David Chase ve Alex Gibney’nin The Sopranos terapisi: Wise Guy
Yazı: Utkan Çınar
Yönetmenliğini Alex Gibney’nin üstlendiği iki bölümlük HBO belgeseli Wise Guy: David Case and The Sopranos, tüm zamanların en büyük televizyon yapımlarından birini ve yaratıcısını yakın merceğe alıyor.

Ne hakkında?
ABD’de “televizyonun ikinci altın çağını başlattığı” düşünülen ve “Prestij TV” kavramını hayatımıza sokan dizi The Sopranos’un yaratıcısı David Chase’in hayatını, kariyerini ve dizinin yapım sürecini izliyoruz.
Zaman dilimi ve mekân
Chase’in geçmişine bakış atsak da aralarda odaklandığımız zaman 90’ların sonu ve The Sopranos’un oluşum dönemi. Dizinin final yaptığı 2007 yılına kadar uzanıyoruz. Yapımın ruhâni mekânı ise New Jersey.
İlk intiba?
Belgeselin ilk 10 dakikasında oldukça hızlı bir montajla Chase’in hayat hikâyesini izliyoruz. Hatta takibi biraz zor ama gayet özgün bir ses montajı da var. Bir an 2 bölümlük ve 150 dakikalık yapımın tamamının böyle olacağından korkmadım değil. Ama bu girişten sonra daha sakin bir anlatıma dönüyoruz.
İzlemeden önce bilmemiz gerekenler
Bir filmin veya dizinin yapım sürecini anlatan belgeselleri hep sevmişimdir. İşin mutfağını görmek, birçok bilinmezin bir araya gelip tarifi olmayan bir sihir oluşturmasını görmek hep çok zevkli. Zamanında izlemediğim, sonradan başladığımda da bana biraz eski gelen ve bir sezondan fazlasına devam edemediğim The Sopranos’un hikâyesi hakikaten ilgi çekici. Alex Gibney gibi bir ustanın elinden çıkmış olması daha da heyecanlandırıyordu insanı. Son 20 yıldır sanat, politika, spor alanında en merak edilen konuları izleyici sıkmadan ama tarafını da belli ederek önümüze getiren çok saygın bir isim. Haberlerde göremediğimiz birçok ayrıntıyı onun işlerinden öğrenmek mümkün. Böyle bir isim bir diziye el atınca da kayıtsız kalmak mümkün değil.

Belgesel nasıl yöntemler/malzemeler kullanıyor?
Demin de bahsettiğim o hızlı girizgâhtan sonra Gibney, The Sopranos izleyenlerin hatırlayacağı gibi aynı Dr. Melfi’ninki gibi bir terapist odası kurmuş ve Chase’le bu ortamda sohbet ediyor. Ama Gibney çok dalmıyor sohbete, genelde Chase’i dinliyoruz; aynen bir terapi seansı gibi. Bu tarz masada sohbet omurgalı belgesel yapımları seviyorum. Yakınlarda Albert Brooks için Rob Reiner da aynısını yapmıştı. Konuyla çok daha yakın bir ilişki kurmamızı sağlıyor bir şekilde. The Sopranos’tan bolca sahne var tabii. Ama montaj o kadar iyi kotarılmış ki hiç izlememişler için bile spoiler tehlikesi yarattığını sanmıyorum. Yapımcılar, oyuncular, sinematograf herkese zaman verilmiş. Ayrıca oyuncu seçmeleri videoları, kamera arkası görüntüleri de güzelce toparlanmış.
En çok neyi sevdin?
Artık 80’ine merdiven dayamış David Chase’in gayet ketum, asık suratlı ama bir yandan da duygusal ve samimi yaklaşımı yapımı en enteresan kılan nokta. Annesiyle, hatta neredeyse tüm aile fertleriyle olan ciddi sorunlarını; Godard ve Fellini izleyerek edindiği yönetmen olma hayalini gerçekleştiremeyip sıradan işlerde televizyon yazarlığı yaparak geçen kariyerinin son işinde hedefi tam 12’den vurmasının getirdiği ruh hâlini hiç de politik olmadan yansıtıyor. Sondaki espri çok bariz olsa da gülümsetiyor.
En az neyi sevdin?
Genel anlamda sevilmeyecek bir şey yok. Bir tek James Gandolfini’nin maalesef arşiv röportajları ile katılmak zorunda kalması üzdü tabii. 2013’te 51 yaşında kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan usta oyuncu, sonuçta The Sopranos’u bu kadar önemli bir yapım yapan bir numaralı unsurdu. Günümüzden bir bakış atabilmesini isterdim.

Bunu seven şunları da sever
Stil olarak yukarıda bahsini geçirdiğim Defending My Life: Albert Brooks ve Robocop’un çekim sürecini anlatan RoboDoc: The Creation of RoboCop’u hemen söylemeli. Ayrıca bolca Gibney belgeseli de önerebiliriz burada. Fela Kuti üzerine Finding Fela!, ABD’de seçimler yaklaşırken işe yarayabileyecek Dirty Money serisi, Mikhail Khodorkovsky üzerine Citizen K, Oxycontin üzerine The Crime of the Century… Hepsi kalburüstü işler. Sıradaki konusunun da Elon Musk olduğunu belirtelim.
Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…
Resmî olmasa da The Sopranos, The Wire ve Breaking Bad üçlüsü tarihin en iyi dizileri sıralamasında ilk üç sırayı oluşturuyor birçokları için. Bunların hepsinin de bir şekilde suç, suç örgütleri ve onların başındaki isimler üzerine olması her zaman biraz kafamı karıştırmıştır. Asıl ilgi çekici hikâyeler için ister istemez mafyacılığı “cazibeli” gösteren senaryolara ihtiyacımız olmalı mıydı diye düşünmüşümdür. Yapımların kalitesinden bağımsız olarak söylüyorum bunu.