Biçimden önce işlev: The Brutalist

Yazı: Utkan Çınar

82. Altın Küre Ödülleri’nde sinema kategorisinde üç büyük ödüle (En İyi Film – Drama, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu – Drama) uzanan ve geçtiğimiz günlerde açıklanan 97. Akademi Ödülleri adaylarında 10 kategoriye birden adını yazdıran The Brutalist nihayet vizyonda. Brady Corbet’nin üçüncü uzun metrajı olan film, başrollerinde Adrien Brody, Guy Pearce ve Felicity Jones’u buluşturuyor.

*Bu yazı, henüz The Brutalist filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.


Zaman dilimi ve mekân

Bu konuda rahatız. Film bize bu bilgileri açık seçik veriyor. İlk bölüm 1947-1953 arası dönemi anlatırken, ikinci bölüm 1953-1960 yılları arası. 1980 yılında geçen de kısa bir epilogumuz var. Mekân yoğunlukla Pennsylvania. Biraz New York, biraz Carrara, biraz da Venedik de var. 

Konu nedir?

Bir Macar Yahudisi olan tanınmış mimar László Tóth, Soykırım döneminde eşinden ayrı kalır ve kuzeninin teklifiyle ABD’ye, Philadelphia’ya göç eder. Önce onun mobilya mağazasında çalışmaya başlar. Ama tesadüfler karşısına zengin iş insanı Harrison Lee Van Buren’i çıkarır. Van Buren ona hem iş hem de kalacak yer verir, bağlantıları sayesinde eşine kavuşmasını da sağlar. Ama mezhebi ve sınıfsal farklılıkları sonunda problem olacaktır. 

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Yönetmen Brady Corbet henüz 36 yaşında ama hem oyunculuk hem de yönetmenlik anlamında epey kabarık bir kariyeri var. Daha 25’ine gelmeden oyuncu olarak Michael Haneke, Lars Von Trier, Ruben Östlund, Noah Baumbach gibi isimlerle çalışma imkânı bulmuş ve kendi deyimiyle onlardan çok şey öğrenmiş bir isim. 2014’te oyunculuğu bir yana bırakıyor ve ilk filmi The Chilhood of a Leader’ı 27 yaşında çekiyor. Ardından 2018’de Natalie Portman’lı Vox Lux’u yayımladıktan sonra pandemi zamanından beri The Brutalist ile uğraştığını biliyoruz. Filmin 10 milyon dolarlık gayet hesaplı bütçesini de kendi toplayarak, filmin üzerinde tek söz sahibi de oluyor. Ayrıca The Brutalist; 1961’den beri, bütünüyle VistaVision formatıyla çekilmiş ilk film. 1950’lerin popüler formatını geri getiriyor Corbet. 

İlk intiba?

Yönetmenin ilk iki filmini de gayet sevmiş biri olarak The Brutalist’i de heyecanla bekliyordum. Kendini küçük yaşlardan beri bir sinefil olarak tanımlayan Corbet’nin her iki filmi de sinema tarihinin birçok imza işine göndermede bulunan, belki hikâye kurgusu olarak çok fazla şeyi yapmaya çalışan ama ödün vermeyen, zamanınıza değen yapımlardı. The Brutalist de tıpkı Vox Lux gibi gerçek hikâye görünümlü olsa da tamamen kurgu. Daha dakika bir tersten bir Özgürlük Heykeli görünce de bir heyecanlanıyorsunuz tabii!

En çok neyi sevdin?

Brutalist mimari akımının özü için kabaca, gereksiz tüm detaylardan arındırılmış tamamen fonksiyona odaklanılmış minimalist bir yaklaşım diyebiliriz. Filmde de diyaloglar, özellikle ilk bölümdeki paket paket sekanslar ve hatta oyunculuklar ihtiyaç olandan fazlasını kesinlikle yapmıyorlar. Herkes söylemesi gerekeni söylüyor, olması gerektiği kadar duygu aktarıyor. Baş karakterlerimizi canlandıran Adrien Brody ve Guy Pearce tarihten oldukça tanıdık gelen karakterler olmasına rağmen hep mesafeliler; onları sevmemizi ve nefret etmemizi kolaylaştırmıyorlar. Van Buren ve Tóth olarak doldurdukları kalıptan daha fazlası değiller ki bu da filmin en harika taraflarından. Bu sayede sizi yormayan, 3 saat 35 dakikalık süresini verimli bir şekilde kullanan bir yapım çıkmış ortaya.

The Brutalist, yönetmenin daha önceki filmlerinin müziğini yapan, benim de çok hayranı olduğum ve 2019’da aramızdan ayrılan Scott Walker’a ithaf edilmiş. Yaşasaydı bu filmin de müziklerini yapardı diye düşünüyorum ama Daniel Blumberg de hiç aşağı kalır bir iş çıkarmamış. Son olarak da kendiliğinden 15 dakika aralı film yapma fikri de gayet işliyor. Belli mi olur, daha çok kullanılır belki. Joe Alwyn de oğul Van Buren olarak çok iyi iş çıkarmış. Proto-American Psycho.

En az neyi sevdin?

Mimarlık ile ilgili daha çok bilgi istedi bünye. Epilog bölümünde yapıtlarla ilgili bilgiler duysak da daha fazla ayrıntıya aç kaldığımı söylemeliyim. Erzsébet Tóth karakteri güçlü de olsa daha etli olabilirdi. Felicity Jones fiziksel olarak çalışıyor, Toth kadar ilgi çekici bir karakter olduğu da açıkken ne bileyim, filmin ikinci yarısını onun gözünden de izlesek ilginç olabilirdi mesela. Çekimlerin ilk aşamalarında Joel Edgerton ve Mark Rylance ikilisinin başrolleri paylaşacağı söyleniyordu. Karşılaştırma yapma anlamsız ama sanki çok daha iyi fikirler gibi. Özellikle Rylance. Guy Pearce, kişisel fikrim, “kötü adam”lık konusunda yeterli bir palete sahip değil. 

En çok hangi sahneye yükseldin?

El kamerasıyla kotarılmış İtalya, Cararra’daki mermer bakma sekansı filme nefes aldıran bölümdü. O çok gereksiz bulduğum tecavüz sekansına kadar her yanıyla filmin en yüksek anlarıydı. Herzogian desem yanlış olmaz diye umuyorum. 

Modunu nasıl etkiledi?

Tabii yine filmin uzunluğundan dem vurmak gerekiyor. Evet reel’lerin dünyasında gerçekten uzun film. Ama Corbet’nin ritmi ve ekonomik yaklaşımı sizi angaje tutabiliyor. Fazlasıyla kendine has bir sinema dili var. Çok rastlamadığımız bir his. Ama neredeyse bir gününüze de mal olabilir! İyi bitirilmiş bir film de bulmak genelde zordur; The Brutalist gereksiz bir katarsise kaçmadan sonunu ustaca bağlıyor.  

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Film bundan 60-70 sene öncesini anlatsa da gayet güncel bir hissi de var. Guy Pearce’in Van Buren’i artık klişeye dönüşmüş gerçek bir burjuva. Zaten fikrimce film; savaş, göçmenlik, sınıfsal ve mezhepsel farklar, uyuşturucu bağımlılığı gibi birçok meseleye el atsa da aslen burjuva ve sanat ilişkisi üzerinden değerlendirmeye meylettiğimi söylemelim. Corbet’nin yer yer arşiv görselleri ve konuşmaları kullanması da filme belgesel tadı veren bir yön katarken, karakterlerden biraz uzaklaştırıyor diye düşünüyorum. Bu da enteresan aslında. Film bize “gerçek” ögeler verdikçe yabancılaştırıyordu. Tóth ve eşinin zengin ev sahiplerinin karşısında  başlarını dik tutmaya çalışmalarıyla, karşı tarafının sadece kendi istediği kadar tahammül gösterdiğini belli eden hâlleri filmin omurgası. 

Bunu seven şunları da sever 

Sergio Leone’nin Once Upon a Time in America’sı veya Paul Thomas Anderson filmleri belki ilk akla gelen. Özellikle There Will Be Blood; alternatif bir evrende Adrien Brody’nin rolünü Daniel Day-Lewis’in oynadığı düşünmek de eğlenceli. Veya The Master. Corbet’nin filmlerinde özellikle 1970’ler sinemasına da referanslar hissediliyor. 

Bir de müzikal bir örnek vermek isterim. Film bana biraz da Lou Reed’in başyapıtı olduğunu düşündüğüm Berlin albümünü hatırlattı. O da böyle grandiyöz bir yapımdır. Oradaki Men of Good Fortuneadlı şarkı aklıma geldi özellikle Van Buren’in oğlunu izlerken. 

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar …

Benim soru işaretim Corbet’nin başyapıtını ne zaman izleyeceğimiz üzerine. Bu filmi aldığı ödüller ve adaylıklarla sanki oymuş gibi bir kıvama gelse de kanımca ilk iki filminden çok da ayrı bir yerde durmuyor. Sadece konusunun perspektifi daha geniş belki. Corbet’nin kendi özgün sesini ve “muhteşem” hikâyesini hâlâ aradığını düşünüyorum. Bulacağına da inanıyorum, inanmak istiyorum. Biraz daha odaklanmaya ihtiyacı var belki filmlerinin. Eğer bu film Oscar kazanırsa kariyerinde bir kırılma noktası olur mu? Bu iyi yönde mi olur? Zaman gösterecek.