Venedik günlükleri 3: Yarışma filmleri, yan bölümler ve ödül tahminleri

Yazı: Melikşah Altuntaş

80. Venedik Film Festivali’nde ödüller sahiplerini bulmadan önce yarışmanın iddialı filmleri hakkında kısa notlar ve tahminlerimizi paylaşmadan olmaz.

Oscar sezonu filmleri

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Venedik’te yarışmanın en ilgi çekici filmleri Oscar sezonunda da adını sıkça duyacağımız Amerika prodüksiyonları oldu. Teknik kategorilerde öne çıkması kaçınılmaz filmlerden Ferrari ve ana kategorilerde de iddialı olacağa benzeyen Poor Things’in ardından, Bradley Cooper’ın yönettiği ve başrolünü de Carey Mulligan ile paylaştığı Maestro da prömiyerini gerçekleştirdi. Dünyaca ünlü besteci Leonard Bernstein’in yükseliş dönemi ve inişli çıkışlı evliliğini odağına yerleştiren Maestro, yer yer dağılan anlatımı ve senaryosundaki boşluklara rağmen ilgiye değer bir reji başarısına sahip. Cooper ve Mulligan’ın Oscar adaylıkları ise kesin gibi. 

Selma’nın yönetmeni Ava DuVernay’nin uzun zamandır üzerinde çalıştığı Isabel Wilkerson’ın kurgu dışı bestseller’ı Caste’yi merkez alan doküdrama hissiyatlı tuhaf melodramı Origin de ödül sezonunda sıkça karşımıza çıkacak filmlerden. Didaktik tonu bir hayli ağır basan ve yer yer bir sesli kitap hissi veren anlatımıyla izleyicisini, ele aldığı meselenin de tam da hakkını veremeyen bir konferansa hapseden film, En İyi Kadın Oyuncu kategorisi başta olmak üzere birkaç dalda daha Oscar adayı olacak gibi görünüyor.

Sofia Coppola’nın merakla beklenen son filmi Priscilla da yolunu gözlediğimiz filmlerden bir başka hayal kırıklığıydı. Efsanevi müzisyen Elvis Presley’nin eski eşi Priscilla Presley’nin hikâyesini merkeze alan ve kendisinin de yapımcılar arasında yer aldığı film, iki boyutlu senaryosu ve Coppola’nın incelikli dünyası için fazla yavan diliyle pek güçlü bir his yaratmayan ısmarlama bir işe benziyor. 

David Fincher’ın bir kez daha Netflix yapımcılığında çektiği son filmi The Killer ise ödül sezonunda özellikle ses, kurgu ve görüntü yönetimi kategorilerinde öne çıkabilecek işçiliğiyle dikkat çeken ve Fincher’ın Panic Room gibi daha teknik taraflara yaslanan aksiyonlarını andıran bir seyirlik. Tıpkı Netflix’te açılan bir önceki filmi Mank gibi incelikli ses tasarımı ve müzik kullanımı için kesinlikle perdede görülmeyi hak eden The Killer, Türkiye’de yine küçük ekrana hapsolacak gibi görünüyor. Fincher’ın filmleri yeniden beyazperdeye dönmeden nitelikleri de Netflix algoritmalarına hapsolacak gibi sanki.

Türkiye sinemasından iki prömiyer

Ana Yarışma heyecanı süredursun bu yıl festivalin yan bölümü Orizzonti’de yer alan iki yerli filmin prömiyeri de 2-4 Eylül tarihlerinde gerçekleşti. Her ikisi de Türkiye prömiyerini önümüzdeki ay Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gerçekleştirecek olan iki filmden Yurt, Nehir Tuna’nın imzasını taşıyan bir ilk film.

İzleyicisini 90’ların ikinci yarısına, siyasal İslam ile sekülerizm çatışmasının zirve dönemlerinden birine götürerek dönemin baskıcı ve tarikat yurtlarından birinde babasının istediği gibi bir erkek çocuğu olabilme savaşına ortak eden Yurt, el attığı çok sayıda ve birbirinden önemli meselenin her birini uzun uzadıya açıp tartışmaktansa bunları baş karakterine değdiği kadarıyla fonda tutup ilerlemeye çalışıyor ve tam da bu yüzden yer yer odağını kaybediyor. Özenli görüntü yönetimi ve başrol oyuncularının (özellikle Hakan rolündeki Can Bartu Arslan) başarılı performanslarıyla öne çıkan film, Venedik’te uzun alkış süresiyle izleyicinin kalbini kazanmış gibi görünüyordu. 

İlk filmi İki Şafak Arasında ile başarılı bir çıkış yakalayan Selman Nacar’ın yeni filmi Tereddüt Çizgisi ise Orizzonti’de prömiyer yapıp olumlu eleştiriler ve yüksek izleyici reaksiyonu alan bir diğer yerli filmdi. Uşak’ı mesken tutan film, komadaki annesiyle ilgili kritik bir karar almak durumunda kalan ve diğer yandan duruşması görülecek zorlu bir cinayet davasında sanığın beraati için uğraşan bir avukatın gergin hikâyesine odaklanıyor. İzleyicisini baştan sona merak ve şüphe ile örülü bir öyküyle karşılarken, bir şeyleri geride bırakabilme duygusunun zorluğuna dair cesur bir tavır takınan film, güçlü baş karakteriyle öne çıkıyor.

Dünya sinemasında ne var ne yok?

Bu yılki programın öne çıkan isimlerinden biri de son işi Drive My Car’la Oscar dâhil pek çok ödül ve övgü toplayan Ryusuke Hamaguchi’nin yeni filmi Evil Does Not Exist’ti. Doğa ile her gün onu tahrip ederek ihtiyacından fazlasına kavuşmaya çalışan insanlığın çatışmasını merkez alan sade bir öykü anlatan Hamaguchi, tüm dünyada elde ettiği başarı ve görkemli çıkışın bir tık altında kalsa da güçlü bir sinema duygusuna sahip bir filmle daha yarışmada yerini aldı.

Gomorrah ve Dogman gibi filmleriyle ödül ve övgüye boğulan Matteo Garrone’nin son filmi Io Capitano, yarışmanın mülteci sorununa odaklanan iki filminden biri. Reji başarısını bir yana bırakırsak Garrone’nin ele aldığı hassas konunun hakkını veremeyecek kadar hesaplı tavrının biraz sinir bozduğunu söylemek zorundayım. Benzer bir temaya sahip, usta yönetmen Agnieszka Holland imzalı Green Border ise mülteci meselesine yaklaşım konusunda soğukkanlılığını koruyamayan ancak söylemeye çalıştığı şeyleri daha net bir biçimde ortaya koyan bir film. 

Yarışmanın bu yılki en başarılı filmlerinden Woman of… ise daha önce Body ve Mug gibi epey başarılı filmlerini izlediğimiz Polonyalı yönetmen ikilisi Malgorzata Szumowska ile Michal Englert’in yazıp yönettiği ve bedeniyle uyumlanma mücadelesi veren kahramanının hikayesini etkileyici bir sinema diliyle karşımıza getiren, özel bir film. Başroldeki Malgorzata Hajewska’nın festivalden oyuncu ödülü beklediğim muazzam performansı ve Cold War’dan tanıdığımız Joanna Kulig’in onunla eşdeğerdeki etkileyici oyunu için bile görülmeye değer bir film.

Nevi şahsına münhasır filmleriyle tanıdığımız Bertrand Bonello’nun geçtiğimiz Cannes Film Festivali ana yarışmasından ret aldıktan sonra Venedik’in en beğenilen filmlerinden birine dönüşen tuhaf dönem bilim-kurgusu The Beast ise Henry James’in klasikleşmiş metni Ormandaki Canavar’ın özgün, karmaşık ve bir o kadar da çarpıcı bir uyarlaması. Dönemler arasında gidip gelen zorlu senaryosunun hakkını veren rejisiyle Bonello çağımızın en takdire şayan delilerinden biri olduğunu yeniden kanıtlıyor.