal

Dosyanın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No: 68’e ulaşabilirsiniz.