Yarıya geldik, işler yolunda: The Curse 5. bölüm

Yazı: Utkan Çınar

Emma Stone, Nathan Fielder ve Benny Safdie ortaklığı The Curse, yarattığı heyecan dalgasını boşa çıkarmıyor. Dizinin “Under the Big Tree” isimli 4. bölümüne burada göz atmıştık. Haftalık The Curse incelememiz, 5. bölüm “It’s a Good Day” ile devam ediyor.

*Bu yazı, henüz ilk beş The Curse bölümünü izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Bölüm 5: “It’s a Good Day”

Geçen bölüm hakkındaki yazıda Emma Stone’un biraz geri planda kalmaya başladığınından bahsetmiştim. Hatta neredeyse rolünü başkasına veriyordum. Bu bölüm beni ters köşeye yatırdılar. Demek ki acele etmemek lazım bu konularda. Bu bölümün ön planında o var çünkü. Birkaç durum dışında da iyi sınav verdiğini söylemeli. Kamera önündeki yapmacıklığı olsun, anne babasıyla konuşurken çocukça “Ben çocuk değilim.” demesi olsun, son paragrafta değineceğim üzere önyargılarıyla hislerinin çatışmasını yüzüne yansıtışı olsun; oyunculuk yeteneğini sergileyebildi. Belki bazı anları biraz daha sadeleştirebilirdi. Yer yer klasik, “gösteren” komedi anlayışına yenik düştüğünü düşünüyorum. Dizinin senaryosu ve atmosferi çok farklı şeyler talep edebiliyor oyunculardan; işinin de zor olduğunu kabul etmeli. Fielder’a ayak uydurmak kolay değildir, eminim.

Daha önceleri de bahsettiğim gibi dizinin diyalog yazımı kesinlikle üst düzey. Çok az lafla gereken etkiyi yaratabiliyor. Bunu da karakterlerin hikâyelerini doğru zamanda sezdirip, sonrası için güzel ortalar açarak yapıyor. Mesela bu bölümde Cara Durand ile koyu bir sohbete dalan Dougie’nin neredeyse sabırsız bir şekilde eşini kaybettiğini söylemesi aslında komik bir an olmamalı. Ama karakterin şu âna kadarki hâli tavrı ve bununla başa çıkma biçimini bildiğiniz için bu tek laf bile rahatça tebessüm ettirebilir sizi. Önceki bölümlerde nereye varacağı belli olmayan bazı yan öyküler sonradan, bu diyaloglarda değerlerini kazanıyor. Mesela Dougie’nin, Ash’in telefonunu sabote etme çabaları çok kısa bir sekanstı ama ileride sorun olacağı kesin. Baya da komikti.

Dizinin arka planda devam eden keyifli bir hikâyesi de Ash’in komik olma çabaları. 3. bölümde fokus grup tarafından komik bulunmayan Ash, geçen bölüm de bunun için ders almaya gitmişti. Bunun meyvelerini özellikle çekim sahnelerinde görüyoruz. Pasif agresifliğinden kaynaklanan sarkastik yakıtlı esprileri Fielder’ın doğallığı sayesinde sahnelere çok güzel yediriliyor. 

“Stand by Me” performansı ise bu bölümün cringe zirvesiydi. Yani Gaspar Noé’nin Irreversible’ını, Lukas Moodyson’un A Hole in my Heart’ını sinemada, büyük ekranda kafa çevirmeden izlemiş biri olarak başladığı anda yan odaya kaçtığımı itiraf etmeliyim. Yani aslında kâğıt üzerinde bu kadar basit bir ânın insanda neden bu kadar utanma duygusu (bunu gülerek söylüyorum) yarattığının psikolojik ve sosyolojik nedenlerini derinine incelemek lazım. Bu bir refleksti çünkü. Neyse, enfes bir Fielder ânı.

Sanatçımız Cara Durand’i de tekrar görmek güzeldi. Onunla ilgili de enteresan bir durum var. Yakın zamanda izlediğim, çok sevdiğim Kelly Reichardt’ın* son filmi Showing Up’ta Hong Chau’nun canlandırdığı Jo isimli ve gene benzer şekilde sanatçı bir karakter var. Birbirlerine o kadar benziyorlar ki tavırları, yaklaşımları. The Curse’le beraber bunu keşfetmek ilginç. Hakikaten klişe bir “sanatçı” tiplemesi var demek ki kafalarda. Başka bir zamanın tartışma konusu ama notumuzu düşelim.

Önyargı meselesiyle kapatalım bu haftayı. Genelde önyargılı bir şekilde, önyargının hep yabancılara, azınlıklara, ten rengi farkı, hayat tarzı seçimleri farklı kişilere yapıldığı düşünülür. Burada güzel bir ters köşe var. Whitney önyargıyı -aslında makul bir şekilde- “Blue Lives Matter” çıkartmalı bir arabaya sahip, ırkçı olmasından şüphelendiği bir alıcıya karşı hissediyor. Çaresiz kalıp, “saklı” gerçekçi, pragmatist Ash’in ısrarıyla onunla görüştüklerinde; karşılarında, soyunda Apaçi’lik de olan, yardımsever ve Whitney’nin evle ilgili yaptıklarını coşkuyla sahiplenen bir kişi buluyor. Sonrasındaki sükutu (“Kızgın olsaydım bunu bilirdin”) ise altın değerinde. Ash’in “galibiyet” sevinci de. Yarıya geldik, işler yolunda. Gelsin 6. 

*Reichardt’ın önceki filmleriyle ilgili, kargamecmua’nın Aralık 2016 sayısındaki yazıma da buradan ulaşabilirsiniz.