Marslılar dost değildir! - The War of the Worlds: Next Century

Yazı: Korcan Derinsu

Polonyalı sinemacı Piotr Szulkin’in 1981 tarihli bilim kurgusu Wojna swiatów – nastepne stulecie / The War of the Worlds: Next Century, sahte haber çağına dair fazlasıyla isabetli tahminlerde bulunuyor. H.G. Wells ve Orson Welles’e adanan film, an itibarıyla MUBI kataloğunda.

*Bu yazı, henüz The War of the Worlds: Next Century filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.


Zaman dilimi ve mekân 

Aralık, 1999; Polonya.

Konu nedir?

Popüler bir haber programı sunucusu olan Iron Idem, günlerden bir gün iyi niyetli Marslıların dünyaya geldiğini duyuran haberi okur. Oysa gerçek böyle değildir. Marslılar, insanların kanlarını toplamak istemektedir ve devlet ile iş birliği içerisindedir. Ancak halk bu durumu öğrenmesin diye televizyon üzerinden Marslıların ne kadar iyi olduklarına dair propaganda yayınları yapılacaktır. Bunun için de en uygun kişi Iron Idem’dir. Iron başta bu duruma karşı çıksa da karısı kaçırılınca onun hayatını kurtarmak için önüne konan metinleri okumayı kabul eder. Verdiği bu kararın kendisi için dönülmez sonuçları olacaktır. 

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

The War of the Worlds: Next Century; Polonyalı yönetmen Piotr Szulkin’in “Kıyamet Dörtlemesi “olarak nitelenen serisinin ikinci filmi. Serinin diğer filmleri; Golem (1979), O-BI; O-BA: The End of Civilization (1984) ve GA-GA: Glory to The Heroes (1985). 

Tamamı Krakow’da çekilen filmin çıkış noktası, 1898 yılında yayımlanan H.G.Wells’in Dünyalar Savaşı romanı. 1938 yılında romanı bir radyo tiyatrosuna uyarlayan Orson Welles, bazı dinleyicilerin Marslı istilasını gerçek sanıp paniğe kapılmasına yol açıyor. Film hem H.G.Wells’e hem de Orson Welles’e ithaf edilmiş. 

Polonya’da sıkıyönetim ilan edilince Cannes Film Festivali’nden çekilen filmin, festivaller dışında gösterime girmesine de izin verilmiyor. Bu yüzden 20 Şubat 1983’te vizyona girebiliyor. Filmle Fantasporto Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazanan Piotr Szulkin’in yeniden keşfi 2015’te Tribeca Film Festivali’ndeki retrospektifi sayesinde oluyor.

İlk intiba?

The War of the Worlds: Next Century, daha ilk dakikalarından itibaren gerek görsel dünyası gerek hikâyesiyle “ilginç” bir film olduğunu hissettiriyor. Üstelik bunu yaparken de öyle büyük numaralara hiç ihtiyaç duymuyor. Buz gibi bir atmosferde başlayan film Marslıların gelmesiyle Iron Idem üzerinden katman katman açılıyor ve sıkı bir devlet / medya eleştirisine dönüşüyor. Bunu yaparken de başlangıçtaki sadeliğinden asla ödün vermiyor; anlattığının derinliğine ya da farklılığına asla takılmıyor. 

En çok neyi sevdin?

Sinematografisine bayıldım. Düşük bütçeli bir Blade Runner gibi âdeta ve hiçbir şey iğreti durmuyor. Bilim kurgu ya da fantastik filmlerin düşebileceği en büyük tuzak burası. En ufacık bir şey inandırıcı durmasa ya da filmin estetiğiyle zıt düşse seyirci kolayca dağılabiliyor. Burada ise her şey baştan sonra son derece tutarlı. Hem bir gelecek tasviri görüyoruz hem de 80’lerin kendine has renkli dünyasını seziyoruz. Çok ama çok etkileyici. 

En çok hangi sahneye yükseldin? 

Iron Idem’in Marslılara veda konserinde mikrofonu ele geçirip içini döktüğü uzun bir sahne var. Hem kendini hem de televizyon üzerinden kendilerine her gösterilene inanan insanları eleştiriyor. Aslında büyük bir patlama ânı yaşıyor ama halktan yine istediği tepkiyi alamıyor. Karşısında tepki vermeyen hatta eleştiriyi anlamdan gülen bir güruh var. Nitekim sahnenin sonlarına doğru Iron da ne derse desin hiçbir şey değişmeyeceğini anlıyor.

Modunu nasıl etkiledi?

Benzer konuda ne kadar bir şeyler okusam da izlesem de gerçeğin bu kadar kolay manipüle ediliyor olmasını görmekten her defasında etkileniyorum. AI videoları, deep fake vs. derken bunun bir sonu olacak mı, merak ediyorum. İlerleyen teknoloji gerçeğe / doğruya ulaşmayı kolaylaştıracak diye düşünürken şimdi büyük bir dezenformasyon bombardımanı altındayız. Devletin bu konudaki dâhlini Türkiye özelinde düşününce de canım çok sıkılıyor. Nasıl sıkılmasın zaten değil mi? 

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?

Iron Idem son derece inandırıcı ve iyi yaratılmış bir karakter. Başına gelenlerle başa çıkmaya çalışıp, sonrasında tamamen kontrolü kaybedişi ama bunu yaparken hep sakin olması çok etkileyici. Karakteri canlandıran Roman Wilhelmi’nin takındığı bir yüz ifadesi var. Biraz kederli biraz çaresiz bu ifade karaktere dair de çok şey anlatılıyor aslında. 

Filmde fazla yan karakter yok. Iron Idem’in akıl hastanesinde karşılaştığı bir yaşlı adam var. Beni en çok o etkiledi. Evsiz görünümlü bu yaşlı adam her şeyin en başından beri koca bir yalan olduğunu sezen belki de tek kişi ancak “deli “sayıldığı için ciddiye alınmıyor. Televizyon istasyonunu patlatarak halkı özgürleştirmek istiyor ama kimseyi planına ikna edemiyor mesela. Filmin anlatmaya çalıştığı şeyi en iyi yansıtan karakterlerden. 

Kimler sever? 

Bilim kurgu düşkünleri, sinematografiye meraklı olanlar, 80’ler âşıkları illa çok sever; Stanislaw Lem, J.G. Ballard ve Philip K. Dick romanlarını sevenler de onlara katılır. 

Bunu seven şunları da sever 

Andrei Tarkovsky’nin Stalker ve Solaris, Rainer Werner Fassbinder’in World on a Wire filmleri özellikle görsel açıdan oldukça benzeyen filmler. Yine bu mantıkla Blade Runner dünyasını sevenin bu filmin dünyasını da -daha düşük bütçeyle yapıldığını unutmadan- seveceğini düşünüyorum. A Clockwork Orange ve Brazil de işin içine devleti/bürokrasiyi kattığı için ruhdaş filmler olarak görülebilir.  

Bir de yıllar önce üniversitede çok kötü bir VHS kopyadan izlediğim ama unutamadığım yine Polonya çıkışlı On the Silver Globe (Andrezj Żuławski, 1988) filmi var. Totaliter rejim eleştirisini arşa çıkaran, birey-toplum ilişkisini irdeleyen çok güzel bir filmdi. Uzun süresine rağmen bir şans vermek fena olmayabilir. 

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…

Jean Baudrillard haklıydı; artık gerçek değil gerçeğe benzeyen kopyalar var elimizde. Bu yüzden ne hakikat ne değil, ayırt etmek çok zor. Film de aslında bu meseleyi başka bir yerden ele alıyor; hakikatin devlet eliyle nasıl manipüle edildiğini gösterirken televizyonun da aracı olarak kullanmasını anlatıyor. 43 yıl önce çekilmiş bir film için oldukça yerinde bir öngörü bu. Medyum değişse de egemen gücün hakikati manipüle etme çabası asla değişmiyor. 

Özellikle içinde yaşadığımız post-truth (hakikat sonrası) çağını düşündükçe tüm bunlar daha bir anlamlı. Tam tersi olması gerekirken artık kitleleri belli inançlar ya da duygular üzerinden manipüle ederek, doğrudan / nesnelden uzaklaştırmak çok daha kolay. Özellikle sosyal medya üzerinden örgütlenen, 25 yaş altı aşırı sağ eğilimli grupların tüm dünyada yükselişte olması bile bunun en basit örneği. Tabii ki başka bir sürü nedeni var bu yükselişin ama yalan ya da çarpıtılan gerçeklerin de etkisi yadsınamaz gibime geliyor.

Geleceği düşündükçe en ürktüğüm şey de bu konu. Çünkü ne yazık ki bilgiye erişim kolaylaşsa da insanlık değişmiyor. Böyle düşününce de Iron Idem’in filmin sonunda yaşlı adama dediği gibi “Hepsi yanlış. Televizyon yaşayacak. Televizyon halktır.” demesi daha anlamlı hâle geliyor. 

Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?

Kariyerinin en iyi filmleri bilim kurgu filmleri olan bir yönetmen olarak hayatta olsaydı şimdiki zamanı mı yoksa geleceği mi anlatmak isterdi, bunu sorardım.