Duygudurum: Weyes Blood - And In The Darkness, Hearts Aglow

Yazı: Seray Soylu

Noise’dan indie rock’a uzanan; müziğin dini yansımalarından ilham alan şarkıları ve gün geçtikçe renklenen görsel dünyasıyla ışıldayan Amerikalı şarkıcı, söz yazarı ve müzisyen Natalie Laura Mering, sahne adıyla Weyes Blood; beşinci stüdyo albümü And In The Darkness, Hearts Aglow’u yayımladı. Koleksiyon aslında, bir üçlemenin ikinci aşaması.

Mering’in, “Bir şeyin özünde olmaya dair kişisel bir yanıt” diye tanımladığı And In The Darkness, Hearts Aglow’un his haritasını çıkardık.

İlk koleksiyonu The Outside Room ile Weyes Blood’ın, indie çizgisinde akıp gideceğini sanarken soft rock ve deneysel pop arasında çarpışan fakat mutlaka barok esintilerle süslenen üretimleriyle özgün bir duruş kazandığını gözlemledik. Şimdiyse insanın kendi içindeki ışığa yabancılaşmasını anlatmak istiyor, hem de bir albüm üçlemesiyle. Aşina olduğumuz üslubunun aksine elektronik seslerle dolu, kendisinin tarifiyle “her şeyin yok olacağına dair alarm veren bir gözlem çalışması” olan Titanic Rising ile 2019’da başladı bu hikâye. Üçlemenin ilk albümünün kapağında ışık dolu bir denizaltı görseli var. And In The Darkness, Hearts Aglow’da ise ışık, Weyes Blood’ın içinde. Kutsal bir figürün tarihi tablosu gibi görünüyor. İçerikten bağımsız olarak, zaten dini müziklere tutkun biri Weyes Blood. Hatta müziğe dair en sevdiği şeyin kilise gibi mimari yapılarda şarkıların yankılanması olduğunu söylüyor bir röportajında.  

Sub Pop etiketli And In The Darkness, Hearts Aglow, oldukça kalabalık bir ekibin elinden geçmiş. Weyes Blood, prodüktör koltuğunu Grammy ödüllü Emily Lazar, Adele ile ortaklıklarından tanınan Rodaidh McDonald ve indie rock ikilisi Foxygen üyesi Jonathan Rado ile paylaşıyor. Müzisyenin diğer albümlerinden farklı olarak, bu kez barok esintiler daha yoğun. Mesela “And in The Darkness” sadece yaylıları dinlediğimiz bir geçiş parçası. “In Holy Flux” ise isminde taşıdığı “kutsal akış”ı belli belirsiz bir gürültü ve kiliseyi andıran koro sesiyle anlatıyor. 

Spiritüel ilhamlardan depresif gerçekliklere 

İlk şarkı “It’s Not Just Me, It’s Everybody”, kümülatif bir yabancılaşmanın çağrısı. Hem kendimize hem birbirimize karşı görünmez oluşumuzu sakin sakin anlatıyor. Sonlara doğru vokal de davulla beraber gürültülü bir kırılım yaşıyor. Piyano eşliğinde başlayan “Children of the Empire”, özgür olamayan, bir labirente sıkışan çoğunluğun tutsaklığını anlatıyor. İlk şarkıyı tamamlayan davulların yanında daha tiz klavye titreşimlerine rastlıyor ve albüm boyunca eşlik edecek korolarla tanışıyoruz. “Grapevine” daha akustik bir tarafta. Üçlemenin elektronik ritimli pencerelerine açılan “God Turn Me Into a Flower” ise Weyes Blood’ın kişisel bir ayini gibi. Sonda duyulan kuş sesleri, herhangi bir dinin cennet tasvirine dokunuyor sanki. Spiritüel ilhamı, inanan ve inanmayan herkesi kucaklayacak kadar evrensel ve sınırsız. 

And In The Darkness, Hearts Aglow’da şarkıların ortak bir zemininin olması bir yandan anlatıyı güçlendirse de yer yer rutin ve sıkıcı bir hâl alabiliyor. Sıra dışı bir deneyim sunmaktan yoksun fakat Weyes Blood öyle bir vaat veriyor mu, emin de olamıyoruz. Buna rağmen “Twin Flame” farklı bir şarkı olarak görülebilir. İnişli çıkışlı bir akış eşliğinde, değiştirdiğimiz kılıklardan ve acıdan çok daha fazlası olduğumuzu vurguluyor. Müzisyen, “herkes sahip olduğunu sandıklarını kaybettiği için üzgün” gibi koskocaman, ağır cümleleri söylemek için albümün en neşeli şarkısını seçmiş: “The Worst Is Done”. Değişimleri, kaybolan sesleri ve pişmanlıkları kanata kanata işlerken dinleyeni dansa kaldırıyor, yenilgilere alkış tutuyor. Terapiyi andıran bu acı ve neşe dolu kişisel farkındalık seansı, garip bir şekilde sonsuz aşktan bahsederek bitiyor. Her şeyin bir noktada bu deli dolu taşkınlığa varmasını anlatmak istiyor gibi Weyes Blood. 

Sıra dışı bir kadraj

Albümün ilk şarkısı “It’s Not Just Me, It’s Everybody”, kanlı bir düğün gibi acı ve neşe dolu bir hikâyeye sahip. Charlotte Ercoli yönetmenliğinde çekilen klibi, Blood’a zorbalık yapan yaşlı bir kadın sesiyle açılıyor. Retro kostümler ve mekân, ezbere bildiğimiz bir geçmişi dürterken aniden, kaşları çattıran ölü bedenleri görüyoruz. Rick Farin imzalı “Grapevine” klibi ise bütünlüklü bir öyküye sahip olmasa da karakterini yine başka bir evrende mücadeleye çağırıyor. And In The Darkness, Hearts Aglow, görsel penceresini her seferinde fantastik evrenlere aralıyor yani. Şarkıların naifliğinden uzak, ani virajlarla dolu klipler izliyoruz. 

Üçlemenin ilk bölümündeki yok olma çağrısından sonra, gürültülü yıkımlara rağmen kendi içindeki çatlaklardan sızan ışığa odaklanıyor And In The Darkness, Hearts Aglow. Şaşırtıcı bir akışı olmasa da klasik bir romanda altını çizdiğimiz cümleler gibi her an dönüp bakmak isteyebiliriz.