“The New Abnormal”: İhtişamlı başlamış bir kariyerin hayaleti

Açıkçası albümden duyduğumuz ilk iki tekli “At The Door” ve özellikle de “Bad Decision”ı dinlediğimde The New Abnormal’a dair pozitif duygular taşıyordum. Sanırım talihsiz serüvenler dizisi “çal” tuşuna basmadan hemen önce grubun efsanevî ilk albümü Is This It ile yapılan kıyaslamaları görünce başladı. O andan sonra bu albüme artık tek bir açıdan bakıyor insan. Eğer The Strokes demek Is This It demekse bu dinlediğimiz gerçekten bir The Strokes albümü klasmanında mı? Yoksa gördüğümüz sadece ihtişamlı bir kariyerin hayaleti mi? Is This It’i ölçüt kabul edeceksek, terazinin ne yazık ki diğer tarafında en azından 21 gram eksik bir kayıt bekliyor bizi.

Yazı: Berk Sayan

Ağırlıkla çoğu müzik yayınının yaptığı gibi bu albümü sıkı bir geri dönüş olarak adlandıracaksak, bunu ancak sadece son iki albüme (Angles ve Comedown Machine) kıyasla beklentinin üzerinde olduğunu söyleyerek yapabiliriz. Grubun üçüncü albüm First Impressions of Earth ile başlayan irtifa kaybı ilerleyen yıllarda serbest düşüşe dönüştü çünkü. Ne yazık ki, Is This It’in ardından zafer sarhoşu olan New Yorklu beşli, yüksek doz şöhretin ardından gelen o berbat ertesi günü hiç atlatamadı. Akşamdan kalmalık iliklerine işledi her birinin. “Someday”, “New York City Cops” ve tarihin en kült gitar şarkılarından biri mertebesine ulaşan “Last Nite” türünde adrenalin seviyesi yüksek şarkılar beklememek gerekiyor onlardan artık belki de. Hatta bu seriye “Reptilia” ve “Heart In A Cage”i de ekleyelim. Yer aldıkları albümler (Room on Fire ve First Impressions of Earth) her ne kadar Is This It kalibresinde olmasa da, en azından serseri ruhlu albümlerdi ve ekipte halen yaşam belirtisi mevcuttu.

Evet, yeni albümde grubun son birkaç yıla nazaran daha uyumlu göründüğü, birlikte müzik yapmaya istekli olduğu hissediliyor. Üzerlerindeki ölü toprağı atmak için bir hareket söz konusu ancak etkisi çok sınırlı. The New York Times’ın iddia ettiği gibi kendi nostaljisini yapabilen bir gruba dönüştüklerini düşünmek için orta tempo The Strokes şarkılarını andıran birkaç parçadan daha fazlasına ihtiyacımız var. Sadece açılış şarkısı “The Adults Are Taking”i dinleyip albümü rafa kaldırsak buna inanabiliriz belki. Bilinçli bir şekilde açılış şarkısı seçilen ve nostaljik tanımına en yakın şarkı o, ama albümün bütünü bu iddiadan çok uzak bir yerde konumlanıyor. Grup elemanları artık 40’ların hemen başındalar ve buradan yola çıkarak, ayakları yere basan bir albüm diyerek üstünü örtmek kolayı, birçok yorum da bu kestirmeyi tercih etmiş zaten. Tıpkı insanlar gibi grupların da müziğe karşı bakış açıları değişir ve gelişir, bu doğru. Ancak temel çıkış noktası olan ekolün bu kadar uzağına düşmek, düştüğü yerden kalkamamak asıl can sıkıcı olan. Açıkçası burada duygular da devreye giriyor, The Strokes’dan kişisel olarak beklentim, Arctic Monkeys gibi her adımı farklı noktaya basan bir kariyerden ziyade temel çerçevesini koruyan bir kariyerle yer yer bata çıka da olsa zihinlerde çizdikleri figürü korumalarıydı.

Öze dönme iddiasındaki bu albüm ne yazık ki hiç gerçekçi değil, ilaçlı market sebzeleri gibi, ambalajı parlak ama ne tadı ne kokusu olması gerektiği gibi. Is This It’i dinlediğinizde bir 50’lik biranın yanında ardı ardına birkaç shot atmak istersiniz. Albümdeki yangını içinizde de hissetmek için. Tuvaleti kirli barlarda sürtmek, sabaha karşı gün ağarırken eve yürümek ve aslında çok da sarhoş olmadığınızı kendi kendinize iddia ettiğiniz o kuşluk vaktini yaşamayı arzularsınız. Çünkü The Strokes demek Ramones, Velvet Underground, New York Dolls ve Patti Smith gibilerin ekolünden gelmek demek. Çıkış yaptıkları kentin garage rock ve proto-punk sahnesine dair tüm yaşanmışlığı film şeridi gibi izlemenizi sağlıyorlardı ilk birkaç yıl boyunca.

VE SAHNE RICK RUBIN’IN

Grubun olgunluk dönemine işaret ettiğini söylenen The New Abnormal ise, Rick Rubin işçiliğinden nasibini almış hormonlu şarkılarla kaydedilmiş bir formül albümü. Rubin ne zaman prodüktör koltuğuna otursa büyülü dokunuşunu yapıyor ama bu dokunuş bazen işte böyle “formül” kokabiliyor. Death Magnetic’te de bu yaşanmıştı. Metallica’nın özüne dönme operasyonu kimi iyi kimi kötü, ancak hepsinin açıkça bir döneme öykündüğü ve asla o öykündüğü zamanların hissiyatını veremediği bestelerle, pek de istenen etkiyi yaratamamıştı. Büyük prodüktörlerin problemi matematiğin her şey demek olduğunu sanmaları olabiliyor bazen. Her şeyi doğru dozda kullanmak sonucun hayalini kurduğunuz kudrette olacağı garantisini vermiyor. 

Bu albümün yine grubun erken dönemine kıyasla 70’ler ortası New York’unun rock akımlarından ziyade, 80’lerin ışıltılı estetiğine daha yakın durduğunu söyleyebiliriz. Bu durumun müsebbibi artık bu tutkusu açıkça ortada olan Julian Casablancas mı yoksa ibrenin son birkaç yılda tüm dünyada bu tip işlere döndüğünün muhakkak farkında olan Rick Rubin mi, bilemiyoruz. Açık referanslar vermek gerekirse; bir synth-wave şarkısı gibi başlayan, Casablancas’ın pop-punk aşkının yansıması olan “Brooklyn Bridge To Chorus”, Billy Idol şarkısı “Dancing with Myself”in müzikal anlamda modern bir uyarlaması olan “Bad Decisions” ve önce bir Tame Impala şarkısıymış gibi açılan ancak ilerleyen dakikalarda müthiş bir Talking Heads şarkısına dönüşen “Eternal Summer”ı (The Strokes sound’undan açık ara uzak olmasına karşın albümün en iyisi olabilir) sıralayabiliriz. “Eternal Summer” da aslında “Bad Decisions” gibi bir başka şarkının küllerinden inşa edilmiş, The Psychedelic Furs’ün “The Ghost in You”sundan esinlenerek yazılmış. (Bu esinlenmeler üzerine şarkı yapma işi Rick Rubin’in başının altından çıkmış gibi duruyor.) Albümün en iyilerinden “At The Door” da yine synth tabanlı, sade ama etkili bir şarkı. “Ode To The Mets” de albümün sonunda iyi bir balat olarak parlıyor. Bu albümün Is This It ile ayrıştığı en büyük noktalardan biri de dağınık oluşu, bütünü oluşturma konusunda yaşadığı başarısızlık. Bunu hem grubun artık bir kimyaya sahip olmayışına hem de bir süredir eklektik pop albümlerinin daha iyi çalıştığına dair eğilimin “formülü” belirlemede bir etken olmasına bağlayabiliriz. Hiçbir kıyasa gitmeden sadece bu albüm özelinde incelesek dahi 10 üzerinden en fazla 6 alacak, kendini dinleten ancak başınızı döndürme yetisi olmayan bir albüm The New Abnormal.

Julian Casablancas her ne kadar Brooklyn’de yeni yıla adım atarken sahneye çıktığında 2010’lu yılları bir kenara attıklarını ve buzlarından çözünüp geri döndüklerini iddia etse de The New Abnormal sadece ihtişamlı başlayan kariyerlerinin hoş bir veda busesi gibi hissettiriyor.