Thomas Rousset ve bir aile çiftliğinin büyülü potansiyeli

Röportaj: Esin Çalışkan - Çeviri: Derin Atışkan

Fotoğrafçı Thomas Rousset, doğup büyüdüğü ve ailesinin hâlâ yaşamaya devam ettiği Prabert köyünde bir tura davet ediyor. Fransa-İsviçre sınırında konumlanan köydeki günlük yaşantıyı kadrajına aldığı işlerine kendine has absürt, halüsinatif, mantık dışı unsurlar ekleyerek fantastik ve belgeselcilik arasında geçişken bir ifade biçimi yaratıyor.

2022 sonbaharında Loose Joints  etiketiyle Prabérians adlı bir kitaba evrilen projenin 12 yıllık bir geçmişi var. Mekânla kurduğu ilişkiler, çekim pratikleri ve gerçek – kurgu arasında kurduğu dengeye dair merak ettiklerimizi yanıtladı Thomas Rousset. 

Herhangi bir sanatçıya sorulabilecek “her şey nasıl başladı” sorusu, senin Prabert ile süregelen bağını düşününce kendi kendini düşürüyor gibi. Fransa-İsviçre sınırındaki bu köyde doğdun, büyüdün, yaşadın. Prabérians’ı besleyen en eski hayalin nereye kadar gidiyor, şimdi ne kadarı hâlâ seninle? 

Fotoğrafçılığa 2005 yılında ECAL‘e (Lozan Kanton Sanat Okulu) girdiğimde başladım. Ondan önce, sanatsal bir pratiğim ve Prabert köyünün gözümde sanatla bir ilgisi gerçekten yoktu.

ECAL’deki ilk yıllarımda, fotoğrafçılığın temellerini yani manzara, mimari, portre fotoğrafçılığını öğrenirken hafta sonları Fransa’daki evime gidiyordum ve her öğrenci gibi benim de yapmam gereken “ödevler”, fotoğraflanacak özneler vardı. İşte o zaman, yerin potansiyelinin gerçekten farkında olmadan, çiftliğin görüntülerini kaydetmeye başladım; çünkü orası benim sahip olduğum bir yerdi. Ailem başka bir muhitten gelseydi, fotoğrafçılık pratiğim kesinlikle çok farklı olurdu.

Öncelikle, çevremi betimleyici ve belgesel şeklinde fotoğraflamaya başladım; daha sonra yavaş yavaş sahnelemeyi, mantık dışılığı, kurmacayı ekledim. Sonunda çevrem benim tiyatroma dönüştü. Görüntülerimin inşası için ihtiyacım olan her şeye sahip olduğum için şanslıydım.

Prabérians’in üretim pratiği, mekânı hapsetme ve onu genişletme gücü ile sıkı bir bağ kurmuş vaziyette; ekonomik, coğrafi ve etnografik olarak. Bu eşsiz birlikteliği nasıl yarattın, nelerden beslendin? Çekimler için nasıl hazırlık süreçlerin oldu? 

Çiftliğin tarımsal işletmesini devralan ve projemde önemli bir kişi olan kuzenim; taşralılıkla bağlantılı nesnelere, aletlere ve makinelere her zaman güçlü bir ilgi duymuştur. Küçük yaşlardan itibaren çevredeki çiftliklerde bunları aramaya, toplamaya ve depolamaya başlamıştı. Her şeyin ikinci bir hayata sahip olabilmek için kurtarılması ve çalışır duruma getirilmesi gerektiğine inanıyordu. Tüm bu restore edilmiş nesneleri bir gün halkın erişimine açmak için kuracağı küçük bir müzede sunabilmeyi istedi her zaman. Şimdilik zaman bulamamak, bu hayalini gerçekleştirmesine izin vermiyor. Ayrıca, çiftliğin avlusu her türden nesneyle dolu şu anda: Eski bir biçerdöverden tutun da tamir edilmeyi bekleyen 2 CV’lik bir arabanın enkazına kadar.

Öyle görünüyor ki köylülerin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşamak zorunda kaldığı, seri üretime doğru dizginsiz şekilde giden bu sanayileşmenin ters yönünde giden bir şeyler var.

Dağın, hayvanların, nesnelerin bu karışımı; bende yalnızca çok sınırlı bir çevrede bulunan malzemelerle, kendi objelerimi ve dekorlarımı yaratma isteği uyandırdı. Bağımsız bir mikrokozmos, zamanda kaybolmuş bir topluluk, dağlarıyla korunan ve kendi kendine yeten bir alan yaratmak istedim.

12 yıl dile kolay…Proje boyunca iklim, kırsal yaşamın kendine has ritüelistik yönleri ve bölge sakinleri arasında kurduğun ilişki nasıl bir damıtımın ürünü? Kırsal-kent hayatına dair ayrılıkların, fotoğraflarını zenginleştiren yansımalarına dair neler söylersin? 

Amacım, Fransız köylerinin kırsal yaşamında mevcut olan ritüelleri tasvir etmek değildi. Elbette onlardan ilham aldım ama çoğu zaman kendi ritüellerimi yaratmak istedim. Sonunda bu ritüeller; filmlerde görebildiğim veya kitaplarda okuyabildiğim, Avrupa’nın yanı sıra Güney Amerika, hatta Doğu Avrupa gibi birçok farklı kesimde bulunan şeylerin bir karışımı hâline geldi. Koleje başladığımda şehre gittim. Böylece, işlerimde belirli bir şekilde bulunması gereken kentsel yaşam tarzıyla doğal olarak iç içe bulundum. 

Çocuklar, konfeti kaplı bir kuzu, doğada yeşeren bir başka canlı… Bakışları çok güçlü ve her biri yarattığın dünyaya kendilerini teslim etmiş gibi. Bu kolektif oluş sürecinde özellikle yakalamaya çalıştığın bir form var mıydı? “Beklediğin” sonucu aldığını nasıl anlarsın?

Bu çalışma uzun vadeye yayılarak azar azar inşa edildi, uzun bir süre boyunca bu projenin beni nereye götüreceğini anlamadım. Aklımda bir fikir olurdu ve onu fotoğraflardım, bu sırada mutlaka görüntüler arasında bir hikâye veya bir bağlantı düşünmüyordum. Bazen bu proje birkaç ay hatta bir yıl askıda kaldı çünkü onu geliştirecek ipuçlarına sahip değildim. Başlangıçta, işlerimin hepsi çok sahnelenmiş gibiydi; inşa edilmiş bir ortam ve merkezi bir karakter vardı. Bir noktada kendimi sıkışmış hissettim, tüm bunlar bana sıkıcı ve gereksiz geldi. Bu topluluğa gerçekten dalmamızı ve kendimizi tam anlamıyla bu kurguya yansıtılmış bulmamızı istedim. Bu nedenle, projeyi daha kişisel hâle getirmek için daha basit, daha doğrudan görüntülere ihtiyacım vardı.

Günlük hayatın sıradanlığı ile fotoğraflamayı düşündüğün bir tuhaflık arası dengeyi nasıl yakalarsın? Kurgu, işlerinde ne kadar yer kaplıyor?

Bunu çok güzel özetleyen bir terim vardır. Bu kavram; gerçekçi kabul edilen bir ortamda beliren büyülü, doğaüstü veya akla aykırı unsurların ortaya çıkmasını açıklayan “büyülü gerçekçilik” kavramı. Ben bu türü, Fransız-Sırp yönetmen Emir Kusturica ve özellikle onun 1998’de vizyona giren Kara Kedi, Ak Kedi / Chat noir, chat blanc filmiyle keşfettim. Bu film, benim projemin tetikleyicisi oldu. Bu aile çiftliğinde olabilecek büyülü potansiyelin farkına varmam onun sayesinde oldu. Birdenbire görüşüm değişti ve en küçük ayrıntı, nesne ve yer; korkunç derecede heyecan verici bir doğaüstü potansiyele sahip oluverdi. Hayal gücümü geliştirmek için seyahat etmem gerekmiyordu, ihtiyacım olan her şey elimin altındaydı.

Çekimlerinin gerçeklikle oynayan, can sıkıntısını bertaraf eden bir tarafı var. Fotoğrafların içine aldığı anları dondururken izleyiciye açtığı algı kapılarını da çeşitliyor. Gerçek ve fantastik öğelerin birlikteliği senin için ne ifade ediyor, bu kıvamın bir sırrı var mı? 

Bence olağan dışı ve fantastik olan, belgesel yapılabilecek durumlarla ince bir şekilde birleştirilmeye çalışılmalı. İzleyicide gerçek bir şüphe yaratmak fikri olmalı ki izleyici böylece artık gerçeği kurgudan ayırt edemez hâle gelmeli. Bir görüntü, az ya da çok kesin bir şekilde yansıtılsa bile (bazen taslaklar yapardım), kazaya ve öngörülemeyene yer bırakmak her zaman gereklidir.