Gotham’ın gündüzleri ve yeni bir soluk: The Penguin
Yazı: Utkan Çınar
DC’nin uzunca bir süredir hummalı hazırlıkta olduğu, Batman’in azılı düşmanlarından Oswald Cobblepot’un, namıdiğer The Penguin, Gotham’ın yeraltı dünyasından iktidara yükselişini Scarface usulü bir anlatıyla masaya yatırdığı Batman spin-off’u yayına başladı. 2022 tarihli The Batman’in yönetmeni Matt Reeves ve yapımcılarından Dylan Clark’ın söz sahibi olduğu mini suç dramasının senaryosu Impulse, Agents of S.H.I.E.L.D., Chuck ve Hemlock Grove gibi diziler için kalem oynatmış Lauren LeFranc’a emanet.

Zaman dilimi ve mekân
Gotham. Ve gündüzü de.
İzlemeden önce bilmemiz gerekenler
Yönetmen koltuğundaki, farklı stillerde işlere imza atmış Craig Zobel ilginç bir isim. Betty Gilpin’li aksiyon-korku The Hunt’taki işçiliğini sevmiştim. Televizyonda da The Leftovers ve Westworld’den bölümlerin yanı sıra Kate Winslet’lı prestij işi Mare of Easttown’ı da tamamıyla kotararak isim yapmıştı.
Hikâyemiz 2022 tarihli, Matt Reeves yönetmenliğindeki The Batman ile yeniden başlatılan evrenin bir parçası. Filmin bir hafta sonrasından başlarken, 5-6 haftalık bir zaman diliminde geçecek. Konusu da 1992 yapımı Batman Returns’te Danny DeVito’nun muazzam bir şekilde hayat verdiği, Oswald “Oz” Cobb’un suç dünyasındaki yükselişi olacak.
Bu arada Batman’i hiç görmeyecek miyiz diye sorabilirsiniz ki evet görmeyeceğiz. Bu kısa zaman dilimine onu dâhil etmeyi uygun bulmamışlar. Bu da Better Call Saul‘daki gibi, her sezon başı “Walter White ne zaman çıkacak” diye kurtlanmamızı önleyebilir.
İlk intiba?
Açıkçası biraz önyargılı giriştiğimi söylemeliyim. Batman evreni Christopher Nolan bu işleri bıraktığından beri oldukça kaotik bir duruma gelmişti. Öncelikle Ben Affleck’in elinde patlayan karakterin, 2022’deki aşırı depresif, karanlık ve uzun The Batman ile yeni bir sayfa açabildiğini söylemek zor. Joker ikinci filmine geçerken, The Penguin ile ilgili de elimizdeki dizi başlarken, Batman’in albenisinin çoğunlukla “kötü adam”larında yattığını, esas karakter olarak yeterli derinliği kazanamadığını düşünebiliriz belki. Colin Farrell’ın karakteri The Batman’de yer almış, çok da bir iz bırakmamıştı. Dizinin ilk birkaç dakikası umutsuzluk içerisindeydim ki ani bir twist ile ilgimi cezbetti.

En çok neyi sevdin?
Öncelikle Gotham’ın gündüzlerine şahit olabilmek fena olmuyor. Diyaloglar da güzel. Ağzı laf yapan Cobb karakterinin sözel edebiyatının takibi keyifli. Dizinin mizahı kullanarak, Nolan ile başlayan ve Batman’in o fazla ciddi havasına bir tezat oluşturduğu anlar var ki bunu da sevdim. Yeni bir soluk gibi aslında. Bu hafta sonu gösterime girecek Joker: Folie à Deux’yü bir yana bırakarak söylüyorum bunu. (Bu filmle ilgili Melikşah Altuntaş’ın değerlendirmesini buradan okuyabilirsiniz.) Aksiyon anları da iyi çekilmiş, çok özgün sekanslar olmasa da yapımı canlı tutuyorlar. Yılların karakter oyuncusu Michael Kelly’yi de görmek güzel.
En az neyi sevdin?
Oz’un ekürisi Victor basbaya kötü bir casting örneği. Saf iyi niyetli bir çocuk tavrıyla ruh hastalarıyla dolu suç dünyasına güler yüzüyle giriyor olması gerçekten çok uyumsuz. Oz ile bir kimyaları var gibi ama orada da sadece Farrell’ın diyaloglarını sektirmesine yarayan bir yalıtkan aslında. Bu ilerleyen bölümlerde de değişecek gibi durmuyor. Gece çekimlerini de çok fazla bilgisayar oyunu estetiğiyle kotarılmış olması da rahatsız etmedi değil. Bu stil son zamanlarda fazlaca karşımıza çıkmaya başladı, hayranı olmadığımı söylemeliyim.
En çok hangi sahneye yükseldin?
Oz’un küçük kardeş Falcone’yi vurduktan sonraki mimikleri diziyi izlemeye devam etme kararını verdiren sahne oldu.
Modunu nasıl etkiledi?
Hem Oz hem de Sofia Falcone genel geçer “kötü adam”larda görmediğimiz bir çekiciliğe sahip. Bu da Colin Farrell ve Cristin Milioti sayesinde. Bu, Batman dünyasından bağımsız bir iş olsaydı, sırtında o yükleri taşımasaydı; büyük ihtimalle her iki aktör için de çok daha fazla övgü aldıkları bir yapım olurdu. Bu sayede önyargılarımın kırılmasından memnun kaldım.
Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?
Colin Farrell’ın Tony Soprano ve “Raging Bull” De Niro arası bir ton tutturduğunu söylemeli. İyi laf yapan ağzı sayesinde dertlerinden kurtulan karakterine özellikle ailesine bağlılığıyla da bir derinlik katılmış. Çok konuşuyor, aksanı abartılı ama o kılıkta sırıtmıyor. Cristin Milioti, ki kendisini Made for Love, Palm Springs gibi işlerde ilgiyle izlemiştim, rolünü iyi dolduruyor. Hatta Milioti’nin, kariyerine çok hâkim olmamakla birlikte, en başarılı performansı olabilir. Aynı Farrell gibi, yapımın çizgi roman köklerine yakın duran dışa dönük performansı yerinde. Victor’dan daha önce bahsettim, yabancılaştırıcı öğe gibi.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…
Kanımca Batman’in bahtı Tim Burton’ın ilk iki filminden beri kapalı. Nolan filmleri sinematografileri, ses tasarımları ve Heath Ledger, Tom Hardy gibilerinin yardımlarıyla belli bir saygınlığa ulaşsa da “mükemmel” Batman filmi hâlâ bir serap. Hollywood’un bu en değerli IP’si, DC’nin elinde sıkıcı bir şeye dönüştü yıllar geçtikçe. İlk Joker filmi ve The Penguin işe biraz hareket katıyorlar ama asıl mesele tabi ki “Pelerinli Savaşçı”!
Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?
Yine Victor’u mu sorsam?