Lanthimos'un üç kollu canavarı: Kinds of Kindness
Yazı: Esin Çalışkan
Yorgos Lanthimos, bir kasırga etkisi yaratan Poor Things‘in ardından perdeye, yine kendine has dünyasından nasibini alan ve dikkati üzerine toplayan yeni filmi Kinds of Kindness ile döndü. Kimi Lanthimos müdavimi kimi yeni oyunculardan oluşan filmin kadrosunda Emma Stone, Jesse Plemons, Willem Dafoe, Margaret Qualley, Hong Chau, Joe Alwyn ve Mamoudou Athie var. Ekip, bu tekinsiz masala eşlik etmenin zorluklarını senaryonun geldiği ilk andan itibaren ustalıkla göğüslüyor. Türkiye prömiyerini yaptığı İKSV Galaları’nda izlediğimiz filmin senaryo kredileri de Lanthimos’un eski ortağı Efthimis Filippou’ya yazılıyor.
İlk izlenim?
Kabul edelim, birçoğumuzun Lanthimos sinemasıyla haşır neşir olmasının, yönetmenin yarattığı süksenin cazibesi bir tarafa kabaca insan olmanın karşılığını ve bu yolla hayatın tuhaflıklarını gösterişindeki bilinmezlik şeklinde özetlenebilecek baskın bir nedeni var. Bu tür tuhaflıkları nerede bulduysa yakalayan seyirci için klasik anlamda sinemanın kodlarına uymayan böyle bir işin çıkması evet, kesinlikle heyecan verici. Açıkçası, Kinds of Kindness üç kollu tuhaf bir canavar. Öncelikle hikâye anlamında, çünkü film 45-55 dakikalık süreye sahip birbirinden farklı üç anlatıyı birleştiriyor. Bunların başı ya da sonuyla, birbirleriyle bir bağı yok. Yaratıcısının beklentileri onun asıl hamuru olsa da bir noktada işler karanlıklaşıyor ve bu acayip masaldaki canavar(lar), Lanthimos’u Lanthimos yapan eksiksiz hikâye anlatma yeteneğine bir miktar ket vurup, onu basitleştirme ihtimalini de doğuruyor.
Diğer izlenimle ve film(ler)in konusu
Kinds of Kindness az önce dediğim gibi “The Death of R.M.F.”, “R.M.F. is Flying,” ve “R.M.F. Eats a Sandwich.” olmak üzere; R,M,F harflerinin belirttiği küçük bir yaka işlemesi referansı dışında birbiriyle bağı bulunmayan üç ayrı bölüme ayrılıyor.
İlk bölümde işlenen konu, yani bir iş insanının patronunun kontrolünde yaşadığı özel hayatında sınırlarını zorlaması sanki başka bir çağın derdi gibi görünse de dün izlediğim bir TikTok videosunu hatırlatıyor. Çoğunluğu beyaz yaka şirket çalışanları, “işine geç kaldın sayılmak için SENCE kaç dakika geçmeli” sorusunu cevaplıyor. İki tanesi “zamanında ordaysan geç kaldın” diyor. Patronlar içimize demir atmış, acıyor. Dolayısıyla bu bölümdeki sancılı ayrılık sürecini bu kadar gerçek kılan ve kusursuza yakın oynayan Plemons, Dafoe ve Chau’yu ayrıca tebrik etmek gerek. Özellikle Plemons, herhangi bir yönetmenin hayal edebileceği en iyi şeyi yaparak, kameranın duyarlılığına açık sezgisel oyunculuğu ile göz dolduruyor.
Kaybolan karısının aniden dönüşünü kabullenmeyen ve gittikçe histerikleşen bir polis memuruna odaklanan ikinci bölüm ve ölmüş insanları dünyaya geri getirme yeteneğine sahip bir kadını arayan iki tarikat üyesini takip eden üçüncü bölümle Lanthimos sinemasıyla eşleşen gerçekliğin kırılışı ve hatta yok oluşu teması gittikçe büyüyor. Bu filmleri bir şeye benzetmek hiç kolay değil; ilk defa tattığınız bir yemek ya da bazen neyin iyi olduğunu anlamak için bütün yerine detaylara bakmak gerektiğini hatırlatan objeler gibiler. Tuhaflar. Binlerce kez tuhaf. Her hâlükarda masaya yeni, farklı ve çarpıcı bir tabak süren Lanthimos’un zevk aldığı bir tuhaflık.
En çok neyi sevdin?
Film izleme deneyiminin bir çeşit rüyaya, metaforlarla dolu bir suya bodoslama atlamaya benzemesi benim için hep iyi bir şey. Bu filmin, iç ve dış güzelliğini dengelemiş hemen her şeyin yaptığı gibi insanı vuran bir tarafı var. Kesinlikle iyi vakit geçirten, bu esnada istismar-güç-inanç üçlüsü özelinde zihin egzersizine dönüşen hâlini sevdim.
En az neyi sevdin?
Bu kadar iyi oyuncu performansları olmasa hikâyelerin sağlam bir zeminden yoksun oluşunun fazlasıyla göze batacağı gerçeği. Perdede bu eksiği sezmeye başladığınız an seyir zevkiniz bir miktar azalıyor. Yakın tarihte çektiği kısa film Nimic dâhil olmak üzere Lanthimos için her dâim geçerli olan nihai son, nedense yönetmenin her biri bir saati bulan, üç parçalı bu epik dramında hissedilmiyor. Merak uyandıran önermesi bir tarafa, Kinds of Kindness’ın yönetmenin filmografisi için biraz geride kaldığı söylenebilir.
Yönetmenin hangi işiyle yakınlaşıyor?
Kesinlikle ilk dönem işleri. Poor Things ya da The Favourite ile barışmayan eski dostlar için daha güvenli bir liman olabilir. Olabilir diyorum, çok da emin değilim. Sıralama yapmak gerekirse şayet; The Lobster’dan sonra, The Killing of a Sacred Deer’dan hemen önce geliyor gibi.