Bir su damlası neleri gizler?

Yazı: Merdan Çaba Geçer

Hakkında hemen hemen hiçbir şeye vakıf olmadığınız bir filme şans verdiğinizde tatmin duygusuyla ayrılma, hatta bazen saklı bir hazineyle tanışma ihtimali, film festivali deneyiminin belki de en biricik tarafı değil midir? Geride bıraktığımız 33. Ankara Film Festivali’nin Güney Kore sinemasına adanan seçkisinden The Man Who Paints Water Drops / L’homme qui peint des gouttes d’eau, tam da bu kategoride anımsayacağım bir sürpriz olarak yer edindi zihnimde. Pek kişisel bir çıkış noktasından hayat bulmuş belgesel film, zarifçe inşa edilmiş duygu dünyasına ayak uyduranları pişman etmeyecek, şiirsel olduğu kadar meditatif bir 79 dakika vadediyor.

Bir serginin ortasında dikilmiş, bir düzine gazeteci heyecanla fotoğrafını çekerken vakur duruşunu koruyan, 90’lı yaşlara merdiven dayamış bir sanatçı karşılıyor bizi henüz ilk dakikalarda. Kendisi savaş sonrası Kore modernizminin öncü kuşağından olan Kim Tschang-Yeul’dan başkası değil. Dış sesteki oğlu (ve aynı zamanda filmin yönetmenlerinden biri olan) Oan Kim’den öğreniyoruz ki sanat hayatının son 50 yılını tek bir motifin tasviri etrafında inşa etmiş: Su damlası. Damlalar, dokulu bir arka planın önünde bazen berraklar, bazen ışığı çeşitli renklerde kırıyorlar. Bazen mükemmel bir forma sahipler, bazen biçimsiz ve düzensizler. Hipergerçekçi oldukları kadar soyut hissettiriyorlar. Peki onlara adanmışlıktaki istikrarın ardında neler yatıyor? Nasıl olur da her seferinde aynı motif çizmekten bıkılmaz? Dile kolay, yarım asır devam eden kararlılığın (ve hatta saplantının) sebebi ne olabilir? 

Oan Kim ve onun rejideki partneri Brigitte Bouillot, “Bir su damlası neleri gizler?” sorusunu kutup yıldızı belleyip, sanatçıyı yaratım sürecine götüren travmaların ayak izlerini takip etmişler. Çocukluk ve gençlik yıllarının Kore’nin çalkantılı tarihinin dönüm noktalarıyla nasıl kesiştiğine; Japon kolonyalizminin, zorunlu askerlik hizmetinde yakın mesafeden tanık olduğu savaşın ve Kuzey Kore’den kaçışının sanatının köklerini nasıl oluşturduğuna dair bir kazı çalışması yapılmış. Hiçlik temsili veya gözyaşı olarak da yorumlanabilecek bu motifin ardında ortaya çıkan ise tüm yaraları ve kırılganlığıyla görünmez duvarlar ören, hayatını tekrar tekrar inşa etmek durumunda kalmış, nihayetinde pek korktuğu ölüme hiç dinmeyen bir ağıt yakmış, “yaşlı bir çocuk ve büyüye inanan bir yetişkin”.

Birçok iyi biyografik belgesel gibi The Man Who Paints Water Drops gücünü, kalbine yerleştirdiği kişinin sürekli yeni bir katmanı açığa çıkıveren, ilgiyi ayakta tutan bir figür olmasından alıyor bana göre. Kendisine dair daha fazlasını bilmek istiyorsunuz: Yaşadığı vahşet sonrası sanatıyla şifa arayışını, bu esnada geçmişle hesaplaşmayı asla uzlaşıya döndürememesini, hep adını andığı Budist keşişi Bodhidharma gibi bir “aydınlanmaya” ulaşamamaktan duyduğu hayal kırıklığını… Bir yandan da sanat ve sanatçı arasındaki bağlantının doğasına dair bir beyin egzersizi yapıyoruz. İnsanın üretme motivasyonunun aslında ne kadar kişisel ve kırılgan bir noktadan çıkabileceğine; tüm emeğin hiç bitmeyen bir arayışa, bir iyileşme arzusuna, anlamlandırma çabasına karşılık gelebileceğine şahit oluyoruz.

The Man Who Paints Water Drops’un maharetleri bununla da kalmıyor. Kim Tschang-Yeu’un en yakınlarıyla bile arasındaki uçurum o kadar derin ki ailenin bir parçası olan yönetmenler, çok iyi bildikleri farz edilebilecek birini bizlerle birlikte anlamaya çalışıyor, gözlemliyor, dinliyor, yaralarına dokunuyor; bu tavırlarının samimiyeti sayesinde, öznesinden anlatıcısına ve biz tanıklara, her bir faktörü ortak bir his bulutu içine almayı başarıyor film. Müşterek duygular yaşatıp tefekküre de itebilen yapıdaki sırrın ise en başta bahsettiğim meditatif taraf olduğunu düşünüyorum. Dış sesin şiirsel dilinin ve belgeselin uyumlu görselliğinin yanı sıra dünyasına ortak olduğumuz sanatçının kişilik yapısı; ruhu şefkatle besleyip, seyircisini sarıp sarmalayan bir seyirlik olarak karşılık bulmuş. İyi ki de bulmuş.