1977’den bugüne, sinemada kadın yazar biyografileri

Korku janrına armağan ettiği klasik eserlerle ve yarım asırlık ömrüne sığdırdığı devasa kariyerle Amerikan edebiyatının nevi şahsına münhasır figürlerinden olan Shirley Jackson, Josephine Decker’ın yeni filmi Shirley ile geçtiğimiz aylarda sinema gündemindeydi. 2020 Sundance Film Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen, Berlin Film Festivali’nde aldığı iyi eleştirilerle radarımıza giren proje bir kez daha kanıtladı ki; yedinci sanat yazar ve şair biyografilerini çok seviyor.

Yazı: Merdan Çaba Geçer – İllüstrasyon: Gizem Gündüz

Shirley’den ilhamla, sinema tarihinde edebiyatın kadın yüzlerine odaklanan yapımları hatırlamak ve çeşitli yazar/şair biyografileri arasında geçmiş yıllardan bugüne bir gezinti yapmak istedik.

Julia – Yönetmen: Fred Zinnemann (1977)
Yazar: Lillian Hellman

Özellikle Broadway’deki başarılarıyla bilinen yazar, senarist ve aktivist Lillian Hellman’ın Pentimento adlı anı kitabından uyarlanan yapım; kendisinin yakın dostu Julia ile olan ilişkisini politik bir alt metin üzerinden ele alan, üç Oscar ödüllü bir dönem filmi. Julia’nın Viyana’da eğitim aldığı okulun Nazi güçleri tarafından işgal edilmesi, çocuklukları beraber geçen ve son derece yakın bir ergenlik süreci geçiren iki kadın arasındaki bağları sarsar. II. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulmaktayken Lillian Almanya’ya seyahat eder ve Julia’nın idealizminin -fiziksel ve finansal olarak- nelere mâl olduğunu fark eder. Esere adını veren karaktere yeterince alan bırakılmaması ve öykünün ısrarla Lillian Hellman’ın bakış açısından anlatılması, filmin ödüllü senaryosuna yer yer zarar vermekte. Tüm kafa karışıklıklarına rağmen Julia; Jane Fonda, Vanessa Redgrave, Jason Robards, Maximilian Schell gibi dev isimlerden oluşan kadrosu ve ilk oyunculuk performansıyla gencecik bir Meryl Streep’i barındırmasıyla dahi, ilgiyi hak etmekte.

Les Soeurs Brontë – Yönetmen: André Téchiné (1979)
Yazarlar: Emily Brontë, Anne Brontë ve Charlotte Brontë

Fransız sinemasının yaşayan efsanelerinden André Téchiné’nin imzasını taşıması ve Isabelle Adjani, Isabelle Huppert ve Marie-France Pisier’den oluşan müthiş kadrosuna rağmen Les Soeurs Brontë; sinemada kadın yazar biyografileri içinde nispeten az bilinen bir yapım. Jane Eyre’i kaleme alan Charlotte Brontë, Uğultulu Tepeler’den hatırlanabilecek Emily Brontë ve Şatodaki Kadın’ı yazan Anne Brontë’nin merkezde yer aldığı film; ilk gösterimini yaptığı 36. Cannes Film Festivali’nde çatlak seslerle karşılanmıştı. İngiliz karakterlerini Fransızca konuşturarak seyircisini ilginç bir deneyime ortak eden Les Soeurs Brontë; ne yazık ki kardeşlerin abisi Branwell’e bir miktar fazla odaklanarak pusulasını şaşırıyor. Viktorya Dönemi’nde takma erkek isimleri kullanarak eserler yaratan; boğucu düzeydeki ataerkillik ve bastırılmış arzularla boğuşan üç kız kardeşin öyküsü, İngiliz edebiyatına meraklı bünyelerce denenebilir.

Cross Creek – Yönetmen: Martin Ritt (1983)
Yazar: Marjorie Kinnan Rawlings

Tıkanmış bir yazarın ilham bulma sürecini beyazperdeye getiren, 36. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmış Cross Creek; daha çok Norma Rae ve Hud gibi dramlarla hatırlanabilecek Martin Ritt’in görece az bilinen eserlerinden biri. Filmin odak noktasında, Pulitzer ödüllü yazar Marjorie Kinnan Rawlings’in, öksüz bir geyik yavrusu ile küçük bir çocuğu anlatan, Amerikan edebiyatı klasiklerinden The Yearling’i yaratma süreci var. Son çalışmasının yayınevi tarafından reddedilmesiyle hayal kırıklığına uğrayan Kinnan, sükûnet içinde yazabilmek amacıyla izole bir alana taşınmaya karar verir ve kendini Florida’nın ücra topraklarında bulur. İçerdiği başarılı oyuncu performanslarına rağmen Cross Creek, tarihî gerçekleri bir miktar eğip bükmesi ve enerjiden yoksun anlatısıyla, var olan potansiyelini kullanmadığını hissettiriyor. Filmin merkezinde yer alan The Yearling isimli romanın, 1946 yapımı, Oscar ödüllü bir uyarlaması da mevcut.

An Angel at My Table – Yönetmen: Jane Campion (1990)
Yazar: Janet Frame

Güçlü kalemiyle farklı türlerde eserler verdiği edebiyat kariyerinin yanı sıra, kişisel tarihindeki dramlarla da hatrı sayılır bir şöhrete sahip olan Janet Frame, Yeni Zelanda topraklarından çıkmış en ünlü isimlerden. Yazarın sosyal konumu, çekingenliği, kilosu ve kocaman turuncu saçları nedeniyle ötekileştirildiği çocukluk yıllarında başlayan An Angel at My Table; zihinsel ve duygusal sorunlar yaşadığı sancılı ergenlik dönemini, haksız yere akıl hastanesine kapatıldığı sekiz seneyi ve bu süreçte edebiyata olan tutkusunu keşfedip uluslararası üne kavuşmasını anlatıyor. Şizofren sanılıp lobotomi ile tehdit edilen bir dehanın yaşadığı acılar, aradığı gücü edebiyatta bulması ve yaralı ruhunun olgunlaşma süreci; Jane Campion’ın insan ruhunun derinliklerini yansıtmasındaki mahareti sağ olsun, sürükleyici ve yoğun bir anlatıyla gözler önüne seriliyor.

Iris – Yönetmen: Richard Eyre (2001)
Yazar: Iris Murdoch

Yazar kimliğinin yanı sıra felsefe çalışmalarıyla da tanınan Iris Murdoch; zekâ dolu mizah duygusu ve dolambaçlı olay örgüleri içeren eserleriyle, İrlanda’dan çıkmış en önemli kalemlerden biri. Eşi John Bayley’e karşı duyduğu, öğrencilik günlerinden Alzheimer’la savaşına kadar süren büyük aşkı; Murdoch’un üretken edebiyat kariyerine paralel şekilde, melodram formunda anlatmakta film. Bir yandan bu nadir zekânın yükselişi ve düşüşüne, bir yandan da iki ayrıksı ruhun özveri, mutluluk ve acı dolu yolculuğuna şahit oluyoruz. Hayatının iki farklı kesitinde Murdoch’a, Judi Dench ve Kate Winslet gibi iki önemli oyuncu, unutulmaz performanslarla hayat veriyor.

The Hours – Yönetmen: Stephen Daldry (2002)
Yazar: Virginia Woolf

Geçtiğimiz asrın çeşitli dönemlerinde yaşamış, birbirinden pek farklı üç kadın üzerinden, paralel olmayan bir anlatı kuran The Hours; Mrs. Dalloway’i yazma aşamasındaki Virginia Woolf’u, romanı ilk kez eline alan 1950’lerden bir okuru ve bizzat Dalloway karakterinin modern bir izdüşümünü odağa almakta. Tıpkı iyi bir edebiyat ürünü gibi, deneyimlendikten çok sonra da hatırada kalmaya devam eden yapım; seyircisini edebiyatın en ikonik isimlerinden birinin depresyonla olan savaşına, yaratım sürecindeki travmalarına ve kişisel özgürlüğe duyduğu hasrete ortak ediyor. The Hours ölüm, intihar, kayıp ve edebiyat üzerine incelikle düşündürürken; ele aldığı yazara, izleyicisine ve kaynak materyale duyduğu saygıyla da takdiri hak ediyor. Virginia Woolf performansıyla kariyerinde yeni bir dönemece giren Nicole Kidman başta olmak üzere, Hollywood’un en yetenekli isimlerinden bazılarını oyunculuk şovu yaparken izlemek mümkün.

Sylvia – Yönetmen: Christine Jeffs (2003)
Yazar: Sylvia Plath

Amerikan edebiyatının ilk feminist romanı olarak nitelendirilen Sırça Fanus’u kaleme alan Sylvia Plath, hayatı boyunca ileri derecede manik depresif bozuklukla boğuşan, sayısız intihar giriminde bulunmuş bir yazar/şair. İlk şiirini sekiz yaşında yayımlayacak kadar yetenekli olan Plath, zamanla edebiyat dünyasında büyük bir üne sahip oldu. Ancak şair eşi Ted Hughes’la boşanmasından kısa süre sonra, küçüklüğünden beri takıntısı olan ölüm ve intihar düşünceleri zihninde daha fazla yer edindi. Gwyneth Paltrow’un başrolde yer aldığı Sylvia’nın ele aldığı trajik öykünün hakkını verebildiğini söylemek güç. Nedenini kavrayamadığımız motivasyonlar, eksik psikolojik derinlik ve hedeflenenin gerisinde kalan vizyon; Plath ile Hughes arasındaki toksik bağın katmanlarını yeterince yansıtamıyor.

A Quiet Passion – Yönetmen: Terence Davies (2016)
Şair: Emily Dickinson

Bu sefer bir yazar değil, şair biyografisi var karşımızda. Dehası ancak ölümünden sonra anlaşılan, edebiyatın en ünlü şairlerden olan Emily Dickinson’lı A Quiet Passion; İngiliz sinemasının önemli isimlerinden Terence Davies’in izleme şansı bulduğumuz son projesi. Şairin öğrencilik yıllarında başlayan film; onu münzevi, tanınmayan bir sanatçı olduğu yetişkinlik yıllarına kadar takip ediyor. Sessizce gerçekleştirdiği tutkusuna, entelektüel birikimine, derin fiziksel ve duygusal ıstıraplarına ortak oluyoruz. Dickinson’ın öyküsünün Davies’in şiirsel ve lirik sinema anlayışına oldukça uyduğunu, incelikli ve feraset sahibi bir iş ortaya çıktığını söylemek gerek. Eleştirmenlerce övgüyle karşılanan A Quiet Passion; Berlinale, Toronto ve Londra Film Festivali seçkilerinde de yer almıştı.

Mary Shelley – Yönetmen: Haifaa al-Mansour (2017)
Yazar: Mary Shelley

Suudi Arabistan’ın ilk kadın yönetmeni olarak tanıdığımız Haifaa al-Mansour’un Avrupa çıkarması; kült gotik roman Frankenstein‘ı genç yaşta dünyaya armağan eden Mary Shelley’yi yakın kadraja almakta. Kadın hakları savunucusu Mary Wollstonecraft’ın kızı olan Mary’nin henüz 18 yaşında önyargılara meydan okuması, şair Percy Shelley’le olan fırtınalı ilişkisi ve bu ilişkinin Frankenstein’ın yaratımına önayak olması, filmin ilk bakışta merak uyandıran taraflarından. Ancak didaktiklikten vazgeçemeyen yapısı, bariz tempo sorunları ve tekrar tekrar altını çizdiği cümleler; yazarın olağanüstü hayatının incelikten uzak, düz bir melodram olarak sunulmasına sebep oluyor. Yine de öyküsündeki feminist damarla, yönetmen seçimiyle ve ele aldığı özgün karakterlerle, son tahlilde takdiri hak eden bir yapım Mary Shelley.

Can You Ever Forgive Me? – Yönetmen: Marielle Heller (2018)
Yazar: Lee Israel

Ünlü yıldızların biyografilerini kaleme alarak hayatını idame ettiren Lee Israel’in anılarından uyarlanan Can You Ever Forgive Me; Israel’in alkolizm ve yazar tıkanıklığıyla mücadele ettiği, kirasını ödeyemeyecek derecede mali sıkıntılar yaşadığı bir zaman aralığına götürüyor seyircisini. Başarısız kariyerini canlandırmayı başaramayan yazarımız, günü kurtarmak üzere pragmatik bir çözüm buluyor ve hayatını kaybetmiş yıldızların adıyla sahte mektuplar yazıp, koleksiyonculara fahiş fiyatlardan satmaya başlıyor. Sahtecilik yapan anti-kahramanını ve kuir, alkolik suç ortağını yargılamıyor film; bilakis koşulsuz bir sevgi ve anlayış besliyor onlara. Karakterlerinin mutsuzluklarına, hayal kırıklıklarına, imkânsızlıklarına şefkatle yaklaşmakta. İncelikli bir mizah duygusuna sahip, dokunaklı ve yer yer melankolik senaryosuyla Can You Ever Forgive Me, geçtiğimiz on yılın görülmeye değer biyografileri arasında.

Shirley – Yönetmen: Josephine Decker (2020)
Yazar: Shirley Jackson

Acımasız iğneli sözler, bol miktarda öğleden sonra kokteyli ve başyapıtını yazmanın eşiğinde olan bir korku yazarı… Madeline’s Madeline ile psikolojik gerilim türünde yetkinliğini ispatlayan yönetmen Josephine Decker, Elisabeth Moss’un başrolde yer aldığı Shirley’de, bir kere daha tanıdık sularda kulaç atıyor. Psikolojik hastalıklar ve yazar tıkanıklığıyla mücadele etmekte olan Shirley Jackson, profesör eşi Stanley’le birlikte, yeni evlenmiş bir çifte evlerinin kapısını açar. Titiz rutini altüst olup, eşiyle zaten fırtınalı olan ilişkisindeki gerilim dozu artınca; saf genç çiftle acımasızca oynamaya başlar. Who’s Afraid of Virginia Woolf? seven bünyelerin ilgisini çekebilecek yapım, bir yazarın yaratım sürecinin ne gibi karanlık noktalara ulaşabileceğini göz önüne sermekte.

BUNLAR DA VAR:

İlk Fransız kadın yazar Barones Dudevant’ın (nam-ı diğer George Sand) Alfred De Musset ile tutkulu aşkını anlatan Les Enfants du siècle ve yine Sand’ın Chopin’le olan ilişkisini merkeze alan Impromptu ile başlayalım. Peter Rabbit’le üne kavuşan İngiliz yazar ve illüstratör Beatrix Potter’lı Miss Potter, bizleri Jane Austen’in gençlik yıllarına götüren Becoming Jane, Sidonie-Gabrielle Colette’in çalkantılı kariyerini odağa alan Colette ilk akla gelenlerden. Jennifer Jason Leigh’yi Dorothy Parker suretinde izlediğimiz Mrs. Parker and the Vicious Circle, radikal feminist yazar Valerie Solanas biyografisi I Shot Andy Warhol, İngiliz şair Stevie Smith’in hayat öyküsü Stevie ve Mary Poppins’in yaratıcısı P.L. Travers’ın gözünden anlatılan Saving Mr. Banks’in de adını anmak gerek.