Ufak bir sendeledik sanki: The Curse 4. bölüm

Yazı: Utkan Çınar

Oscarlı oyuncu Emma Stone’un başrolü Nathan for You’dan The Rehearsal’a, komedi janrına hatırı sayılır katkı yapmış Nathan Fielder ile paylaştığı; Fielder ve Benny Safdie’nin ortak yaratıcısı olduğu The Curse’e dair merakımız dinmiyor. Dizinin “Questa Lane” isimli 3. bölümüne burada göz atmıştık. Haftalık The Curse incelememiz, 4. bölüm “Under the Big Tree” ile devam ediyor.

*Bu yazı, henüz ilk dört The Curse bölümünü izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Bölüm 4: Under the Big Tree

Üç bölümdür övüyoruz, yermeyi de bilelim, öncelikle sorunlu yanları yazalım. 3. bölümün ünlem işaretli bitişinden sonra fazla frenledik ve aksadık gibi hissettim. Önceki bölümler arası geçişler daha akışkandı. Buna da alışmıştık. Şimdi, Ash ve Whitney’nin tartışmaları sonrası gelen mutlu haberle birden fabrika ayarlarına dönmeleri… Bilmiyorum, belki ben genel geçer bir beklenti içerisindeyim. Ama klişe olmayan her şeye de eyvallah dememek lazım sanırım. Baştaki uyanma sahnesi ve devamı Coen’leri de biraz çağrıştırır şekilde sinematografik açıdan güçlü de olsa hikâyenin çözülümü yetersizdi. Tam da anlayamadık zaten, karışık bir vaziyetti. Bu aslında Fielder ve Safdie’nin genel yaklaşımıyla uyumlu da olsa insanda soru işaretleri oluşabiliyor. Dougie’nin, özellikle ergenin annesiyle konuşurkenki tavrı, şu âna kadar tanıdığımız karakterine pek uymuyor gibiydi. Whitney karakterinin de 2. bölümden sonra biraz havada kalmaya başladığını söylemeli. Ash ile eşit ağırlığa sahip olmalarını beklerken, yavaş yavaş geriye kayıyor. Emma Stone’un bulunduğu ortamı, özellikle diyaloglu sahnelerinde, tüm iyi niyetine rağmen biraz garipsediğini düşünmeden edemedim. (Belki ne alaka diyeceksiniz ama bu role Anne Hathaway daha iyi uyarmış gibi hissediyorum. Kamera önündeki var oluşunda bu diziye uyan bir çıkıntılık var diye düşünürüm.) Ash net bir esas karaktere dönüşürken, Dougie ön plana çıkmaya başladı ki bu da yukarıda bahsettiğim gibi karakterini salladı bu hafta. 

Olumlu yanlara gelince; bir bölüm sonu harikası daha karşımızda. Sahne, üstü kapalı ama güzel asistlerle hazırlandı ve Ash’in kaygısının, korkusunun, içindeki olumlu duygularının hepsinin buharlaştığı ânı izledik. Nathan Fielder için “cringe komedi” yakıştırması çok kullanılıyor. (cringe’e ne diyelim, “diş gıcırdattırıcı” mı mesela?) Açıkçası ben bunun, yaptığı işlere dar çerçeveden bakan bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Ama eğer cringe komedi diye bir şey varsa, Ash’in adsız alkolikler toplantısı gibi bir ortamda “zorla” diyalogsuz mizah denemesi yaptığı an herhâlde bu tarzın zirve noktalarından biridir. İkinci kez izleyemediğimi itiraf etmeliyim. En güldüğüm yer ise geçen hafta da bahsini geçirdiğimiz Abshir’in, Ash’in ona gayet egzotik bir cevap bekleyerek sorduğu “Nerelisin?”e verdiği “Minnesota” cevabı oldu. Ash’in dilendiği gizemden gerçek dünyaya sert düşüşü. Komşunun kapı önüne koyduğu gazlı fırını alma operasyonu da dizideki gerginliği almak için eski tip bir aksiyon komedisi yaratmaya çalışıyordu diye düşünüyorum.

Nathan Fielder 1983, Benny Safdie 1986 doğumlu; farklı bir görsel hafızaları var. Bu kuşağın yetişme dönemleriyle alakalı belki, dizide özellikle 1970’lerin Avrupa ve Amerikan arthouse sinemasını andıran anlar bol. Bu bölümdeki birçok diyalogsuz sekans, özellikle Whitney’nin ayine tanık olma sahnesi mesela… Ayrıca, Apichatpong Weerasethakul’un 2021 tarihli Tilda Swinton’lı Memoria’sını, biraz da Lars Von Trier’in 2006 çıkışlı hakkı yenmiş “ofis” komedisi Direktøren for det hele / The Boss Of it All’u çağıran anlar da vardı. Zaten dört bölümdür bahsettiklerimden bağımsız, gayet güçlü bir sinematografi var. O istikrarın devam ettiğini eklemeliyim. Beyaz perdede izlemeyi tercih edebileceğim bir yapım. Yerli kola “Stars & Stripe”ı ve komşunun Seinfeld tişörtünü de dekor / kostüm kontenjanından sevdim.

Bu kadar eleştiriden sonra -valla sevdiğimden- kendini kurtardığı bir yanını da söyleyeyim: Dougie’yi Guns N’Roses, hem de zatialinizin 30 senedir hatmetmekten hiç sıkılmadığı Use Your Illusion albümlerinin tişörtüyle görmek her şeyi affettiriyor. Kadıköy’de de son yıllarda sıklıkla gördüğüm bir moda bu; özellikle grubun hareketli zamanlarından çok sonra doğmuş gençlerde sıklıkla. Acaba bu kadar dinleyeni var mı hâlâ o yaştakilerde? Öyleyse sevinirim. Tabii belki de logoları vesaire hoşlarına gidiyordur. Çok uzak olmayan bir geçmişte Salı Pazarı’nda güzel bir Stone Roses tişörtü bulduğumu hatırlarım! Bu arada Benny Safdie, diziyi yaparken dinledikleri şarkıları içeren bir Spotify listesi hazırlamış; onu da aşağıda bulabilirsiniz. Evet G N’R var. Black Sabbath’tan “Planet Caravan” (dizinin soundtrack’inin hissini de veriyor), pek sevdiğim Harmonia & Eno, The Velvet Underground, Alice Coltrane, Don Henley gibi enteresan isimler de var. 

Ufak bir sendeledik sanki. Yine de sonraki bölümü de merak etmeden duramıyoruz.