Halüsinatif bir inkâr epiği: Queer
Yazı: Melikşah Altuntaş
Geçtiğimiz yıl ABD’deki senarist ve oyuncu sendikalarının sürdürdüğü grev nedeniyle Venedik Film Festivali’nin açılış filmi olarak belirlenmesine rağmen prömiyerini gerçekleştiremeyen Challengers filmini birkaç ay önce sinema salonlarında izlediğimiz Luca Guadagnino’nun, aynı yıl içinde karşımıza çıkan yeni filmi Queer; kesinlikle herkese göre olmayan, seveni kadar nefret edeni de bol olacak ancak 2024’ün sinema olaylarından birine dönüşmesi de kaçınılmaz bir potansiyel klasik.
Beat kuşağının kült yazarlarından William Burroughs‘un aynı adlı klasik romanından beyazperdeye uyarlanan film, romanın kıvrak dili ve zengin hayal gücünden önemli ölçüde nasibini almış durumda. Guadagnino‘nun Challengers’ta olduğu gibi bir kez daha Justin Kuritzkes’e teslim ettiği senaryo, romanın hemen her türlü inceliğini beyaz perdeye taşırken yönetmeninin artık hepten imzasına dönüşmüş görsel ve işitsel atmosfer yaratma becerisi de Queer’i unutulmaz bir sinema tecrübesine dönüştürüyor.
Kendinden kaçma macerasında soluğu Meksika’da almış nevi şahsına münhasır baş karakteri Lee’nin müdavimi olduğu barda birbiri ardına ava çıktığı günleri ve geceleri takip eden film, Lee’nin yolunun Allerton’la kesişmesi sonrasında yaşananlara odaklanıyor.

Daniel Craig’in tüm umutsuzluğu, boşvermişliği ve kendinden vazgeçmişliğini büyük bir başarıyla bedene getirdiği Lee’nin epik bir inkâr yolculuğuna dönüşen hikâye, baş karakterinin zaaflarını ortaya koyarken onu izleyicisine hiçbir şekilde yargılatmamanın bir yolunu bulmayı beceriyor. Lee’nin kendine kurduğu maket dünyanın hacmi, gerçeküstü tecrübelerle daraldıkça biz izleyiciler de bu müptezelin varoluş sancısını onunla birlikte soluk alıp vererek deneyimleme fırsatı buluyoruz âdeta.
Bu noktada yönetmen Guadagnino‘nun çoğu filminde yaptığı şekilde gerçek mekânlar kullanmak yerine bizi tamamen stüdyo gerçekliğine hapsetmesi de sürpriz değil. Lee’nin karanlık fantezilerini gerçekçi mekânlarla desteklemektense, tıpkı onun kendine yaptığı gibi plastik bir dünya inşa etmek Guadagnino’nun marifetli yönetmenlik tercihlerinden biri. Guadagnino benzer şekilde hem müzik tercihleri hem de ses tasarımıyla Lee’nin bu “üretilmiş” dünyasını genişletmeyi de ihmal etmiyor.

William Burroughs’un metnindeki halüsinatif gerçekliği de filmin ikinci yarısında fiziksel bir boyuta taşıyan ve böylelikle kalkıştığı cesur uyarlamanın hakkını da veren Guadagnino, tüm anlatının soyut bir çözümlemeye vardığı final bloğunda da Lynch-vari bir atmosfer kurarak yönetmenlik paletindeki çeşitliliği ortaya koyuyor.
Call Me By Your Name ve Suspiria gibi neredeyse dahiyane uyarlamalarla cüretini fazlasıyla karşılayan yönetmenin, Venedik prömiyerindeki alkış seremonisinde Queer galasını şereflendiren ustası Pedro Almodóvar’ın elini öpmesi de onun samimi duygu dünyasının bir başka tezahürü. Dünyanın çeşitli coğrafyalarındaki lubunyaların yalnızlık hissini hafifletip, onların sanatsal üretim ve tüketimlerini genişleten bu iki ustanın birbirine gösterdiği saygı ve itibar, filmleriyle birbirine yaklaşma cesareti yarattıkları tüm kuirlere de dünyanın geldiği bu karanlık noktada umut tohumları filizlendirmeye devam ediyor.