Konuşan sessizlikler: When The Light Breaks
Yazı: Meltem Demiraran
Bu yıl dünyanın farklı yerlerindeki festivallerden yedi farklı ödülle dönen ve Cannes’da Un Certain Regard / Belirli Bir Bakış bölümünü açarak sinema dünyasında fırtınalar estiren Ljósbrot / When the Light Breaks / Gün Doğarken, Filmekimi kapsamında İstanbul seyircisiyle buluştu. İzlanda’nın soğuk ama bir o kadar da büyüleyici atmosferinde geçen film, yönetmen Rúnar Rúnarsson’un duygusal derinlik ve görsel zarafetle ördüğü bir başyapıt. Gelin birlikte bakalım bu hüzünlü ama büyüleyici hikâye bizi nasıl darmaduman etmiş?
*Bu yazı, When the Light Breaks filmini henüz izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler
Filmin adı Gün Doğarken olarak çevrilmiş olmasına rağmen aslında orijinal adı “ışık kırılması / refraksiyon” anlamına geliyor. Filmin açılışı ve kapanışını görenler de oldukça mantıklı bir isim olduğunu düşünecektir bana kalırsa.
Zaman dilimi ve mekân
Bir gün batımından diğer gün batımına kadar olan 24 saate odaklanıyoruz filmin 82 dakikalık akışı boyunca. İzlanda’nın meşhur bitmek bilmeyen yaz gecelerinden birinde, ışığın hiç tam olarak kaybolmadığı saatlerdeyiz. Ancak bu aydınlık sizi aldatmasın. Çünkü film ilerledikçe ışık değil, üzerinize ağır bir yas çöküyor.
Konu nedir?
Şöyle düşünün: Gizli bir ilişkiniz var, her şey yoğun, gelecek umut dolu görünüyor -ta ki bir anda her şey altüst olana kadar.
Diddi, resmî kız arkadaşından yarın ayrılacağını açıklıyor. Fakat o “yarın” hiç gelmiyor çünkü Diddi İzlanda için oldukça büyük çaplı, trajik bir kazada hayatını kaybediyor.
When the Light Breaks işte bu çıkmazda dönüyor. Hikâye, aşkını kaybeden Una’nın yaşadığı sessiz acıya odaklanıyor. Gizli ilişkisi yüzünden yaşadığı yas bile bir sır olarak kalmak zorunda. Tüm bu duygusal belirsizlik içinde Klara ortaya çıkıyor, Diddi’nin gerçekte neler yaşadığından habersiz. İki kadın, aynı adamın yasını tutarken garip bir bağ kuruyor; ancak düpedüz farklı dünyalarda.
İlk intiba?
Ani bir kaybın getirdiği karmaşık duyguları evrensel bir hikâye üzerinden izliyoruz. When the Light Breaks, kaybın yaşandığı o tek ânı alıp, bu acı dolu ânı genişleterek bize çelişkili duyguların bir gün içinde nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Gülmekle ağlamak arasındaki o ince sınır neredeyse siliniyor; küçük mutluluklar ve büyük acılar yan yana, birbirine karışarak ilerliyor. Sanki birini hissederken diğerinin gölgesi sürekli üzerinizde.
Baş karakterimiz Una, Diddi’den önce yalnızca dedesinin ölümünü gördüğünden bahsediyor fakat hemen ardından genç yaştaki birini kaybetmenin, bunun çok daha farklı ve derin bir deneyim olduğunu söylüyor. Ona katılmamak elde değil. Çünkü genç yaşta birini kaybettiğinizde, etrafınızdaki insanların “Yazık, daha yaşayacak çok şeyi vardı” gibi yüzeysel tesellileri bir anlam ifade etmez. Belki aranızda genç yaştaki dostlarını kaybedenleriniz vardır; bu nedenle de bilirsiniz ki kayıpların asıl ağırlığı, artık o kişiyle bir daha hiçbir şeyi paylaşamayacak olmanın getirdiği yüktür.
Bir kaybın acısı sadece yitirilenin hayatıyla sınırlı değildir. Aslında, onunla birlikte sizin hayatınızdan da bir parça kaybolmuştur. Dostunuzu yitirdiğinizde, yasını tuttuğunuz şey yalnızca onun geleceği değil; aynı zamanda sizden alınan anılar, planlar, kahkahalar ve paylaşılan hayatın kendisidir. Yani bir anlamda, onu kaybettiğiniz kadar kendinize de üzülürsünüz.

En çok neyi sevdin?
Filmin müziklerini ve sinematografisini.
Jóhann Jóhannsson’un yas temasını pekiştiren müthiş ağıtı eşlik ediyor filme. Her nota sanki kalbinizin üzerine bir parça yük daha bırakıyor gibi. Hem nefret edip hem de sevebilmek mümkün mü? Eh, hâl böyle olunca kesinlikle mümkün. Müziği dinlerken kendinizi hem kaybolmuş hissediyorsunuz hem de her şeyin ortasında… Tıpkı Una gibi. Sevdiğinizi yitirmişsiniz ama yasını tutacak cesaretiniz bile yok.
Filmin sadece müziği değil, sinematografisi de yasın ağırlığını daha da pekiştiriyor. İzlanda’nın soğuk ve geniş manzaraları Una’nın içsel yalnızlığını yansıtıyor, her karede bir kaybolmuşluk hissi yaratıyor. Gölge ve ışık oyunları seyirciyi hem bu dünyada hem de başka bir boyutta hissettiriyor, tıpkı kaybın o gerçeküstü anları gibi. Gözünüz manzarada ama ruhunuz da fırtınada.
Karakterlere dair neler söyleyebilirsin?
Klara’nın saf acısı ve Una’nın bastırılmış yasını aynı karede görmek, seyirciye iki kadının farklı dünyalardan gelip aynı kaybı nasıl farklı yaşadıklarını çarpıcı bir şekilde hissettiriyor. Birinin feryatları duyulurken, diğerinin sessiz çığlıkları seyircinin aklına kazınıyor.
Diddi’nin sırlarını kime vereceğini iyi bildiğini ve dengeyi kimin sağlayacağına dair öngörüsünün doğru çıktığını da görüyoruz üstelik. Gunni hem sırların baki kalmasını hem de yasın dinamiklerini Diddi’nin güvenini boşa çıkarmayacak şekilde yönetiyor.

En az neyi sevdin?
Dürüst olmak gerekirse, filmin beni yumuşak karnımdan yakalamasını.
Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?
Tek bir soru sormak yetmezdi doğrusu. Rúnarsson ile oturup, çeşitli duyguların ve anların içine nasıl bu kadar ustaca nüfuz edebildiğini, bu duygusal kırılmaları ve hayatın o kısa ama yoğun anlarını nasıl fragmanlar hâlinde beyaz perdeye böyle incelikle işleyebildiğini uzun uzun konuşmak isterdim. Özellikle de bu anları anlatırken, seyirciyi nasıl derin bir sessizlikle baş başa bıraktığını. Çünkü filmde kelimeler kadar, hatta belki daha fazla, sessizlikler konuşuyor. Bir de Joachim Trier’e dair düşüncelerini duymak isterdim sanırım.