Elitist yozlaşma: The White Lotus 3. sezona dair

Yazı: Cansu Uras

11 Aralık 2022’de adıyla müsemma “Arrivederci” bölümüyle uğurladığımız The White Lotus’a yeni check-in’imizi, uzun bir bekleyişin ardından 17 Şubat’ta iştahla yaptık. Ve bu vuslat, sosyal medyada dizinin kendisinden ziyade açılış jeneriğiyle ilgili sayısız yergi meme’ini de beraberinde getirdi. Succession kadar cep telefonu melodisine layık görülmese de “ikonik” etiketini kısa sürede üstüne yapıştıran müziği, ilk iki sezonda olduğu gibi Cristóbal Tapia de Veer’in imzasını taşıyor taşımasına ancak sonuçta artık Tayland sularında olduğumuz için daha meditatif bir altyapıyı seçerek, atmosferi tamamıyla yansıtan yepyeni bir beste ile izleyici karşısına çıkıyor müzisyen. Son olarak Babygirl’ün seksi, kışkırtıcı, tabu yıkan ve davetkâr dünyasına uygun müziklerle adından daha sıkça söz etmemiz gerektiğini kanıtlayan bestecinin yeni jenerik parçası, dizinin pek çok takipçisini sonsuz hayal kırıklığına uğratsa da aslında renkli ve de meditatif dünyanın içinde yerlerde sürünen yılanlar ya da ağaç dallarının arasında görünmez tehlike olarak varlığını sürdüren maymunlar kadar izleyiciyi tetikte tutup diken üstünde oturtacak bir dünyaya davet ettiğini de vurguluyor. Bu nedenle linç yeme düşüncesini göz önünde bulundurarak, kendimi hayal kırıklığına uğrayan kesimden özgüvenle ve de korkusuzca ayırabilirim.

Dizinin yaratıcısı Mike White; arka plana yerleştirdiği, cennet gibi gözüken ancak kesinlikle bavullarımızı boşaltmamamız gerektiğini kanıtlayan tatil bölgelerinin sembollerini, sanatsal imgelere dönüştürmekte ne kadar kusursuz olduğunu göstermişti. Üçüncü sezonun açılış jeneriğinde de Budist tapınaklarına ve Tayland’ın vahşi doğasına referanslarla dolu, mini bir önizleme niteliğinde görsel şölen sunuyor. Duvar boyamalarına sanat eseri kıvamında bakmadığınızda aslında üçüncü sezonda tanıştığımız bazı karakterlerin gizli, “kirli” dünyalarına da atıflar yakalıyorsunuz ve bu da jenerik sonrası her bir bölüme girizgahı daha heyecanlı kılıyor. 

Hâlihazırda devam eden yeni sezonun ilk üç bölümü BluTV’de yayında. Maui’deki ilk sezon ve Sicilya’daki ikinci sezonun ardından, üçüncü sezonda teknemiz Tayland’a demirleniyor ve mekân olarak Koi Samui Adası’ndaki Four Seasons Hotel tercih ediliyor. Söz konusu Uzak Doğu olunca, ismin yaydığı titreşimin kas gevşetici etkisiyle rahatlıyorsunuz tabii. Çünkü “kendine dönüş”, “kendini keşfet” başlıkları altında etik açıdan maddi ve manevi sorgulanan “rejuvenation”ın (gençleşme) günümüzün en büyük sektörlerinden birine dönüşmesiyle The White Lotus’un da Uzak Doğu’ya kayıtsız kalması imkânsız gözüküyordu. Ancak cep telefonlarınız dâhil elektronik eşyalarınızın sizden alınması, binbir türlü masaj çeşidi, yoga, türlü bitkisel destekler, sakinleştiriciler, egzotik meyveler, sınırsız şarap, nefes terapisi, meditasyon vb. aklınıza gelebilecek her türlü rahatlatıcı unsur; bilinçaltı dehlizlerinizde dolanan ve her an bizzat kendinizi ısırmayı bekleyen yılanın zehrini önlemeyi sağlamıyor.

Tek bir temaya bağlı kalmasa da bir unsuru baskın kılan dizinin ilk sezonunda sınıfsal çatışma ağırlıktayken, ikinci sezonda ise cinselliği hiyerarşinin tepesine yerleştiren ve güç savaşlarında karar mekanizmasına dönüştüren bir çatışma hâkimiyetini ilan etmişti. Dizinin üçüncü sezonu ise her ne kadar spiritüalizmi belkemiği kılsa da aslında elitist bir yozlaşmanın tablosunu her konuk grubunun içinde ayrı ayrı gösteriyor. Game of Thrones’taki “ev” mantığı, The White Lotus’ta bu açıdan bakıldığında fazlasıyla kendini belirgin kılıyor.

Gizli dünyalarına sıkışmış elitistler ≥ Akvaryuma sıkışmış kobra yılanları

The White Lotus dünyasına üçüncü sezonda adımını atan oldukça kalabalık oyuncu kadrosunda önce alt tabakaya, yani otel yönetimi ile çalışanlarına bakacak olursak karşımıza Tayland, Litvanya ve Almanya kökenli, bazıları oldukça bilindik simalar çıkıyor. Bu isimlerden ilki, sağlık danışmanı ve hikâyenin şimdilik en güvenli limanlarından biri olarak nitelendirebileceğimiz karakteri Mook’a hayat veren Lalisa Manobal. Z kuşağına için adı, çığlık efekti taşıyan; geri kalan bizler için ise ilk etapta bir anlam ifade etmeyen Manobal, dünyayı sallayan Güney Koreli müzik grubu Blackpink’in üyelerinden biri. Kendisine, otel yönetiminin başında ve aslında geçmişte bir film yıldızı olan Sritala Hollinger rolüyle Patravadi Mejudhon, gördüğünüz ilk andan itibaren istemsiz ebeveyn damarınızın tutacağı ve “Seni yerler annem buralarda” diyeceğiniz güvenlik görevlisi olarak Tayme Thapthimthong, ilk olarak kaslarıyla tanışacağınız Rus asıllı sağlık mentoru Valentin karakteriyle Arnas Fedaravicius, The Zone of Interest’i izleyenlerin yüzünü fazlasıyla gülümsetecek olan, otel yönetimindeki Fabian rolüyle Christian Friedel ve masaj konusunda eline su dökülmeyecek Pornchai rolüyle Dom Hetrakul eşlik ediyor. Bu çok uluslu otel cast’ı, oldukça ağır ilerleyen ilk iki bölümün tempo düşüklüğünde bir renk olmanın ötesine geçemiyor. Ancak aralarına, geçmiş simalardan Belinda Lindsey karakterine hayat veren Natasha Rothwell’in katılmasıyla, dizinin işletme kısmının tek boyutlu kalmayacağının sinyalleri fazlasıyla veriliyor.

Otelin misafirlerine gelecek olursak; Game of Thrones ve de Succession’daki ailelerle yarışacak potansiyele fazlasıyla sahip olan Ratliff Ailesi ile tanışıyoruz. Jason Isaacs, Parker Posey, Patrick Schwarzenegger, Sarah Catherine Hook ve Sam Nivola’nın hayat verdiği bu ailenin üyeleri, dizinin kaptan köşküne kısa sürede yerleşiyor. Ailenin yegâne genç kızı Piper’ın bir Budist rahibiyle yapacağı görüşme için 30 saati aşkın bir yolculukla Tayland’a uçan Ratliff’ler, elitist yozlaşmanın nişanesi olarak varlık gösteriyor. Bir kara para aklama meselesinden ötürü telefonundan kopamayan baba Timothy, cinsellik ve protein tozu dışında nefes almak için en ufak bir şeye ihtiyaç duymayan abi Saxon, cinsel yöneliminin farkına abisi aracılığıyla daha çok varacak olan çıkmazdaki kardeş Lochlan ve her türlü sakinleştirici ilacın insan bedeninde buluştuğu anne Victoria; burjuvazi ve de kapitalizm bayrağını göklere çıkarmaktan eksik kalmıyor. Kaleminde ve perspektifinde hicvi pusulası kılan Mike White, Vietnam Savaşı sırasında Tayland’ı üs yapan ABD gerçeğini salt mekânsal seçimiyle ironiye dönüştürmekle kalmazken, Ratliff Ailesi’ne çizdiği portreyle de bu ironiden mühür yaratıyor. Öyle ki ailenin adaya adım attığı ilk anda anne Victoria’nın çocuklarının hangi üniversitede okuduğunu ya da mezun olduğunu ballandırarak anlatması, bu durumun en kanlı canlı ve üç boyutlu kanıtı niteliği taşıyor. 

Bu ailenin yanında karşımıza üçlü bir kadın arkadaş grubu çıkıyor: Eşinden yeni boşanmış Laurie (Carrie Coon), ünlü oyuncu Jaclyn (Michelle Monaghan) ve Austin’de ailesiyle “mükemmel” bir yaşamı olan Kate (Leslie Bibb). Dışarıdan bakıldığında, çoğu kişinin arasına mesafe giren arkadaşlarını düşünüp “Biz de böyle olabilirdik” diyeceği bu arkadaş grubunun yanında dördüncü dost olarak yükselen “kıskançlık” o kadar gerçekçi şekilde yansıtılıyor ki elitist yozlaşmanın çarklarının kusursuz işlemesini sağlıyor. Birbirlerinin yüzüne gülerken her birinin diğerini çekiştirdiği bu dostluğa dair en güçlü sahnelerden birine, üçüncü bölümde denk geliyoruz. Politik her türlü söylemi bireysel tonda tutan Mike White, bu sezon vites yükseltip karakterlerinden birine “Trump’a oy veren ailelerin arasında olsaydım kendimi yabancı hissederdim.” repliğini söylemekten ve bu sohbeti kısa da olsa devam ettirmekten kaçınmıyor. 

Misafirler arasında açık ara ilk bölümde nefret ettiğinize emin olduğum ama kanıtlayamayacağım kişiye gelirsek, huzurlarımıza Rick Hatchett çıkıyor. Walton Goggins’in hayat verdiği Rick’in kendinden yaşça küçük sevgilisi Chelsea rolünde ise Aimee Lou Wood’u seyrediyoruz. Kadın-erkek ilişkilerindeki dinamiğin bel kemiğine yaş çatışmasını yerleştiren dizide Goggins’in hayat verdiği Rick, gizemli yapbozun en kilit karakterlerinden biri olarak konumlanıyor. 

Üçüncü bölümde akvaryumlar içinde hapsolan yılanlar üzerinden metaforik bir aydınlanma yaşayan ve izleyiciye “Hangisi daha tehlikeli: Günümüz insanı mı, yoksa cam kavanozlara hapsedilmiş yılanlar mı?” ikilemini yaşatan Rick, en “pislik” karakterden en “empat” karaktere dönüşmekte geç kalmıyor. Babası bir cinayete kurban giden Rick’in, otel yönetiminin başındaki Sritala Hollinger ile bağlantısı, merak unsurunu üç bölüm boyunca fazlasıyla diri tutarken; kız arkadaşı Chelsea’nın otelde tanıştığı Chloe (Charlotte Le Bon) karakteriyle birlikte beynimizi yakmak üzere yeniden karşımıza çıkan eski bir sima, üçüncü sezonun yavaş temposunu canlandırıyor. Jon Gries’ın hayat verdiği Greg Hunt karakteri, Belinda dışında gördüğümüz bir diğer tanıdık ama sessiz bir yüz olarak hikâyedeki yerini alıyor. 

Fizan kadar uzak kendinden: Daha tekinsiz, daha derin

“İnsanlarla, onların gerçeklik düzleminde buluşuyorsun. Peki senin gerçekliğin ne?” sorusunun altını çizen, Yunan Adaları’nda her bir metrekare başına bir tane düşen lokal kahvecileri andıran bir mekânda Macbook başında gördüğümüz Budist rahip imajıyla spritüelizmin yalınlığına modernizm tokadı atan, bu durumu zehriyle 30 dakikada bir insanı öldürebilen kobra yılanlarını cips yiyerek izleyen çift imgesiyle kamçılandıran, karakterlerin her birinin kendine bakmaktan Fizan kadar uzak olduğunu “İnsanların zengin olması, kaliteli olması anlamına gelmiyor.” repliğiyle altını çizerek altın vuruşu yapan bir The White Lotus sezonuyla karşı karşıyayız. Günümüz modern insanının kötülüğünde yılan metaforuna başvuran ve İncil’e de atıfta bulunan bu sezonun ilk lokomotif bölümlerinden biri, kesinlikle “The Meaning of Dreams” adını taşıyan üçüncü bölüm olarak gösterilebilir. İlk iki bölümü “prolog” olarak düşünürsek üçüncü bölümde yerinde bir ivmeyle hareket eyleminde bulunuluyor. 

Altı bölümden oluşan ilk sezon ve yedi bölümden oluşan ikinci sezonun ardından sekiz bölümlük bir hikâyeyle izleyici karşısına çıkan The White Lotus’un yeni sezon açılışı belki kimilerinin beklentilerini karşılamasa da aslında karakter dünyalarının daha derin boyutlarının görülebildiği ve tekinsizlik duygusunun seyirciyi bir saniye bile terk etmediği bir sezon olarak da nitelendirilebilir. Yazının başında değinmem gereken unsura ise finalde yer verip noktayı koyayım; evet, bu sezon da bir cinayetle açılıyor ve de bu cinayetin bir hafta öncesine gidiyor. Ancak hem açılış sahnesinde çokça duyulan silah sesi hem de karakterleri tanıdıkça her birini “şüpheli” konumuna yerleştireceğiniz göz önünde bulundurulursa üçüncü sezon ilk iki sezondaki 100 parçalık yapbozu, 500 parçalığa dönüştürüyor.