Ders niteliğinde: The Curse 8. bölüm

Yazı: Utkan Çınar

Emma Stone, Nathan Fielder ve Benny Safdie ortaklığı The Curse, yarattığı heyecan dalgasını boşa çıkarmıyor. Dizinin “Self-Exclusion” isimli 7. bölümüne burada göz atmıştık. Haftalık The Curse incelememiz, 8. bölüm “Down and Dirty” ile devam ediyor.

*Bu yazı, henüz ilk sekiz The Curse bölümünü izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Bölüm 8: “Down and Dirty”

Sağ olsunlar Nathan Fielder ve arkadaşları tam yılbaşı hengamesinde uzunca ve olaylı bir bölümle geldi, benim de başımı belaya soktu. Şaka bir yana sezonun en olaylı bölümünü izledik. Fernando’nun silahlı arkadaşlarıyla posta koymaya gelmesi, Whitney’nin sosyopatlığın sınırlarını zorlaması ve tabi Dougie ve Asher’ın maceraları derken çok büyük gelişmeler olmasa da kendi başına film forsuna sahip bir saat geçirdik. Bolca gırgır âna şahit olsak da yine bazı sıkıntılarım oldu. 

Önce yeni tanıştığımız Brett karakterinden bahsetmeli. Cara Durand’in yine Amerikan Yerlisi arkadaşı, izlediğimiz 8 bölümün en komik tiplerinden hatta favori karakterlerinden biri olmaya aday. Amerikan Yerlisi kültürünün beyazlar tarafından algılanış şeklini, stereotip klişelerini, ses tonlarını mükemmel şekilde yüzlere vurduğunu söylemeli. Bu tarz “hafife alma” anlarının veya yaklaşımlarının herkesin hayatını kolaylaştıracağını düşünmekteyim. Evet işin içinde azıcık agresif bir alaycılık da var tabi. Yine de kendinden önceki nesillerin acılı tarihinin ağırlığını omuzunda taşıyan bir halk için Brett’in tepkisi gayet oluru olan bir yöntem. Bence hepimiz denemeliyiz. Karakteri canlandıran Brett Mooswa’ya yıldızlı pekiyiyi gönül rahatlığıyla verebiliriz. 

Whitney ile Asher’ın yolları pek kesişmedi bu bölüm. En başta Whitney’nin –özellikle bu sahnelerde Emma Stone’un oyunculuğuna bir alkış sunmalı– Asher’ı aşağılayıp, tabiri caizse yok etmeye çalıştığı anlar vahşiceydi. Asher’ın onun karşısındaki opak hâli, ki dizi boyunca devam eden bir olgu bu, çok acı verici aslında. Bu aşağılanmalara bu kadar tahammül etmesinin bir bedeli olacaktır diye düşünüyorum. Whitney’nin bölümün devamındaki hikâyesi ise açıkçası biraz tekrara girdi sanki. Cara Durand ile arkadaş olma çabaları devam etmekte ve artık bu konunun bir nihayete ermesini beklerdim. Aralarındaki sessiz gerginlik neredeyse ikinci bölümden beri aynı düzeyde devam ediyor. Bunun farklı bir hikâyeye evrilmemiş olmasına şaşırdığımı söylemeliyim. Evet, Whitney iyi bir insan değil. Empati yoksunu ve şımarık. Tamamen dışarıdan nasıl göründüğüne yatırım yapan bir sosyopat. Emma Stone bu karakteri gayet nüanslı ve iyi oynamakta; derdimiz de onunla değil zaten. Onun bu katmanların altında kalan hâlini de daha çok görmek isterdim. Belli olmaz belki de göreceğiz. Ayrıca “art” (sanat) kelimesini iç gıcıklayıcı bağlamlarda o kadar çok kullandı ki bu bölümde, hakikaten insanı sanattan soğutur. Mide bulandırma noktasına kadar geldi. Bravo. 

Acaba Benny Safdie ne zaman bir seri katili oynayacak? Canlandırdığı Dougie karakterinin bu bölümdeki dalgalı ruh hâlini izledikten sonra kendisinin harika bir seri katil olabileceğine herkesin katılacağını düşünmekteyim. Dougie ve Asher bu bölümde beraber uzunca vakit geçirdiler ve bu sırada aralarındaki tansiyon, “kim kimi kafalıyor?” hâli çok keyifliydi. Dougie’nin eskiden okulda Asher’ın bully’si olduğunu anladık. Asher’ın bu gerçeği kabul etmez tavırlarına rağmen içten içe hissettiği nefreti rahatlıkla sezebiliyorsunuz. Bölümün sonunda Dougie’nin hayatta olmayan eşiyle ilgili yaptığı zalimce yorum “pasif-agresif”in ansiklopedik tanımı gibiydi. Bu son cümleyi bu seri boyunca çokça kullanmış olmalıyım ama gerçekten bir ders niteliğinde. Dougie’nin dışarıya sunduğu “rahat insan” tavırlarının yalnız kaldığı anda dönüştüğü suçluluk, kendinden nefret hâllerinin tezatı güzel. Hatta belki bu anlar daha fazla olsa da isteyebilir izleyici. Travma sonrası takındığı umursamazlık maskesi karşısında ağladığı anlar da gerçek. Zaten bu yazıları yazarken dizi eğitimli bir terapist tarafından yorumlansa ne kadar iyi olur diye de düşünmedim değil. Unutmadan Asher’ın arabada dead prez’in “Hell Yeah” isimli şarkısına eşliğine de bir alkış tutmalı. Özellikle nakaratında “N” ile başlayan o kelimeyi N-word olarak söylemesi harika bir ayrıntıydı. Eski arkadaşı ile arabadayken bunu yapmayabilirdi. Sahip olduğu biraz da hastalıklı kontrolün çok güzel bir yansımasıydı. Tabii bir aktör olarak da ekranda bu kelimeyi söylerken gözükmesi de mümkün değildi. Çok basit bir anla birçok konuyu kapsama dehasına şapka çıkarmalı. Dizi bittiğinde “en iyi anlar” toplamasının cevherlerinden bir olacaktır. Maceralarının devamında lanet konusu yine belirdi. Kaç yazıdır söylediğimi tekrar etmek durumundayım. Bu iş bir yere bağlanacak mı? Gerek var mıydı? Bu sorulara bir cevap alamadık bu bölümde maalesef. 

Kahramanlarımızın inatçılıklarının ve tünel görüşleriyle kendilerini soktukları cenderelerin bedelini zalimce ödeyeceklerini umduğum son iki bölüme giriyoruz. O kabak tadı veren klişeyle; “Bir fırtına mı yaklaşıyor”?