1990’lar İstanbulunda punk ve “Arada”: Mu Tunç

Mu Tunç’un ilk uzun metrajı, zaman ve mekân değişir de büyük kentle hesaplaşmamız biter mi, diye soruyor.

Röportaj: Yiğit Atılgan

Yönetmen Mu Tunç, kendi büyüme hikâyesinden hareketle çektiği ilk uzun metrajı  Arada ’da alt kültürel hareketlere dair “asıl mevzunun Merter ve Bakırköy gibi orta sınıf tarafından rağbet gören mahallelerde koptuğu” 1990’lar İstanbulunda bir gece, bu kentten delice kaçmak isteyen bir punk’ı takip ediyor. Başrollerde beyaz perdede ilk kez izleyici karşısına çıkan Burak Deniz’i ve Büşra Develi’yi ağırlarken büyük kentle bitmeyen o hesaplaşmayı ve aidiyet, tutunma, memnuniyetsizlik, sıkışma gibi duyguları didikleyen  Arada , bu ortamı seçerek neden bugüne dair de bir şeyler söylemeyi umuyor?

Arada  ilk filmin, bu noktaya gelene kadar sinema yolculuğun nasıl gerçekleşti?
Benim hikâyem internetle başladı, aslında uzmanlığı internet üzerine gelişmiş reklam ajansı geçmişine sahip bir pazarlamacıyım. Sekiz dokuz sene önce  streaming  teknolojilerinin gelişimini gözlemliyordum. Sinemaya ilişkin bir merakım vardı, reklam filmleri de yapmıştım ama sinema farklı bir şey. Bu merakımı aktarabilme yöntemlerine dair kafa yordum ve o dönem kendi hayatımı  Diary of Mu  isimli bir proje vasıtasıyla internet üzerinden paylaşmaya karar verdim. Amacım sinematik bir dili olan kısa videolar yapabilmekti. O proje ilk internet projelerinden biri olduğundan kendi içerisinde epey büyüdü, o dönem Vimeo’da bile hemen hemen hiçbir şey yoktu

Öykü, Merter’de başlıyor, sen de Merter’de doğup büyümüşsün. 1990’larda Merter’i nasıl hatırlıyorsun?
Merter o dönem orta kesim ailelerin bulunduğu bir yer. 1990’lardan sonra tekstil imalathanelerinin gelmesiyle absürt bir durum oluştu, şu an Merter endüstriyel bir bölgeyle ailelerin yaşadığı bir mahalle arasında. 1990’lı yıllardaki şehirleşmeyle birlikte Merter, orta sınıf ailelerin ev almaya çalıştığı bölgelerden biri oldu. Benim ailem de onlardan biri, birkaç arkadaşlarıyla birlikte kendi apartmanlarını kendileri yapmışlar. O dönem hem kendi abim Orkun, hem de yan apartmanlardan başka abilerim aynı tarz müziklerden esinlenip beraber punk ve hardcore’u keşfediyorlar. İlgileri trash metalle başlıyor zira trash metalde punk’ta bulunan bazı öğeler var. Zamanla bizim Merter’deki evin altında konserler vermeye başlıyorlar. Kanıtı da var elimde, kayıtlar, fotoğraflar. O dönemi güzel anıyorum ama daha dört beş yaşında olduğumdan konserleri pek hatırlamıyorum. Sadece içeri girmeye çalıştığımı anımsıyorum, bana izin vermiyorlardı, girmeyeyim diye kapıda bıçak gösteriyorlardı. Gençler bir müzik yapmaya çalışıyorlar, aletlerini de iyi çalıyorlar. Büyürken Merter’i aslında hiç sevmedim çünkü oturduğumuz yerin yanındaki Küba Mahallesi’nde gecekondular vardı. Orada oturuyor olmaktan utandım da. Özel okullarda okudum ve görürlerse durumu açıklayamayacağımdan hiçbir arkadaşımı çağıramadım. Garip bir durum olduğunu zannediyordum. Yaşadığım yerin aslında çok güzel bir yer olduğunu büyüyünce anladım. Londra’da ve Paris’te yaşadıktan sonra gördüm ki ben epey ilginç bir yerde doğmuşum, abilerim çok ilginç şeyler yapmışlar. O dönem Merter’de olmak çok kült bir şeymiş.

Filmin dikkat çeken bir yönü otobiyografik olması. Babanız Altan Tunç’a ithaf etmişsiniz. Kendisi 1970’lerde Türk sanat müziği sanatçısıymış, sonra müzik kariyeri bitmiş. Babanla ilişkin nasıldı?
Babamla olan ilişkimde çok fazla sevgi var ama müzik kariyerine devam etmeyişinden dolayı onu çok da suçladım. Sebebi ise bencil bir yerden geliyordu. Eğer müziğe devam etseydi çok ünlü bir müzisyen olacaktı, ben de yapmak istediklerimi daha kolay yapacaktım. Ama belki de o büyük bir müzisyen olsaydı ben de böyle bilinçli bir çocuk olmayacaktım, şımarık biri olup kendi yolumu bulmaya çalışmayabilirdim. Birinin yapmak istediğini yapmayıp bütün hayatını geçirişini ve hayatının ileri döneminde bununla yüz yüze gelişini görmek çok farklı bir durum. Beni bu filmi yapmaya zorlayan da bu. Böyle bir film yapmayı hep istiyordum ama doğru zamanın gelmesini ya da daha fazla para biriktirmeyi bekliyordum ve ileri tarihlere öteliyordum. O tarih hiçbir zaman gelmiyor. Aynı babamın durumuna düşme hali üzerinden kendimi de eleştiriyorum. Öyle bir zaman gelebilir ki hayallerime bir daha hiç geri dönemeyebilirim. Babam da askerden geri döndükten sonra bir gün müziğe geri dönebileceğini düşündü ama dönemedi. Bu filmle kendimle barışıyorum aslında. En büyük atfı ona yapmamın sebebi ise çok zor zamanlarda bir şeyler yapmış olması. Teknoloji yok, stüdyolarda kayıt yapmak çok eziyetli, o dönemlerde o albümleri kaydetmiş olması bile büyük bir şey. Durumun zorluğunu şu an anlıyorum.

Filmde senin kadar filmin müziklerine de el atan abin Orkun’un da hikâyesi mevcut. O da 1990’larda Turmoil’de çalıyor. O dönem çok büyükler ama şimdi sanki Radical Noise ya da Necrosis kadar hatırlanmıyorlar. Abinin üzerindeki etkisi neydi?
Doğru. O durum grup elemanlarının içe dönük insanlar olmalarından kaynaklanıyor. Yoksa herkes Turmoil’in ne kadar önemli bir grup olduğunun farkında. Öncesi de var, Moribund Youth. Sonra baterist olarak abim ve ekstra bir gitarist geliyor, grubun ismi değişiyor. Turmoil ilk albüm yayınlamış punk/hardcore gruplarından biri, Meksika’da bile plakları var. 1990’lı yıllarda da bazı şeyler çok zormuş, o zaman da “Bu ülkede hiçbir şey yapılamaz” gibi cümleler söyleniyormuş ama yapmışlar. İnternet yok hatta pul alacak paraları yok, o kadar imkânsızlıkla bu plakları çıkarmışlar. Bizim bu kadar imkânla bir şeyleri ortaya çıkarmakta neden zorlandığımıza dair kendi adıma da bir sorgudan geçtim. Bu yüzden abilerimi çok güzel anıyorum. Benim punk müzikle ilk tanışmam 12-13 yaşlarım, kendi başıma dinlediğim ilk punk-vari müzik grindcore aslında, Napalm Death. Hatta evde dinlerken plağı bozduğumu zannedip abim kızmasın diye saklanmıştım. Meğer müzik tarzı öyleymiş. Bilinçli olarak dinlediğim ilk grup Minor Threat’ti, delirmiştim. Bir de Suicidal Tendencies’in ilk albümü, neredeyse bir buçuk sene sadece onu dinledim. Straight Edge’dim, Youth Brigade ve Dischord Records’a takılıyordum, o dönemki Spazz, Gorilla Biscuits ve Youth of Today gibi çoğu hardcore grubunu dinliyordum.

Zaten filmin başında gördüğümüz duvar posterlerinde birçok gruba atıf var. Ozan’ın baş ucunda da Born Against kaseti duruyor.
Born Against çok önemli, özellikle onların kasetini koyduk çünkü İstanbul’a gelip konser verdiler, liderleri Sam McPheeters buradaydı. Hayatımda ilk kez yabancı biriyle konuşmam o konserdedir. O insanları sonsuza dek bir noktada tutabilmek için filmde bir yere koyduk. Born Against o kadar underground bir grup ki isimlerinin bir Amerikan filminde geçme ihtimali bile yüzde eksi bin.

“PEYOTE’YE GİRİNCE YEDİ SEKİZ TANE MOHAVK GÖREBİLİYORDUN AMA PUNK/HARDCORE DİNLEYİP DÜMDÜZ GÖZÜKEN İNSANLAR DA VARDI, KENDİNE HAS BİR KOMÜNİTE MEVCUTTU. BENİ KOMÜNİTEDEN DAHA ÇOK HEYECANLANDIRAN İSE BİRÇOK MÜZİK GRUBU OLMASIYDI. HERKES BİR GRUP KURMAYA ÇALIŞIYORDU.”

D.R.I.’dan da çok etkilenmiş olmalısın, filmde iki şarkıları çalıyor.
Öyle, şarkıları almak için de çok uğraştık. Ben de o dönem çok dinledim ama D.R.I.’ın önemi abilerimi en çok etkileyen grup olmalarından kaynaklanıyor çünkü trash metal’den geliyorlar.  Crossover  albümleri onları çok etkiliyor, abilerimi hardcore müziğe D.R.I.’ın ilk albümü yönlendiriyor. O iki şarkı da o albümden.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:62’ye ulaşabilirsiniz.