Barbara Loden’ın sonu olmayan yolculuğu: Wanda

Yazı: Murat Can Kabagöz

1960’ların ikinci yarısında başlayıp, 1980’lerin başına kadar süren New Hollywood dönemi boyunca Amerikan sineması, muhafazakâr anlayışından kurtuldu; sanatsal değeri olan filmlerin de yapımcılara para kazandırabileceği anlaşıldı. Daha önce gösterilmesi mümkün olmayan hikâye ve karakterlerin, hayatın bir parçası olduğu kabul edildi. İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalgası’nın bariz etkisiyle şekillenen New Hollywood filmlerinin amacı, başlangıçta basitti: Gerçekçi hikâyeleri gerçekçi bir şekilde anlatmak ve zamanın ruhunu yansıtmak. Örneğin kadınlar sabahları, saçları yapılı ve makyajlı olarak uyanmamalı veya erkekler sinekkaydı tıraşlı olarak yoğun bakımda yatmamalıydı. 

Zamanın ruhu ise devrimciydi. 1967’de ABD’nin Siyah mahallelerinde başlayan isyanları, Mayıs 1968’de Paris’te başlayan öğrenci ve işçi eylemleri takip etti. Vietnam Savaşı’nı protesto eden ABD’li üniversite öğrencileri; cinsel devrim, feminizm ve psikedelik alt-kültürün etkisiyle sisteme hem politik hem de kültürel bir alternatif sunma çabasındaydı. Zaten New Hollywood’un ilk dönemi, söz gelimi The Trip (Roger Corman, 1967) ve Easy Rider (Dennis Hopper, 1969), psikedelik kültürün sinemadaki tezahürüydü.

Kadın-erkek ilişkileri, şiddet ve politika keskin bir şekilde yer aldı New Hollywood filmlerinde. Ancak değişim o kadar da radikal değildi çünkü bazı filmlerde, geleneksel cinsiyet rollerinin dışına çıkan kadın karakterler yer alsa da kadın yönetmen sayısı hâlâ çok azdı. Dönemin az sayıdaki kadın yönetmenlerinden biri Barbara Loden. Hayat hikâyesi Marilyn Monroe’yu andıran Loden, pin-up kızı olarak başladığı kariyerine oyuncu olarak devam etti, 1970’te ise artık bir yönetmendi. 

Barbara Loden hakkında epey az bilgiye vâkıfız. Ulaşabildiğimiz kaynaklardan biri de Nathalie Léger’in yazdığı Barbara Loden’ın Yaşamına Ek. 2012’de Livre Inter Ödülü’ne uzanan bu kitap, Orçun Türkay çevirisi ve Harfa Yayınları etiketiyle yakın zamanda Türkçede de yayımlandı. Çeşitli yazar ve yönetmenlerin tanıklıklarıyla zenginleşen kitap, hem Loden’ın hayatına hem de yönettiği ilk ve tek film olan; senaristliği ve başrol oyunculuğunu da üstlendiği “feminist başyapıt” Wanda’ya odaklanıyor. 

Hikâye Wanda’nın, kömür madenciliğiyle geçinen bir kasabada, eşi ve iki çocuğuyla kurduğu hayatı reddetmesiyle başlıyor. Wanda önce kız kardeşinde kalıyor ama eniştesi bu durumdan memnun olmadığı için bu ziyaret çok kısa sürüyor. Bundan sonra Wanda’yı parasız, amaçsız ve umutsuz bir şekilde yollarda görüyoruz. Gidecek bir yeri olan herkes hızlı hızlı yürürken, Wanda sallana sallana, yavaşça yürüyor.  

Tesadüfen tanıştığı Mr. Dennis ile birlikte küçük hırsızlıklar yapıp, sürekli yolculuk hâlinde yaşamaya başlıyor sonra. Bu durum, tabii ki Arthur Penn’in Bonnie and Clyde (1967) filmini akla getiriyor ama Wanda’nın hikâyesi, Bonnie and Clyde’ın ters yüz edilmiş hâli olabilir ancak. Bonnie’nin aksine Wanda zayıf, yetersiz olduğunu kabul etmiş bir karakter ve istediği için değil; mecbur olduğu için suç işliyor. Zayıf ve yetersiz olduğunu kabul etmesi, Wanda’nın kendini toplumsal normların bakış açısından değerlendirdiğini gösteriyor. Bu bakışı içselleştirmiş; kadının eş, anne ve ev hanımı olabileceğine inanan hâkim görüşe ikna olmuş ama bu role layık olmadığını anlamış Wanda. Sonra da başarısızlığını bir silah olarak kullanmış. “Madem ki yetersizim, bensiz de idare edebilirsiniz.” demiş âdeta. Mr. Dennis ise Clyde gibi yakışıklı ve neşeli değil; herhâlde meslek icabı, herkese soğuk davranıyor, Wanda’yı da pek insan yerine koymuyor. Ancak zamanla birbirlerine biraz alıştıklarını da söylemek mümkün.

İnsanların, saygın görünenlerden şüphelenmediğini düşündüğü için takım elbiseyle geziyor Mr. Dennis. Wanda’nın da aynı nedenlerden ama sanki zihnindeki ideal kadın imajına bürünmesi için de saygın giyinmesini istiyor. Pantolon yok, makyaj yok, bigudi yok; sadece elbise giyilecek, saçlar mazbut bir şekilde yapılacak. Kişiliğini görmezden geldiğini, belki de yok etmek istediğini fark ettiği her an Mr. Dennis’in yanından ayrılmak istiyor Wanda ama gidecek bir yeri olmadığı için boyun eğiyor; sonra bir aksilik oluyor, Wanda yine başladığı yere dönüyor. Parasız, amaçsız ve umutsuz bir şekilde, bir barda bir nevi konsomatrislik yaparken görüyoruz onu. Wanda için bir son değil bu ama filmin sonu.

“Bağımsız olmaya ve kendi yolumu yaratmaya çalıştım. Yoksa Wanda gibi olurdum, hayatım boyunca öylece süzülürdüm,” demiş Barbara Loden. Wanda, bir kadının kendini tanıma ve özgürleşme hikâyesi olarak okunabilir ama ne istediğini değil, sadece ne istemediğini bilen bir kadının. Loden’la canlandırdığı karakter arasındaki başlıca fark da bu olmalı. Kate ve Laura Mulleavy ikilisi de bu farka işaret ediyor nitekim:

“Wanda kayboldu. Peki o ne istiyor? Neden istediğini elde edemiyor? Onu geride tutan ne? Bunlar, bir hikâyenin kahramanına sormanın önemli olduğuna inandığımız sorular. Ancak bu filmin her karesindeki sorular daha derin bir yerden varoluşsal. Wanda kim olduğunu bilmek istiyor. ‘Ben kimim?’ sorusu, sinemanın kadınları için çığır açıcıydı.” Hem sorduğu “Ben kimim?” sorusuyla hem de onu cevaplayabilmek için yola çıkan kahramanıyla çığır açan Wanda erkek yönetmenleri de etkiliyor elbette. Hatta o dönemde kadın yönetmen sayısı az olduğu için Wanda’nın New Hollywood üzerindeki etkisinin mecburen erkek yönetmenler aracılığıyla şekillendiğini söylemek mümkün. Bu da Barbara Loden’ın kaleyi içten fethettiği anlamına geliyor.

Filmin ekonomik bir dili ve ham bir estetiği var. Ekonomik derken kastettiğim, gereksiz ayrıntılara yer verilmemesi, sekansların hızlıca değişmesi. William Friedkin’in The French Connection (1971) filminden, Edgar Wright’ın ise bütün işlerinden aşina olduğumuz üslubu işaret ediyorum yani. Ham estetik derken kastettiğim ise Wanda’nın amatör bir belgesel gibi çekilmiş olması. Zaten filmin, dönemin belgesellerini de etkilemiş cinéma vérité anlayışıyla çekildiği biliniyor. Wanda hem bu anlayışla çekildiği hem de düşük bütçeli olduğu için Dogma 95 akımının bir arketipi olarak da düşünülebilir. Zira stüdyo dışında, gerçek mekânlarda çekilen bu filmde yapay ışıklandırma ve müzik kullanılmıyor. New Hollywood’un istisnaî örneklerinden biri olan Wanda çeşitli nedenlerle dönemin başka filmlerini de akla getiriyor:

Bonnie and Clyde (Arthur Penn, 1967)

Toplumsal cinsiyet normlarını benimsemediği anlaşılan Bonnie, yakışıklı kanun kaçağı Clyde’la tesadüfen tanışıyor. İkisi artık hem sevgili hem de iş veya suç ortağı. New Hollywood’a giriş filmlerinden biri olduğu için suçlular cezalandırılsa da sistemden kaçmayı bir alternatif olarak sunduğu ve o zamana kadar kullanılmayan şiddet sahneleri içerdiği için öncü bir film, bir klasik Bonnie and Clyde. Suçlu bir çiftin yollarda geçen hayatını anlattığı için Wanda’yla birlikte akla geliyor. Ama iki film izlendiğinde, baş karakterlerinin birbirine zıt kişilik özelliklerine sahip olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla Wanda, Bonnie and Clyde’ın antitezi bile sayılabilir.

The Rain People (Francis Ford Coppola, 1969)

Ailesini ve aile içindeki rolünü sorgulayan bir kadının, mevcut hayatından uzaklaşmak için yola çıkmasını konu alışından dolayı Wanda’yı hatırlatıyor The Rain People. Ama Wanda’dan bir yıl önce vizyona girdiğinden, onu etkilemiş olması da mümkün. Hamile olduğunu öğrenen Natalie, eşinden habersizce yolculuğa çıkıyor. Yolda ona telefon edip, hamile olduğunu ama biraz zamana ihtiyacı olduğunu söylüyor. Sonra eski bir futbolcu –evet, Amerikan futbolu– olan Jimmy the Killer ile tanışıp, yolculuğa onunla devam etmeyi seçiyor. Sonunda, işler umduğu gibi gitmiyor ancak belki de önemli olan, yolun nereye vardığı değil, yolculuğun kendisi.

Diary of a Mad Housewife (Frank Perry, 1970)

Cinsiyetine “uygun görülen” rolü reddeden bir kadın karakteri merkeze oturtması bakımından Wanda’yla ortaklık kurabilecek bir film. Tina, kendini beğenmiş ve sosyetede tanınmaya başlayan bir avukat olan Jonathan’la evli. Jonathan, Tina’nın yaptığı her şeyi eleştiriyor ve onu, çocuklarının önünde aşağılıyor. Tina ise başarılı ve sadist bir yazar olan George ile bir ilişkiye başlıyor. Tina’nın George’la olan ilişkisi de Wanda’nın Mr. Dennis’le olan ilişkisini akıllara getiriyor tabiî.

Harold and Maude (Hal Ashby, 1971)

Sıra dışı, kanun kaçağı olmasa da bizatihi varlığı suç olarak algılanabilecek bir çifti anlatıyor Harol and Maude. Zengin bir ailenin intihara meyilli 20 yaşındaki oğlu Harold’ın en büyük zevklerinden biri, tanımadığı insanların cenaze törenlerine gitmek. Aynı zevki paylaşan 79 yaşındaki Maude, bir cenaze töreninde Harold’la tanışıyor. Harold ve Maude arasında başlayan dostluk, zamanla sinema tarihinin en ilginç aşk hikâyelerinden birine evriliyor. Maude’un on yıllara yayılan kendini tanıma süreciyle de Wanda’ya benziyorr aslında.

The Panic in Needle Park (Jerry Shatzberg, 1971)

Ufak tefek hırsızlıklarla geçinen Bobby, uyuşturucu bağımlılarının mesken tuttuğu bir mahallede yaşayan tatlı bir serseri. Aynı zamanda bir eroin bağımlısı olan Bobby, bir arkadaşı aracılığıyla tanıştığı Helen’e âşık oluyor. Helen de onu seviyor hatta onu daha iyi anlayabilmek için eroin kullanmaya başlıyor. Kendi ahlak anlayışını yaratan bu ortamda Bobby ile Helen her gün biraz daha tükeniyor. Belgeselleri andıran estetiği, bu karanlık hikâyeyi daha da etkileyici kılıyor ve Wanda’nın dâhil olduğu cinéma vérité akımını işaret ediyor. Bir de not: Al Pacino’nun başrol oynadığı ilk film.

Badlands (Terrence Malick, 1973)

Kanun kaçağı bir çiftin yolculuğunu anlatan bir film daha. Babasıyla yaşadığı bir anlaşmazlığın cinayetle sonuçlanmasının ardından genç Holly’nin yolu, yaşlı ve asi Kit ile kesişiyor, böylece bir suç ve aşk hikâyesi başlıyor. Çift, suç işleyerek ve polisten kaçarak Montana’nın çorak topraklarına doğru yol alıyor.

Alice Doesn’t Live Here Anymore (Martin Scorsese, 1974)

Eşini geride bırakıp kendini aramak için yola çıkan Alice’in öyküsü. Ama Wanda’nın aksine onu terk etmiyor Alice; eşi bir iş kazasında öldükten sonra, oğlu Tommy ile birlikte, doğup büyüdüğü yer olan Monterey’e gitmek için yola çıkıyor. Amacı, evlendikten sonra bıraktığı şarkıcılık kariyerine geri dönmek. Ama Tucson, Arizona’da bir restoranda garsonluk yaparken David’le tanışınca işler değişiyor. 

Girlfriends (Claudia Weill, 1978)

Karakterinin yolculuğu bakımından Wanda’yı andırıyor ancak bu film, yollarda geçmiyor. Susan; Yahudi ailelerin bebeklerinin, düğünlerinin ve bar mitzvah törenlerinin fotoğraflarını çekerek geçinen bir fotoğrafçı. Arkadaşı Anne ile New York’ta bir daireyi paylaşan Susan, bir dergiye üç fotoğraf sattıktan sonra, nihayet kariyerinde ilerlemeye başladığını düşünüyor. Ama Anne evlenmek için evden ayrılınca, Susan da bir daha bir dergiye fotoğraf satamıyor. Bu bunalımlı dönemde Susan, evli ve çocuklu Haham Gold ile birlikte olmaya başlıyor. Sonunda, bir galeri sahibiyle tanışıyor ve gerçekten bir fotoğraf sanatçısı olma fırsatını yakalıyor. Ancak hem yeni sevgilisi Eric hem de Anne ile sorunlar yaşıyor. Çünkü Susan, Eric’in evine taşınmayı reddediyor; evlenip çocuk yapan Anne ise Susan’ın özgürlüğünü kıskanıyor.