Sinemada ilişki girdapları

Yazı: Beyza Yıldırım

Oyunculuğunun yanı sıra son dönemde yönetmenliğiyle de film setlerinden ayrılmayan Emerald Fennell’in son filmi Saltburn, eleştirilere mahal veren, gülünç bir erotik gerilim. Barry Keoghan, Jacob Elordi, Rosamund Pike gibi isimleri başrolüne taşıyan yapım, teatral yapısıyla bir rüya – kâbus ikilemine sokarken, karakterlerini sık sık arzunun deliklerine saplayıp küçük şaşırma alanları yaratıyor. Altında bir şeyler aramaya izin vermeyen anlatısıyla bir burjuva eleştirisi yapmayı hedefliyor.

Saltburn’ün jeneriği akarken hissedilenler epey karmaşık olsa da düşünceler, insan ilişkilerinin girdabına giriyor. Vesilesiyle Yorgos Lanthimos, Paul Thomas Anderson, Andrzej Żuławski gibi yönetmenlerin filmlerinden oluşan bir seçki üzerinden bu meseleye bir bakalım istedik.


Zehri kıskançlık olan bir ilişki
The Favourite 
Yorgos Lanthimos (2018)

Yunan bağımsız sinemasının şahsına münhasır yönetmeni Yorgos Lanthimos’un çarpık ilişkilerle ilgili ilk filmi değil The Favourite. Fakat 18. yüzyıl İngiltere’sini mesken tutan bir dönem filmi olmasının yanında, senaryosunun Lanthimos’a ait olmaması bakımından da filmografisinin önemli bir parçası. Filme hizmet eden her ikonografik öge, bıyık altından gülüşler ve erkeklerin sıkça komik göründüğü bir sarayda kraliyeti tiye alıyor. Kadınlar tarafından yönetilen bir saraya gelen Abigail’in, sarayın gözdesi olmak için verdiği iktidar savaşı bir absürtlük içinde. Kraliçe Anne’in yüksek tavanlar ve uzun koridorlar boyunca peşi sıra gelen yalnızlığını telafi edemeyen sevgilisi Sarah, sadece bir metres ile tehdit altında değil. İhtiras üçgeninin iki uç kanadını, kraliçenin sevgisini kazanabilmek için kendini türlü hâllere sokan iki kadın oluşturuyor. Bu ilişkinin zehri kıskançlık ise panzehiri de ölüm.


Unutulanların yonttuğu bir ilişki 
Breaking The Waves 
Lars von Trier (1996)

Film, Bess’in bir kilisede evlilik hakkında sorguya çekildiği sekansla başlıyor. Kuzey İskoçya’nın dar çevreli, pek tutucu bir kasabasında Bess’in sığınağına dönüşen kilisede Tanrı ile yaptığı konuşmalar, filmin unutulması güç anlarından. Devamında ise hayattaki en büyük şansının bir adama âşık olmak, onunla evlenmek olduğu yanılgısını getiriyor. Epey kalp kırıcı bir uyanış bu; bir insanın yaşamına girmesi gibi çıkmasının da mümkün oluşu… Bess’in Jan ile evliliği rüya gibi başlıyor, ta ki Jan bir iş kazası sonucu bedenini kullanamaz oluncaya kadar. Yaşadıkları fanusta, sevdiği insanın uzunca bir uykuya dalması Bess’e, dünyanın adaletsizliğini hatırlatıyor. Jan, bu olaydan sonra ya çok değişiyor ya da ölümün verdiği korku, onu olduğu kişi yapıyor. Bencil, fiziksel ve maddi zevklere düşkün birine dönüşerek, eşinden tensel temasın nasıl bir şey olduğu tasvir etmesini istiyor. Unuttuğu aşkı yaşaması gerek; hatırlaması yeterli değil.


Gaddarca bir mükemmeliyetçiliğin gölgesinde bir ilişki
Phantom Thread 
Paul Thomas Anderson (2017)

Zamanla birbirine tahammül edemeyen iki insanın yaratabileceği yıkımı küçümsememek gerek. Kontrol delisi, çoğunlukla da insanlara üstten bakan Reynolds Woodcock ve ona ilham olmakla kalmayıp yalnızlığının bir uzantısı olan Alma… Masküleniteden beslenen bir terzinin tek ilacı, sahip olduğu dogmatik düşünce sistemi değil; işinde başarılı olmanın yarattığı güç aynı zamanda. Londra’nın steril bir yerinde, varlıklı çevrelere moda tasarımcılığı yapan Reynolds için kadınlar birer cansız manken gibi. Alma’nın gözünden baktığımız Reynolds, narsisizmin vücut bulmuş hâli fakat ona gülünç bir anlayışla yaklaşmamızı sağlıyor. Böylesine canlı bir kadın, onun soğuk personasının altındaki mızmız yanını küçümseyerek hatırlatınca, oyun bozuluyor. Alma’nın bedeniyle ilgili seçmediği her şey, Reynolds için ideal olanın ta kendisi. İnsanın kendisi olduğu için sevgi görmesi ne kadar güzelse, başka birinin gözünde kuklaya dönüşmek de o kadar acımasızca.

Bu bir ilişki değil; bir tahribat
Elle 
Paul Verhoeven (2016)

Philippe Djian’ın romanından uyarlanan Elle, tıpkı kitap gibi Michelle’in bakış açısından kuruyor anlatısını. Boşanmış, yalnız ve çoğu zaman geçmişinin travmatize yanına attığı kaçamak bakışlarla yaşayan güçlü bir kadın Michelle. Kim olduğu belirsiz biri tarafından evinde uğradığı cinsel saldırıya onun kadar şaşırıyoruz ancak mesele oldukça komplike. Michelle’e mesafeli bir duruş sergilemek, ona kurban gözüyle bakmamak gerekiyor. Hayvani içgüdülerle hareket eden siyah maskeli istismarcının, Michelle’in gündelik hayatında tanışıklık kurduğu biri olması, ihanetin bir parçası hâline geliyor. Hareket etmedikçe biriken acı tortulaşmak yerine, zamanla kendini dönüştürüyor.


Gerçeklikten epey kopuk bir ilişki
Buffalo ‘66 
Vincent Gallo (1998)

“Aşk eşitler arasında yaşanır: Eşit değilseler, bir taraf diğerinin esiri olur; diğeri de ona eserim diye bakar.” demiş Barış Bıçakçı. Nitekim Vincent Gallo’nun bizzat canlandırdığı Billy Brown; kendi sınırlarında dolanıp duran, özüyle barışamamış biri. Geçmişindeki yaşanmışlıkları üstünden atamayan birinin çaresizliği var onda. Billy’nin ailesi bir dönüm noktası hâline geliyor bu karma kişilikte; bilindik kalıplara uymayan iki insan… Anaçlıktan uzak anne, taraftarı olduğu Buffalo takımının tek bir maçını kaçırıyor ve o gün Billy doğuyor. Üzerinden atamadığı sevgisizliği telafi edebilmek için yalanlara başvuran Billy, evden uzak olduğu sürede güzel bir kadınla evlendiğini de bu sebeple söylüyor. Layla’yı kaçırıp düzmece bir ilişki kuruyor fakat onu hiç tanımayan bu kadın, olanlara karşı koymuyor. Yüzüne dokunulmasından, gülümsemekten, içten duygulardan haz etmeyen Billy’ye beslediği şey sevgi değil; ne peki?


Endişeli uğultularla dolu bir ilişki  
Possession 
Andrzej Żuławski (1981)

Soğuk ve kasvetli bir iklimde, bir evlilik daha çöküşe uyanıyor. Üzerine atılan toplumsal rolleri kabullenmeyen bir kadın ve bir erkek, bir tür başkalaşıma giriyor. Bir “femme fatale” olarak görülebilecek Anna, bu ilişkide terk eden rolünde. İhanet kıvılcımıyla kutsal mertebeyi bozarak, ne eş ne de anne olmayı kabulleniyor. Sürreel bir kriz ânı yaşanıyor fakat saplantılı aşkı, eşini aldattığında sona eriyor. Bir kadın, her şeyden o kadar bunalıyor ki gözü hiçbir şeyi görmüyor. Bu kümülatif duygu durumu bir bulantı gibi; başı ve sonu yok sanki. Derme çatma bir bina, dağınık bir ev, pis bir metro altı ve görünmez bir yaratık… Żuławski, bir evlilikten hezeyanı çağırıyor; sembolizmle yüklü bir bedensel korku yaratıyor.