Yaşadıkları ve yaşattıklarıyla Yıldız Kenter: Caniko üzerine

yazı: seray soylu

Caniko; büründüğü rolleri gerçeklikle kanatlandıran şairane oyuncu, Türkiye tiyatrosunun kutup yıldızı Yıldız Kenter’in yaşamını anlatıyor. Haldun Dormen, Metin Akpınar, Leyla Gencer gibilerine dair anlaşılır ve sade belgeselleriyle tanınan Selçuk Metin yönetmenliğinde çekilen ve 21. Filmekimi kapsamında izlediğimiz Caniko; Yıldız Kenter’in Kenter Tiyatrosu’ndaki öğrencileri, arkadaşları, torunu ve geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden kızı Leyla Tepedelen’in hatıralarıyla süsleniyor. 

Film estetik bir görsel anlatının peşinde değil, hatta olabildiğince sıradan bir belgesel formuyla şekillenmiş. Kronolojik ilerliyor ve yalnızca içeriğe yani Yıldız Kenter’in hayat hikâyesine odaklanıyor. İçeriğin şahaneliği, estetik boşluğun yerini dolduruyor gibi. Salondan çıkarken çok kıvamlı bir sohbetin parçası olduğunun farkında ve hâlinden memnun hissettiriyor izleyiciye. Aslında belgesel formu, konu edindiği kişinin karakteristik özelliklerini taşıdığında anısını yaşatmakla kalmıyor, aynı zamanda çoğaltıyor. 

caniko

Ailevi çatışmalarını, yaşadığı maddi zorlukları, babasının nasıl küçük Yıldız’ı gizlice konservatuara yazdırdığını röportajlar ve Ayça Bingöl’ün seslendirmesiyle dinledikten sonra Kent Oyuncuları’nın ve Kenter Tiyatrosu’nun öyküsünü dinlemeye başlıyoruz. Yıldız Kenter’in hayatından bahsetmek, Türkiye tiyatrosunun da tarihini aydınlatıyor aslında.  Kendisi, kocaman bir yıldız gibi ulaşılmaz olmayı tercih etmemiş, her öğrencisine mutlaka ışıltısından serpiştirmiş. Yıldız Kenter’in hayatına girenlerin ne kadar “caniko” oldukları değişebilir ama hepsi onun yeteneği ve disiplini ile kendi duruşlarını keşfetmiş diyebiliriz.

Caniko belgeselinin en güzel yanı Yıldız Kenter’in ikonik anlarını hayatına giren insanlardan dinlemek. Mükemmeliyetçiliği -gösterim sırasında oyunu durdurması-, sağlığına gösterdiği hassasiyet -her yemekten sonra mutlaka 40 adım atması-, hedefini gerçekleştirmek adına her zaman mücadele etmesi -elektrikleri açtırmak için dönemin enerji bakanını araması- gibi nüansları birinci ağızdan dinlemek; öylece biyografi dinleme deneyimini, hayran olunan biriyle tanışma hissine bırakıyor. 

Yaşanmışlıklar, duygusal bir zemin hazırlamak için oldukça yeterli olsa da belgeseldeki müzik hiç eksilmiyor ve hâliyle gerçeklikten uzaklaştırıyor. Diğer yandan konukların -özellikle Kent Oyuncuları’nın- Kenter Tiyatrosu’nu gezerek kaçamaklarını anlatması,mekânla izleyiciyi tanıştırarak geçmiş hikâyeleri somut kılıyor aslında. Belgeselde Yıldız Kenter’in katıldığı eski programları ve röportajları da izliyoruz. Onu kendi ağzından dinlemek de izleyicinin kafasındaki boşlukları doldurmaya yardımcı oluyor. 

Türkiye’deki bir sanatçının öyküsünden bahsederken politika konuşmamak imkânsız elbette. 60 ve 80 darbelerini yaşamış, darbe sonrası Türkiye’deki otoriter yönetimi deneyimlemiş ve bu şartlarda sanat üretimini sürdürmeyi hedeflemiş Yıldız Kenter, zaman zaman “yeterince politik olmamak” üzerinden eleştirilse de hiçbir zaman toplumcu sanat anlayışını benimsemediğini, sanatın zaten kendi doğasında politik olduğunu belirtiyor belgeselde. “Hep duman hep duman canikom hiç ateş yok” diyerek, nasıl oyunda esas tutkuyu arıyorsa hayatta da aynı gerçekliği arıyor Yıldız Kenter. Menderes döneminde rütbeli devlet insanları önünde adını anmanın bile cezalandırıldığı Nazım Hikmet’ten şiir okuyor, her ne olursa olsun oyunu bitirmiyor, perdeyi de kapatmıyor.

caniko

Caniko, yalnızca yaşanmışlıklara odaklanmıyor, sanatçının dünyasını parça parça konuşuyor. Sahnede fenalaştığını dinlerken korkuyoruz, bedenine nasıl hassas baktığını dinlerken şaşırıyoruz, öğrencisine “Canikom yahu!” diye çıkışırken gülüyoruz, politik olarak çalkantılı bir dönemde duruşunu izledikçe ilham alıyoruz. Biyografi, öznenin ne yaşadığından öte ne yaşattığıyla yeşillenen bir tür aslında. Caniko da Yıldız Kenter gibi kocaman, ışıltılı, sevgi dolu, güçlü, tutkulu bir sanatçının hayatını, izleyicinin his haritasında kaybolmasını sağlayarak anlatıyor. Tıpkı Yıldız Kenter’in bize yaşattığı gibi.