Bilet koçanlarını atmıyoruz: Sinemanın trenleri

Lumière Kardeşler’in bir trenin La Ciotat garına varışını izlediğimiz bir dakikalık kısa filmi L’Arrivée d’un train en gare de La Ciotat’ın gösterimi yapılan ilk sinema filmi olduğu söylenir. Bu demek oluyor ki insanlığın sinemayla serüveni, bir trenin gara girişiyle başladı muhtemelen. Yine tam da bu sebeple sinemanın, trenlerle düşündüğümüzden daha derin bir bağı var belki de. 

Yaşamı, zamanı, devinimi bir tren kadar güzel (belki biraz da hüzünlü) temsil edecek imgeler nadir bulunurken, sinematik anlatıların bir köşelerinde raylara, istasyonlara, vagonlara rastlamak pek şaşırtıcı olmasa gerek. Bu sebeple yakın geçmişte gösterime giren, Finlandiyalı yönetmen Juho Kuosmanen’ın uzun metrajı Hytti nro 6 / Compartment No. 6’i bahane ederek bu köşelere tekrar göz attık; tren ve sinema vurgunlarına bir seçki hazırladık.

Trenlerin bahsi geçtiğinde akla ilk Before Sunrise (1995), The Darjeeling Limited (2007), Murder on the Orient Express (1974 ve 2017) gibileri gelse de bu sefer farklı coğrafyalara ve zamanlara eğilelim, farklı dillerden gelen hikâyelerin sözünü edelim istedik.

The Great Train Robbery (1903)

Yönetmen: Edwin S. Porter

Listemize sinemanın ilk yıllarına dönerek başlıyoruz. The Great Train Robbery; Thomas Edison’un film stüdyosundan çıkan, 11 dakikalık, dönemdaşları gibi ara yazıların kullanıldığı bir kısa film. Bir grup haydutun tren soygununu konu eden yapımın önemi büyük. Sinema tarihinde bir öyküye sahip ilk film olarak bilinmesinin yanı sıra western türünün de ilk örneği olarak kabul ediliyor. Birçok yaratıcı tekniği sinemaya kazandırmış ve daha sonra western türünde tekrar edecek bazı klişelerin de fitilini ateşlemiş.

Strangers on a Train (1951)

Yönetmen: Alfred Hitchcock

Hitchcock’un efsanelerinden biri olan, Patricia Highsmith’in aynı isimli romanının uyarlaması Strangers on a Train’in konusu bir tren yolculuğunda tanışan Guy Haines ve Bruno Anthony’nin hayatlarını değiştirecek bir anlaşmaya dayanıyor. Bruno, ünlü tenisçi Guy’ın boşanmak istediği eşi Miriam ve kendi babasının maktul olacağı bir cinayet fikri ortaya atıyor. Plana göre Guy, Bruno’nun babasını ve Bruno da Miriam’ı öldürecek; bir tren yolculuğunda denk gelmeleri dışında ortak noktaları olmayan bu ikilinin cinayetleri kusursuz bir biçimde örtbas edilecek. Anlaşmanın ürkütücülüğünün yanı sıra uygulanma süreci, filmi bir suç dramasının ulaşabileceği gerilim noktalarına başarıyla taşıyor. 

Farley Granger, Ruth Roman, Robert Walker gibi isimler oyuncu kadrosunda. Senaryoda ise Raymond Chandler ve Czenzi Ormonde’nin imzası var.

Not: Strangers on a Train’nin bu meşhur cinayet planını gerçek hayatlarında uygulamaya çalışan Larry ve Owen’ın hikâyesini konu edinen, Danny DeVito başrollü kara komedi Throw Momma from the Train de meraklısı için tatlı bir hatırlatma olabilir.

Les rendez-vous d’Anna / The Meetings of Anna (1978)

Yönetmen: Chantal Akerman

Yeni filminin tanıtımı için çıktığı Batı Avrupa turnesinde peşine takıldığımız, yönetmen Anna Silver’ın sakin ve güçlü hikâyesini anlatan Les rendez-vous d’Anna; otel odalarını, tren istasyonlarını, kadınları ve erkekleri karakterimizle beraber keşfettiğimiz etkileyici bir klasik. Feminist sinemanın öncü ismi Akerman; kendi hayatının bir yansıması olarak da okuyabileceğimiz filmde şehirli kadının yalnızlığının, ilişkilerinin ve yabancılığının tasvirini başarıyla yapıyor. Bunu yaparken bazen pencerelerden gördüğümüz bazen bizzat içinde yer aldığımız trenlerden, istasyonlardan, kompartımanlardan birtakım manzaralara baktırıyor.

Przypadek / Blind Chance (1987)

Yönetmen: Krzysztof Kieślowski

Bir tıp öğrencisi olan Witek’in hikâyesi, babasının ölümünden sonra okuluna ara vererek Varşova’ya dönme kararı sonrasında, bineceği treni kaçırmasıyla üç farklı yola ayrılıyor. Karakterin trenin arkasından koşmasıyla üç farklı senaryoya ayrılan hayatı, her bir zaman çizgisinde farklı yerlere evriliyor. Kieslowski alternatif senaryolar üzerinden Polonya’nın politik atmosferi, kader, talih ve zaman üzerine pek çok şey söylüyor. Bu noktada trenler ve raylar etkileyici bir metafora dönüşerek hayat ve seçimler üzerine güçlü bir anlatı inşa ediyor. Przypadek’in tema müziği de akıllarda kalan güzel detaylardan.

Train de Vie / Train of Life (1998)

Yönetmen: Radu Mihaileanu

Holokost temalı filmler arasında mizah unsurlarını es geçmemesi açısından kimi eleştirmenlerce La vita è bella’nın halefi olarak nitelendirilen Train de Vie, olay örgüsünü tren motifi üzerine kuran filmlerden. Fransa menşeli yapımda, Nazilerin yaklaşmakta olduğu haberi gelince panik olan bir Yahudi köyünün halkı, çareyi Nazi kılığına girerek sahte bir tehcir treniyle Filistin’e kaçmakta buluyor. Adından da anlaşılacağı gibi köy sakinleri hayata ve özgürlüğe doğru yola çıkıyorlar böylece. 

Rumen yönetmen Radu Mihaileanu’nun sık sık yer verdiği müzikal ve mizahi unsurlar, izleyene keyifli ama hüzünlü bir izlek sunuyor. Bu özellikleri sebebiyle filmin 1971 tarihli Fiddler on the Roof ile tabiri caizse “benzer bir vibe” taşıdığını söyleyenler de var.

Kôhî Jikô / Café Lumière (2003)

Yönetmen: Hou Hsiao-hsien

Kôhî Jikô, doğumunun 100. yılında çekilecek yeni filmlerle Yasujiro Ozu’nun anısını onurlandırmak isteyen Shochiku Studio’nun, birkaç yönetmeni cesaretlendirmesiyle ortaya çıkmış bir yapım esasen.”

Kôhî Jikô, Tokyo’da yaşayan Tayvanlı Yoko’nun yaşamını merkezine alıyor. Genç kadın; babası ve üvey annesine yaptığı bir ziyarette, alelade bir biçimde hamileliğini duyuruyor fakat bebeğin babası olan Tayvan’daki erkek arkadaşıyla evlenmeye niyeti olmadığını söylemesi, ailede endişe yaratıyor. Hayatındaki bu değişimin yanı sıra Yoko, kitapçı arkadaşı Hajime ile birlikte efsane besteci Jiang Wen-ye’yi araştırmakla meşgul. Bu araştırmalar genelde Tokyo’nun kafelerinde -ve Hajime’nin trenlere olan ilgisi sebebiyle- trenlerde sürüyor. Yoko, Hajime dâhil herkesle olan ilişkisini bir mesafede tutarken en çok şehrin trenlerinde evinde gibi hissediyor. Durgun atmosferiyle şehir yaşamı, aidiyet ve yalnızlıkla ilgili detaylı bir portre çiziyor film.

Tickets (2005)

Yönetmen: Abbas Kiarostami, Ken Loach, Ermanno Olmi

Üç büyük sinemacıyı bir araya getiren proje, Roma’ya doğru yolan çıkan bir trendeki üç farklı hikâyeye odaklanıyor. Film belirgin bir biçimde epizotlara bölünmüyor fakat üç yönetmene ait üç farklı odakta; âşık olduğu kadını düşünerek geleceği ve geçmişi arasında hayallere dalan bir profesörün, bir generalin yaşlı eşine eşlik etmekle yükümlü genç bir karakterin, Arnavut bir mülteci ailenin ve Celtic-Roma maçını izlemeye giden taraftarların hikâyelerine tanık oluyoruz. Tickets, treni mekân belleyerek farklı ırk, sınıf ve gruplardan birçok portreyle yüz yüze getiriyor bizi. Takip etmesi oldukça keyifli bir yol hikâyesi olarak zihinlerde yer ediniyor.

Sin Nombre / Nameless (2009)

Yönetmen: Cary Joji Fukunaga

Yüzümüzü Meksika sinemasına çevirdiğimizde bu kez karşımıza güçlü bir yol ve göç hikâyesi çıkıyor. Honduraslı genç kadın Sayra’nın yolu; kaçak şekilde ABD sınırını geçmek için çıktığı serüvende, göçmenleri taşıyan bir trende, yeraltı suç çetelerinden Willy, namıdiğer Casper ile kesişiyor. Çetenin treni bastığı sırada Casper, liderleri Lil’ Mago’dan geçmişe dair intikamını alıyor ve Sayra’yı onun saldırısından kurtarıyor. Bu olayın arkasından ikili arasında bir yakınlaşma başlıyor. Sin Nombre yoksulluk, suç ve umut üzerine güçlü bir izlek. Yönetmenin Latin göçmenler için çizdiği tablo oldukça etkileyici.

Slava / Glory (2016)

Yönetmen: Kristina Grozeva, Petar Valchanov

Rayların ve trenlerin etrafındaki öykülerin peşine düştüğümüzde, karşımıza çıkan etkileyici işlerden birisi de Balkan sinemasından. Bulgaristan ve Yunanistan ortak yapımı olan Slava, bir demiryolu işçisi olan Tzanko Petrov’un acımasız bürokrasiyle verdiği mücadeleyi konu ediniyor. 

Petrov’un öyküsü, raylarda bulduğu epey yüklü miktarda parayı polise teslim etmesiyle başlıyor. Ulaştırma Bakanlığı’nın halkla ilişkiler sorumlusu Julia Staikova, o dönem gündemde olan bir yolsuzluk skandalını örtbas etmek için kendi hâlinde yaşayıp giden Petrov’u PR malzemesi hâline getiriyor. Petrov bir noktadan sonra alay konusu olurken, sözde işçiyi onurlandırmak için düzenlenen bir resepsiyonda dürüst davranışından dolayı kendisine dijital bir kol saati hediye ediliyor. Bu esnada Petrov’un babasından hatıra eski saat kaybolunca, kahramanımız hem saatini hem de itibarını geri kazanmak için bir mücadelenin içine giriyor.

İşe Yarar Bir Şey (2017)

Yönetmen: Pelin Esmer

Türkiye sinemasında söz konusu  tren yolculuklarıysa, akla gelen ilk filmlerden biri olmalı İşe Yarar Bir Şey. Leyla, 25 yıl sonra düzenlenen lise buluşması için Ankara’dan İzmir’e 16 saat sürecek olan bir tren yolculuğuna çıktığında, hemşirelik öğrencisi Canan ile tanışıyor. Esasen oyuncu olmak isteyen Canan, ilk başta bir iş görüşmesi için İzmir’e gittiğini söylese de işin aslı daha sonradan ortaya çıkıyor. Bu yolculuğun sonunda olacaklar ikilinin etrafında dönüp durduğu bir konu olsa dahi film seyirciye bundan çok daha fazlasını veriyor. Öyle ki usul usul yol alan bir gece treninde Leyla ile birlikte biz de pencerelerden, kitapların arasından ve masalardan insanları izliyoruz. Tam da bu sebepten İşe Yarar Bir Şey, insan olma hâlleri ve yaşamanın tam da kendisiyle ilgili yazılmış bir şiirmişcesine keyif veriyor seyircisine.

Bunlar da var: The General (1926), The Lady Vanishes (1938), Berlin Express (1948), The Train (1964), The Cassandra Crossing (1976), L’amour Braque / Mad Love (1985), Runaway Train (1985), El Último Tren / The Last Train (2002), The Polar Express (2004), 3:10 to Yuma (2007), Transsiberian (2008), Source Code (2011), Snowpiercer (2013), Busanhaeng / Train to Busan (2016), The Girl on the Train (2016).

Yazı: Zeynep Kıymacı

Kolaj: Beyza Durmuş