Russo Kardeşler, Millie Bobby Brown, Chris Pratt ve dahası: The Electric State ekibi anlatıyor

Röportaj: Merdan Çaba Geçer

Marvel çatısı altında çektikleri Avengers filmlerinin gişe başarısı sonrası, Hollywood’un en revaçtaki isimleri arasına sızan Anthony Russo ve Joe Russo’dan, -an itibarıyla- sinema tarihinin en pahalı 13. filmi huzurunuzda: The Electric State

Aynı adlı grafik romanın uyarlaması olan The Electric State’i nasıl tanımlamalı? Sizi 90’lara götürecek bir nostalji trenine atladığınızı sanarken, retro-fütüristik bir alternatif gerçekliğe fırlatılmış buluyorsunuz kendinizi. İnsanlığın bir yandan kendi yarattığı teknolojik mucizelere bağımlı olup bir yandan da onları düşmanlaştırdığı, devasa savaş drone’larının enkazlarıyla kaplı çorak bir coğrafyada, Michelle isimli bir genç kadın kayıp kardeşinin izini arıyor. Sürgün edilmiş robotların da peperoni ripieni’nin (bildiğimiz ismiyle biber dolması) de kendine yer bulduğu, tuhaf bir habitatı keşfe çıkıyoruz böylece.

Netflix kütüphanesinden erişilebilen The Electric State’i; yönetmenler Anthony ile Joe Russo ve oyuncu kadrosundan Millie Bobby Brown, Chris Pratt, Stanley Tucci, Giancarlo Esposito’dan dinledik.


Anthony Russo ve Joe Russo yanıtlıyor:
“Filmi, dijital teknolojiyle kurduğumuz ilişkiye dair bir masal olarak görüyoruz. Bu kompleks ilişkiyi anlatırken başlangıç noktasına dönmek son derece uygun ve anlamlı geldi bize.” -Anthony Russo

Simon Stålenhag’ın aynı adlı, çok beğenilen grafik romanını uyarlarken daha önceki çizgi roman adaptasyonu deneyimlerinizin size nasıl rehberlik ettiğini merak ediyorum. Anlatı tercihleri pek de konvansiyonel olmayan bir kaynak materyali, böylesine büyük bütçeli bir projeye uyarlarken nasıl bir yaratıcı rota benimsendi?

Anthony Russo: Kaynak materyallere yaklaşma biçimimize, ikimizde derin bir duygusal yankı uyandıran veya güçlü biçimde bize seslenen unsurlar büyük tesir taşıyor. Âdeta rehberimiz hâline geliyorlar ve çok daha geniş bir anlatıyı onların çevresinde inşa etmeye başlıyoruz.

Simon’ın eserinin özellikle görsel dünyasından fazlasıyla etkilendik. Bizi en çok motive eden unsur ise insanlık ve teknoloji arasındaki ilişkiyi irdeleme biçimi oldu. Günümüz için çok güncel bir tema, hepimizin yüzleştiği bir konu. Tüm dünya pek çok açıdan bununla mücadele ediyor. Dolayısıyla tam da bu dönemde böyle bir hikâyeyi anlatmak önemli geldi bize. Bir savaş yüzünden ailesinden ayrı kalan, hâlâ hayatta olduğuna inandığı kardeşini arayan bir kız çocuğunun baş karakter olmasının da duygusal açıdan güçlü bir anlatı sunacağını düşündük ayrıca.

The Electric State retro-fütüristik bir 90’lar tasviri sunuyor ki geçmişle geleceğin iç içe geçtiği, pek alışılmadık bir konsept bu. Romandaki gibi, geçmiş ve geleceğin sentezlendiğini hissettirecek bir atmosfer yaratma amaçlandığı ortada. Sizin için bu kombinasyonun en çekici tarafı neydi?

Anthony Russo: Bu kombinasyonun çekiciliği, Simon Stålenhag’ın eserlerinde de yer alan o “tuhaflık” hissinde. Tanıdık gelen bir taraf var ama aynı zamanda farklı da hissettiriyor. Gerçekten çok sevdiğimiz bir sentez oldu. 

Filmi, dijital teknolojiyle kurduğumuz ilişkiye dair bir masal olarak görüyoruz. 90’larda geçen bir hikâye tercih etmemizin sebeplerinden biri de tam o dönemde dijital teknolojinin ilk kez hayatımıza girmesi, bir parçamız hâline gelmesi. Sanki o dönemde bir yol ayrımına girildi ve artık geriye dönüş yok. Bu kompleks ilişkiyi anlatırken başlangıç noktasına dönmek son derece uygun ve anlamlı geldi bize.

Öyküdeki robotlar başlarda toplumun bir parçası olarak insanlarla yaşıyorlar ancak daha sonra farklı sebeplerle düşmanlaştırılıp sürgün ediliyorlar. Bu tema üzerinden, gerçek dünyanın ötekileştirilmiş kitleleriyle bir paralellik kurmak amaçlandı mı demeliyiz?

Joe Russo: Kesinlikle, bu açıdan bir bağlantı kurma niyetimiz vardı. Teknolojiyle ilgili sorunlardan biri, bizleri başkalarından kopuk bir yaşama yöneltiyor oluşu. Ayrıca oturma odalarımızın güvenli ortamlarından birbirimize saldırma, birbirimizi ötekileştirme cesareti de veriyor. Daha az nazik olup çok daha hızlı yargılayan insanlara dönüştüğümüz, birbirimizi değerlendirmek için yüzeysel ölçütlere başvurduğumuz açık.

Film, bu ve birbirine bağlı başka bir dizi meseleyi ele almayı amaçlıyor; teknoloji düşkünlüğümüz ve teknoloji şirketlerinin bizi ürünlerine bağımlı kılma konusunda oynadığı potansiyel manipülasyonla ilgili sorunlar da dâhil.

Robotlardan söz etmişken, sinema veya televizyon tarihinin unutulmaz robot figürleri arasında sizin için öne çıkanları da sormak isterim.

Joe Russo: Kesinlikle Star Wars serisinden R2-D2 ve C-3PO. Lost in Space’deki robot ve Battle of the Planets’teki 7-Zark-7’ı da söylerim.

Anthony Russo: Benimkiler de aynı!

Kariyerinizin başından beri ortak bir üretim yolcuğunuz var. Yönetmenliği birlikte yapmanın getirdiği avantajlar ve dezavantajlar göz önüne alındığında, bu proje özelinde herhangi bir fikir çatışması yaşandı mı?

Anthony Russo: Her zaman şunu söyleriz: Anlaşmazlıklar, işin büyüsünün bir parçası çünkü fikirleri bu şekilde keşfediyor; bize en anlamlı, en etkileyici gelen noktaları diyalog kurmakta, fikir alışverişi yapmakta buluyoruz. Bütün yaratıcı süreçler, ister tek bir kişi ister bir ekip tarafından yürütülsün, gerilim ve çatışmayla dolu. Hem doğal hem de gerekli bir unsur, biz de fikirleri dışa vurabilmeyi değerli buluyoruz. Öte yandan elbette ki ifade etmek istediğimiz şeyi ortak bir zemine oturacak kadar tutarlı bir vizyona sahibiz her zaman.

Joe, çektiğiniz birçok film gibi The Electric State’de de bir cameo ile varlık gösteriyorsun. Yönetmenlerin filmlerine dâhil oluşu, sinema tarihinde uzun bir geçmişe sahip. Hitchcock hemen akla gelen ilk isimdir misal. Favorileriniz var mı?

Joe Russo: Güzel bir soru. Bence Spike Jonze oldukça eğlenceli rollerde oynadı. Sydney Pollack’ı da söyleyebilirim.

Anthony Russo: Steven Soderbergh de bir iki filminde boy göstermişti. Çok sayıda eğlenceli örnek var bu açıdan.

Yine Netflix için yönettiğiniz, bir önceki projeniz olan The Gray Man’in çekim lokasyonları arasında farklı kıtalardan şehirler yer almaktaydı. Gelecekteki bir projenizin Türkiye’de çekilme ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Joe Russo: İstanbul’u da potansiyel çekim mekânlarımızdan biri olarak değerlendiriyoruz aslında. Çok güzel bir şehir.

Anthony Russo: Umarım en kısa zamanda oralarda da oluruz.


Millie Bobby Brown ve Chris Pratt yanıtlıyor:
“Grafik roman, 90 dakikalık bir anlatıyı taşıyacak düzeyde bir hikâye akışına sahip değil ama yine de pek çok soru sorduruyor insana. Film de tam olarak bunu yapıyor bence.” -Chris Pratt

Filmin dramatik yapısının bel kemiği bir kardeşlik ilişkisi. Yönetmenlerin de kardeş olmaları set dinamiklerine farklı bir boyut kazandırdı mı sizce? Onlar arasındaki bu dinamiğin ne gibi yansımaları, nasıl etkileri oldu?

Chris Pratt: Devasa bir etkiydi.

Millie Bobby Brown: Ve çok olumlu bir biçimde. Sette tam bir aile ortamı vardı. Çocuklarını, partnerlerini getirdiler ve sadece kendi ailelerini getirmekle kalmadılar, sette de bir aile kurdular. Çekimler ne kadar sürdüyse, dört veya beş ay, o süreçte birbirimize derinden bağlı hâle geldik. Bu, Russo Kardeşler’in nasıl bir set kuracaklarını çok iyi bilmelerinden kaynaklanıyor tamamen.

The Electric State’in uyarlandığı aynı adlı grafik roman karanlık, melankolik ve hatta ürkütücü bir frekansa sahipken; filmin tonu “kendini iyi hisset” türüne daha yakın sanki. Bu belirgin ton farkını siz de hissettiniz mi?

Chris Pratt: Materyalle ilk tanışmam, Simon Stålenhag’ın çizgi romanından alınma bir lookbook ve senaryoyu okumamla başladı. Grafik roman, 90 dakikalık bir anlatıyı taşıyacak düzeyde bir hikâye akışına sahip değil ama yine de pek çok soru sorduruyor insana. Film de tam olarak bunu yapıyor bence.

Böyle bir materyali uyarlamanın en iyi yolu, onu gerçekten keyifli bir hikâyeyle sunmak. Misal aile odaklı, bilim kurgu ögeleri bulunan böyle bir yolculukla… The Electric State büyük bir gişe filmi gibi hissettiriyor ki gerçekten öyle ancak seyircisine birtakım sorgulamalar da yaptırıyor bana kalırsa. Kendinizi; teknolojiyi nasıl kullandığınız, alternatif gerçekliklere ne kadar bağımlı olduğunuz ve aramızdaki bağların eksikliği gibi konuları sorgularken buluyorsunuz.


Stanley Tucci ve Giancarlo Esposito yanıtlıyor:
“Beni asıl etkileyen, filmin teknolojiye bakışı ve görsel açıdan zengin bir kapsamda sunması değil; aynı zamanda metnin insani bir derinlik de taşımasıydı.” -Giancarlo Esposito

90’lar nostaljisiyle, robotlar ile drone’ların hüküm sürdüğü bir gelecek vizyonu iç içe geçiriliyor The Electric State’de. Senaryoyu okuduğunuzda bu iki farklı düzlemin kesişimi size ne düşündürdü?

Giancarlo Esposito: Buradaki vizyonun iki yönü de gerçekten anlamlı tabii. Ama benim senaryoya çekilmemdeki asıl unsur, The Goonies veya bu tür filmlerin çekildiği 90’lara dair bir uzman olmamamdı belki de. Daha ziyade günümüze, günümüzün bir tasviri olarak geleceğe, özellikle robotlar ile drone’lara ve onların bir bakıma dünyamızı nasıl ele geçirdiğine odaklandım. Beni asıl etkileyen, filmin teknolojiye bakışı ve görsel açıdan zengin bir kapsamda sunması değil; aynı zamanda metnin insani bir derinlik de taşımasıydı. En çok bu çekti.

Stanley Tucci: Katılıyorum, evet. Bence pek çok açıdan büyüleyici. Öncelikle yaratılan görsellik inanılmaz derecede sofistike, daha önce bu kadar benzersiz görünen bir filmle karşılaşmamıştım. Ayrıca ele alınan fikirlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum, birçoğunu bugün bizzat yaşıyoruz. Sonuçta, Giancarlo’nun da söylediği gibi, gerçekten çok dokunaklı bir insani derinliği var filmin.

Stanley, filmdeki bir sanal gerçeklik sahnesinde, karakterin Ethan’a Akdeniz mutfağından peperoni ripieni (biber dolması) ve cannoli hazırlanıyor annesi. Biber dolması buralarda da pek meşhurdur bu arada. Yemek konusunda ne kadar tutkulu olduğunu biliyoruz, özellikle de İtalyan mutfağına. Merak ediyorum, bu sahne özellikle senin için mi yazıldı?

Stanley Tucci: Aslında o sahne sonradan ortaya çıktı. Benim gibi İtalyan asıllı olan Russo Kardeşler’le benzer bir kültürel mirasa ve yemek tutkusuna sahip olduğumuz için aramızda bir bağ mevcut belki de. Sahneyi yazdıklarında, “Evet, ne yapmak istediğinizi anladım. Bunun karakter için ne anlama geldiğini biliyorum.” diye düşündüm hemen. Pek mutlu oldum çünkü bence oldukça hoş bir an. Oynaması da gerçekten güzeldi.

Giancarlo, savaş drone’ları kullanma konusunda uzmanlaşmış, yüksek rütbeli bir askeri canlandırıyorsun filmde. Karakterin cephede fiziksel olarak bulunmadığı için izleyici yalnızca drone ekranlarından yansıyan yüzünle etkileşim kurabiliyor. Karaktere bu biçimde, jest kullanmadan hayat vermek nasıl bir çabaydı?

Giancarlo Esposito: Keyif aldığım bir keşif olarak hatırlıyorum bunu. Bence oyunculuk fiziksel bir eylem ve bir karakteri canlandırmak için sadece yüzümüzü değil; tüm bedenimizi, sesimizi ve benliğimizin her bir parçasını kullanıyoruz. Ne var ki bir fikri aktarabilmek için belirli yönlerimi izole etmeye çabalamam gerekiyordu bu kez. 

Tam bir İtalyanım ben, Stanley de öyle ve Russo Kardeşler de. Bu nedenle o sahnelerde elimi kolumu sallamama çabamı hissetmiş olabilirsiniz; zira genelde sahnelere jestlerimle dalarım. Mizacım böyle olduğundan neredeyse kelepçeleyecektim ellerimi. Olabildiğince sakin kalmaya çalıştım. Sadece gözlerinizle ya da dudaklarınızın hareketiyle iletişim kurmaya çalışmak, sandığınızdan daha zor bir iş.

İlginçtir ki başlarda neredeyse hiç görünmüyordu yüzüm, karakterin sisteme girmek için taktığı kask yüzünden bir zırhın içinde gibiydim. Sesimi kullanmaya odaklanmama imkân tanıdığından sevmiştim bu deneyimi. Russo Kardeşler projeyi ileriye taşıdıkça, kaskın içindeki yüzümü göstermeleri gerektiğine karar kıldılar. Ben de âdeta bir aydınlanma yaşayıp, “Aman Tanrım, bunu anlamamız bu kadar uzun mu sürdü?” diye düşündüm. 

Askerlik geçmişi bulunan ve sonraları “Butcher”a dönüşen bu karakteri, baştan itibaren bir kovboy gibi tasarlamıştım. Kovboy şapkası, çizmeler, iki altıpatlar tabanca gibi detaylar vardı zihnimde. Karakter dönüşüp gelişmeye devam edince ve yüzüm görünür olunca, neredeyse her şeyi tekrar çekmek zorunda kaldım ki ekip ihtiyaç duyduğu sahneleri kaydedebilsin. 

Drone tasarımına insani bir yön kazandırılmasına da bayıldım bu arada. Ekranda sadece bir yansımam olsa da onun aslında ben olduğumu görebiliyorsunuz. Olağanüstü bir deneyimdi.

Kendi rutinlerinizde yer alan “robotları” veya dijital yardımcılarınızı göz önüne getirdiğinizde, isyan bayrağını çekmeye hangisi daha yatkın olurdu sizce? Misal sabahları mesai yapmaktan usanmış kahve makineniz veya evinizi temizlemekle yükümlü robot süpürgeniz…

Stanley Tucci: Temizlik yapan o robotlardan bende olsaydı isyan ederdi herhalde. Yeterince iyi iş çıkarmadığını düşünüp azarlardım onu.

Giancarlo Esposito: Sanırım ben de aynı durumdayım. Bilirsin, düzen ve temizlik konusunda aşırı titizim. Sende mi Boğa burcusun Stanley?

Stanley Tucci: Hayır ama babam Boğa burcu. Çok düzenlidir o. 

Giancarlo Esposito: Repliklerimi çalışmak veya senaryoları gözden geçirmek için ofise ya da başka bir yere oturacağım zaman, her şeyin yerli yerinde olması gerekiyor. Ayrıca askerî okulda okudum, yani küçük yaştan itibaren hayatımda düzen olması için yetiştirildim. “Bir şeyi yapma biçimin, her şeyi yapma biçimindir.” diye bir söz vardır. Onları bıktırma pahasına, çocuklarıma da sık sık hatırlatırım bunu.