The Power of the Dog değerlendirmesi (Netflix, 2021)

Jane Campion verdiği 12 yıllık aranın ardından bir roman uyarlaması olan The Power of the Dog ile sinemaya döndü ve 78. Venedik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülüne uzandı. Ödül sezonunda ismini sık duyacağımız filmin oyuncu kadrosunda Benedict Cumberbatch, Kirsten Dunst, Jesse Plemons, Kodi Smit-McPhee, Thomasin McKenzie, Frances Conroy ve Keith Carradine yer alıyor.

Bu yazı, The Power of the Dog’u henüz izlememişler için kimi sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

Film 1925’te, Montana’daki bir çiftlikte geçiyor. Uçsuz bucaksız manzaralar, dağlar, ormanlar, lüks çiftlik evinin odaları, ahırlar, ağıllar, kısacası Montana kırsalındaki üst sınıftan bir ailenin tüm yaşam alanları filmde mekân olarak işaretleniyor.

Konu nedir?

The Power of the Dog, bahsi geçen büyük bir çiftliğin sahibi Burbank kardeşlerin hikâyesine odaklanıyor: Sert mizaçlı Phil Burbank (Benedict Cumberbatch) ile kardeşine göre daha uysal ve duygusal George (Jesse Plemons). İki kardeşin hayatı, George’un aralarına yeni eşi Rose (Kirsten Dunst) ve onun önceki evliliğinden oğlu Peter’ı (Kodi Smit-McPhee) getirmesiyle ters yüz oluyor. Phil’in çiftliğin yeni sakinlerine karşı sergilediği acımasız tavırlar, karakterler arasındaki gerilimin dozunu artırıyor.

İzlemeden önce bilmeniz gerekenler

Campion’ı 12 yıl aradan sonra sinemaya döndüren film; Thomas Savage’in 1967 tarihli, yine aynı isimdeki kült romanının bir adaptasyonu. Romanda çiftlik Montana eyaletinde yer alsa da yönetmen çekimler için kendi ülkesi Yeni Zelanda’yı tercih etmiş. Yeni Zelanda’nın güneyinde gerçekleşen çekimler, ne ölçüde Montana’yı yansıtabilmiştir bilinmez ama filmin sahip olduğu güçlü sinematografiyi düşündüğümüzde Campion isabetli bir tercih yapmışa benziyor.

İlk intiba

The Power of the Dog, Peter’ın sesinden duyduğumuz “Babam öldüğünde tek isteğim annemin mutluluğuydu. Bir erkek olarak anneme nasıl yardım etmezdim? Onu nasıl kurtarmazdım?” cümlesiyle açılıyor. Bu cümlenin ardından da çiftlik görüntülerine geçiyor, yönetmenin film boyunca sıklıkla başvuracağı hayvanların kaotik ve tekinsiz hâllerine şahit oluyoruz. Phil, içeriden kendisini izlediğimiz, pencere pervazlarıyla çerçevelenmiş bir kompozisyonla beraber eve girene kadar film erkeklik ve aile üzerinden şekillenmiş bir dramaya tanıklık edeceğimizin sinyallerini vermiş oluyor bile. Fakat ilerleyen dakikalarda gerilimin bu denli tırmanacağını düşünmemiştim.

En çok neyi sevdin?

The Power of The Dog ile Jane Campion mekân ve atmosferi hikayeye nakış gibi işliyor. Film hem karakterleri derinlemesine tanımak hem de hikâyedeki gerilimi taşımak adına uluyan rüzgârlar, saman rengi dağlar ve önümüze serdiği güçlü hayvan imajlarıyla örülmüş zengin bir anlatıyı seyircisiyle buluşturuyor. Yanan kâğıttan yapılmış bir çiçekten nazikçe dokunulan bir at eyerine, bir tavşan başının okşanmasından boğaların hadım edilmesi gibi rahatsız edici detaylara kadar birbirlerinden oldukça farklı sahnelerde yönetmenin “tek söz etmeden” izleyicisine bir şeyler hissettirmesi, kendi adıma sinemanın büyüsünü bana tekrar hatırlatmış oldu.

En az neyi sevdin?

Karakterlerin birbirleriyle ilişkisi derinlikli bir biçimde kurulmasına karşın, filmin ikinci yarısında George’un denklemden çıkıp yerine Peter’ın girmesinden pek hoşnut kalmadım. Film ilk olarak Phil, George ve Rose’un oluşturduğu üçgenin arasında gelişen bir ilişkiyi izleteceğini düşündürse de bunun sonradan Phil ve Peter eksenine oturması şaşırtıcı bir detaydı. Film boyunca dört köşeli bir ilişkiyi izlemeyi tercih ederdim sanırım. Özellikle Phil’i daha yakından tanımak için George’un hikâyede stabil kalması faydalı olabilirdi. Hele ki yetişkin iki erkek kardeşin aynı yatakta uyuduğu bir ilişki dinamiğinden söz ediyorsak.

En çok hangi sahneye yükseldin?

Rose’un piyano çalarken, Phil’in banjosu ile aynı melodiyi çalarak onu sabote etmesi sanırım ikilinin arasındaki gerilimin en gözle görülür anlarından biriydi. Phil’in Rose’a uyguladığı zorbalık ve psikolojik şiddet yansıtılırken tercih edilen kamera kullanımı ve meydan okuma için enstrümanların seçilmesi bence oldukça keyifli detaylardı. 

Karakterlere dair ne söyleyebilirsin?

Geçmişten yanına kalan Bronco Henry’nin hayaletiyle yaşayan; olmak istediği ve olduğu insan arasında sıkışmış olan Phil, toksik erkekliğin hem faili hem de kurbanı gibi. Genellikle serinkanlı davransa da, öfke nöbetlerinde kendini kaybetmesi veya Peter ile birlikteyken sergilediği sevecenlik ona dair daha çok şey söylüyor gibiydi. Peter ise başından itibaren feminen bulunan tavrı ile kırılgan bir duruşa sahipken, gücünün sınırlarıyla ilgili şaşırtmayı başardı. Kâğıttan çiçekler yapan bir çocuğun cerrahi deneyleri izlemesine giden yolculuğunun Phil’den daha çok heyecanlandırdığını söyleyebilirim.

Kimler sever?  

Ağır tempoda ilerleyen bir hikâyeyi adım adım takip etmeyi sevenler, âdeta tablolar serisi gibi uzanan sinematografilere vurulanlar, psikolojik gerilim ve drama sevdalıları, bana hikâye yetmez güçlü oyunculuk görelim diyenler…

Formu dolduran: Zeynep Kıymacı