“Bu kadar komik olan nedir?”: The Curse 3. bölüm

Yazı: Utkan Çınar

Oscarlı oyuncu Emma Stone’un başrolü, Nathan for You’dan The Rehearsal’a, komedi janrına hatırı sayılır katkı yapmış Nathan Fielder ile paylaştığı; Fielder ve Benny Safdie’nin ortak yaratıcısı olduğu The Curse, ilgi çekici bir seyirlik olmaya devam ediyor. Dizinin “Pressure’s Looking Good So Far” isimli ikinci bölümünü burada masaya yatırmıştık. Haftalık The Curse incelememiz, 3. bölüm “Questa Love” ile devam ediyor.

*Bu yazı, henüz ilk üç The Curse bölümünü izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Bölüm 3: Questa Lane

3. bölüm en iyi anlarını sona saklamış. Biz de öyle yapalım. Öncelikle Asher ve oyunculuğuyla Nathan Fielder bölümün yıldızı. Hem fokus grubunun videosu hem onun hakkında yapılan yorumlar hem de onun o yorumlara verdiği tepkiler bölümün en eğlenceli anlarıydı. Gerçek hayatta da mesela insanların ilişkileri böyle gruplara izletilse ve yorum alınsa çok enteresan olabilirdi. Bu, üstüne yüklenilse çok daha “gürültülü” bir şekilde komik olabilecek sahneyi dizi yine baskılıyor ve olabildiğince gerçekçi ve hatta tekinsiz bir havada sunuyor. Açıkçası bu bölüme kadar izlediyseniz, bundan memnun olduğunuzu varsaymalıyım. Ben memnunum. Öbür türlü de evet çok gülerdik ama Fielder ve arkadaşlarının derdinin bu olmadığını anladık artık. 

Dizinin durum yaratma yeteneğinin iyi örneklerinden biri de Asher’ın elinde 100 dolarla iki Siyah kızı kovalama sahnesiydi. Bütün sezon bittiğinde bu sahnelerden bir fragman ortaya çıkarsak, herhâlde tarihin en çok merak edilen dizilerinden bir hâline gelebilir. Ama tabii ki siz izleyici olarak bunu neden yaptığını bildiğiniz için memnunsunuz vaziyetten. Okuldaki “sıradan ırkçılık” ânının da çaktırmadan çok sert bir sahne olduğunu söylemeli. Ayrıca, açıkçası hakkında hiçbir fikrimin olmadığı bir mecra olan TikTok’taki “minik lanetleme” örnekleri de güzel bir ayrıntıydı. The Curse anlatımında şu âna kadar en çok sevdiğim de bu oldu. Hiçbir sahne veya sekans boşa değil. Hepsi de bir soyağacı gibi birbirlerine eklemlenip yine kendi içlerinde asistler yapabiliyor. Bunu da izleyicinin dikkatini test eder şekilde değil, çok akışkan bir şekilde becerebiliyor. 

Asher’ın onu lanetleyen kızın kardeşi ve babasıyla yeni satın aldığı evde kalmalarına izin vermesini daha önce de bahsettiğim suçluluk (white guilt) atmosferinde okumalı. Dizinin asıl teması bu kesinlikle. Tüm motivasyonlar, en azından şimdilik, bu duygunun eseri. Asher’ın iyiliğini anlatırkenki kibri vurgulanırken, bu iyiliğin sınırlarının nerede olması gerektiğiyle ilgili yaşadıkları içsel çatışmalar da yüzlerinden anlaşılıyor.

Geçen bölüm karakterinin tomurcuklandığından dem vurduğumuz Dougie’nin ise bu bölümde çok az yeri var. Bir yalnızlık ve depresyon bulutu olarak görünüp kayboluyor. İfadesiz oyunculuğuna rağmen yalnızken farklı, başkalarıyla iken farklı duruşu, doldurduğu kalıbın değişmesi gene de başarılı. İçimden bir ses, dizinin son bölümlerinde yaşanacağını ister istemez beklediğimiz katarsis anlarında Dougie’nin önemli bir rol oynayacağı söylüyor. Bunun gerginliği hissediliyor. Zaman gösterecek.

Dizide en başından beri tek cümleyle durumu özetleyen ve kahkaha attıran anlar var. İlk bölümde Dougie bu işi iyi beceriyordu. Bu sefer de dizinin açılış sahnesinde tanıştığımız ve hasta annesinin yanında kendine iş sözü verilen Fernando, Whitney ile telefonla konuşurken, Ash’in Whitney’i gıdıklaması ve onun da gülmesi sonrası (yani adamın hayatıyla ilgili önemli bir konu konuşuluyor değil mi?) Fernando’nun “Bu kadar komik olan nedir?” diye sorması, en çok güldüğüm yer oldu. Bu yazının ve bölümün sonunda da fark edebileceğimiz gibi Fernando karakteri sanki bizim, izleyicinin yanında konumlanıyor. 

Barkhad Abdi’den de bahsetmeli. Ash’i lanetleyen kızın babası rolündeki Somali doğumlu aktör aslında bilinmedik bir isim değil. 2013’te Tom Hanks’li Captain Phillips ile başlayan kariyeri devamında gene Safdie’lerin Good Time’ı, Blade Runner 2049 ve rahatlıkla tavsiye edebileceğim dizi Castle Rock ile devam etti. Burada da über-gerçekçi oyunculuğuyla çok iyi iş çıkarıyor. Evlerinde Tonic’ten “If You Could Only See”nin çalması da ayrı konuydu.

Gelelim başta bahsettiğimiz anlara. Dizinin son 10 dakikası şu âna kadarki zirve noktasıydı. Whitney’nin fermuarı sıkıştığı için üzerinden çıkaramadığı kıyafetiyle başlayan sekans, hem kameranın konularına en yakın olduğu hem de karakterlerin gerçek duygularına en yakından nüfuz ettiğimiz anlardı. Ash’in, Whitney ile tişörtü çıkarmaya çalıştıkları sırada yaşadıkları yakınlaşma ile hissettiği mutluluk ve hatta huzurun, Whitney’nin ânında bunu Instagram için tekrarlama heyecanı nedeniyle hayal kırıklığına dönüşmesi gerçekten de vurucu bir sahneydi. Yine de bunu içine atıp Whitney’nin dediklerine uyması da kalp kırıcıydı. Kara komedinin “kara”sının artık kara deliğe dönüştüğü zamanlar…

Whitney’nin eşiyle yaşadığı bu güzel ânı hemen paylaşma dürtüsüyle harekete geçmesi; sosyal medyayla başlayan ve “başkaları için yaşama” ya da amiyane tabirle kendini pazarlama diyebileceğimiz kültürün de özeti. The Curse bir şekilde günümüzü dünyasının çarpıklıklarını, hikâyesinin akışı içine doğallıkla oturtabiliyor. Normalde düşünmeden hissettiklerimizi, doğru olduklarını düşündüklerimizi; bu karakterleri “belgesel” şeklinde izlerken kendimizde de sorgulayabiliyoruz. Burada yine Nathan Fielder için bir parantez açmalı. Oyunculuk açısından Emma Stone ile aşık atması hakikaten etkileyiciydi. Ash’in geçirdiği ufak sinir krizini kötü söz söylemeden, kendini kaybetmenin sınırlarında tutabilmesi kıvamındaydı. Buradan Fernando’nun elinde tüfeğiyle, aslında açık olmaları ve kendisinin de çalışıyor olması gereken; güzel bir asist daha, boş dükkânlara bekçilik yapmaya gitmesine yaptığımız kesme, belki abartıyorsun diyeceksiniz ama Breaking Bad seviyelerinde bir işçilikti. Son saniyede ise eğer Fernando dördüncü duvarı yıkıyorsa bu ciddi bir hamle. Çok ciddi bir hamle. 4. bölüm için çıtayı baya yükselttiler.