1990’larda yaşanması gereken deneyimi 2020’ye doğru yaşamak: Punk in Drublic Festival, Madrid

Yazı ve fotoğraf: Emek Tekeli

Antalya’dan Madrid’e, 1996’dan 2019’a uzanan bir punk hikâyesi. Emek Tekeli, ismini Nofx’in 1994 yılında çıkan albümünden alan ve Fat Mike’ın 2 yıl önce Avrupa’ya taşıdığı craft bira ve müzik festivalinden bildirdi.

Bu yazıya giriş yapmak için pek ertelemeden hemen bantı geri sarmak gerekiyor sanırsam. Köşeli altıgen ya da sekizgen kurşun kalemler veya tükenmez kalemler ile gerçekleştirilen bu aktivite kaybolmaya yüz tutmuş olmalı. Neyse sıkıntı yok ve lakin, hayat devam ediyor.

Dünya Gezegen Tarihi, Güneş yılı M.S. 1996
Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki cennet yerleşimi Antalya. Güneş, nem, deniz ve dağların hâkimiyetindeki, çok katlı beyaz boyalı, giriş katları mutlak bir şekilde ticarete ayrılmış, hepsi aynı model izlenimi veren binalar arasındaki sıkıcı bir kent dokusunda ergenliğini yaşayan veletlerden biriydim. Okula git gel, dershaneye git gel, özel derslere git gel arasında hayatımın en önemli parçası müzik ile olan ilişkimdi. Gitar da çalıyordum basitinden, power chord basmayı yeni yeni oturtmuştum artık. “Tamam hacı, bu bana yeter” diyordum. Nirvana Guitar Tabs’dan (o yılın yazı Londra’dan aldığım In Utero ve Incesticide albümlerinin gitar notaları ve akorlarının resmî kitabı) ve 1994’te çıkan Nirvana Live! Tonight! Sold Out! VHS kasetinden şarkıları öğrenmeye ve çalmaya çalışıyorduk. Birkaç yıl önce Los Angeles ve Bay Area, California merkezli bir punk rock (“ikinci punk revival”) patlaması yaşanmış, Türkiye’ye de gecikmeli olarak gelmişti, normaldi. Neyse ki MTV’m ve 56k modemle bağlanılan internetim vardı (genelde 56k’yı tutturamaz 33,6k ya da 28,8k’da kalırdı, ona da şükürdü). Kablolu televizyon bir şahaneydi. 30 saniyelik Quicktime video klipleri indirmek internet hızına göre yaklaşık bir ya da bir buçuk gün alıyordu. Blue Jean isminde güzel bir dergi vardı, Stüdyo İmge’nin kitapçıklarından şarkı sözü çalışılırdı, ardından Roll ile tanışmıştım, sonra Lull geldi, ve ardından Bant Dergi.

İstanbul’daki akranlar çok daha şanslıydı tabii ki. Antalya’da olmayan, gelmeyen pek çok albüm İstanbul’un Türkiye içindeki özel rolünden dolayı orada bulunabiliyor olmalıydı. Daha bir D&R’ımız bile yoktu nem cennetinde. D&R açılıp da Roll bulup alabildiğim için kendimi ne kadar da şanslı hissederdim. Sadece dört beş nüsha gelirdi Antalya’ya o dönem.

Neyse ki kaset çeken “ağbilerin” dükkânları vardı. Genelde sert müzik olurdu oralarda. Heavy metal, speed metal, progressive şeyler, gotik karanlık İskandinav müzikler… Çekinirdik biraz girip konuşmaya, “Ağbi Offspring’in Smash albümü var mı sizde?” diye sorduğumuzda sert sert bakarlardı. “De get buradan süt çocuğu, ana kuzusu” der gibi. Öyle demek istemediklerini daha sonra anlayacaktım, ama o dönem algı paradigmam buydu.

Patlayan ve Türkiye’ye de ulaşan aslında en basit haliyle The Offspring’in Smash albümüydü. Bu albümün başarısı ve Epitaph Records’un taviz vermeden baş koyduğu yol ufaktan bizim de hayatlarımızı şekillendiriyordu. Epitaph Records sen ne nelere kadirsin. Soru şuydu, “Ağbi bu kadar patlayan albümü biz niye burada bulamıyoruz?”. Aynı dönemde Green Day, Dookie ile patlattı ortalığı. Onu bulabiliyorduk kolay. Neydi fark?

1990’ların başında Bad ReligionNofxRancidOffspringGreen Day gibi bağımsız plak şirketlerinden albüm çıkartan gruplar biraz da 1991 yılında vuku bulan Nirvana – Nevermind sürprizinin de modern müzik endüstrisini yeniden şekillendirmesiyle daha bir göze görülür, kulakla duyulur hâle gelmişti. Bazıları büyük plak şirketleriyle anlaşma imzaladılar ve kulvar değiştirdiler. Bazıları ise tavırlarından taviz vermediler ve yola bağımsız olarak devam ettiler. Fark yaratan bir olguydu.

Ne güzeldi. 1990’ların grupları üzerinden onlara ilham olan 1980’lerin hardcore ve straight edge akımları ile tanışmıştık. Minor ThreatDag NastyBlack Flag. Açıkçası benim için dinlemek zordu bu grupları. Bir hamlık vardı, melodiden çok öfkeli bir dışa vurum dikkat çekiciydi. Yeni nesil punk rock biraz daha melodik ve yumuşaktı. Sıkıntı var mıydı? Yoktu.

“O günlerde çok sevilen ve önem verilen bir şeyin başkaları tarafından öğrenilip “piyasa olmaması” için gereksiz ve anlamsız bir çaba içindeydi bizim tayfa.”

İşte o günlerde bizim sınıfa Karadeniz kıyılarından bir nakil öğrenci geldi. O da gitar çalıyordu, kaynaştık hemen. [The Offspring’in hiti] “Come Out and Play”den falan bahsedince lise yıllarında ve ilerleyen yıllarda da kimlerle suç ortaklığı yapacağımız belli olmuştu. O günlerde çok sevilen ve önem verilen bir şeyin başkaları tarafından öğrenilip “piyasa olmaması” için gereksiz ve anlamsız bir çaba içindeydi bizim tayfa. Neden bilmiyorum. Şu an buradan bakınca anlamak oldukça zor. Sanırsam bizi özel kıldığını düşünüyorduk. Kimsenin bilmediği, ama çok iyi olduğunu düşündüğümüz bir şeyi sadece kendimizin bilmesi egolarımızı okşuyordu belki de. Ya da o zamanlar yeni bir bilgiye ulaşmak bugüne nazaran çok daha zordu. Ve zorlukla veya da şans eseri, belki de sahip olduğumuz imkanlar sayesinde öğrendiğimiz şeyleri kendimize saklamak istiyorduk. Ne kadar da elitist bir yaklaşım.

İşte böyle bir gün Çağdaş bana Bad Religion’dan bahsetti. “Ağbi, bak bu grup çok önemlidir, sana söylemek için bana bu grubu öğreten arkadaşımdan (Alp Hoca olarak hayatıma giren kişi) izin aldım. Kimseye söyleme, çok iyiler” demişti, yanlış hatırlamıyorsam. “Aaa biliyorum ben bu grubun MTV’de ‘A Walk’ ve ‘Punk Rock Song’ şarkılarının kliplerini gördüm” dediğimi hatırlıyorum. Belki de yanlış hatırlıyorum. MTV… o yılların MTV’si… “Super Rock” ve “Alternative Nation” programlarını izlemek için gece yarısına kadar, hatta daha da geç saatlere kadar beklemeler. Sonra yavaş yavaş tuhaf bir şeye dönüşen MTV, başka bir konu. Ya da yazacak çok bir şey yok aslında bu konuda.

Tabii ki elimizde külliyat olarak Çağdaş’ın Alp Hoca’dan çektiği karışık kasetlerden başka bir şey yoktu. Alp’in Antalya’ya yaptığı bir ziyarette yanında getirdiği orijinal Bad Religion albüm CD’leri ve kapaklarıyla Antalya’nın o cehennem sıcağında (sıcak değil de çok nem var çok, derler oralarda) 5 yıldızlı bir otelin odasında Akdeniz’e karşı bilmiyorum kaç saat, Bad Religion ve şarkı sözleri hakkında konuşmuştuk. Çok öğretici seanslardı. Tekkede gibiydik bir anlamıyla. Ya da bir akademi aslında. Hay allahım, hey gidi günler.

O günlerdeki en büyük bilgi kaynağımız ve yeni gruplar öğrenme yerimiz ise internetti. mIRC’deki punk odalarında kazandığım arkadaşlıkları ve mutluluğu tarif edemem. İstanbul’daki insanlar bizden çok daha fazla grup ismi biliyordu. Epitaph Records’un neredeyse bütün gruplarını tanıyorlardı. Vans Warped Tour’dan, Airwalk ayakkabılarından, kaykaydan ve Punk-o-Rama toplama albümlerinden bahsediyorlardı. Amanın, neler oluyordu. O günlerde önce mIRC ardından ICQ ile devam eden chat’leşmelerden bu güne kadar süren değerli arkadaşlıklar kazandım. Elmira, bu sensin. (Bu yazıyı okuyup mIRC’deki #punk odasında saatlerini geçiren, geceleyin klavye tıkırtılarıyla annelerini deli eden insanlar arasında ModernMan nickli kullanıcıyı hatırlayan var mıdır bilmiyorum, o benim.)

1998 yılı olmalı, doğduğum yer ve büyük ailemin yaşadığı İzmir’in, Konak semtinde ismini ne kadar çabalarsam çabalayayım hatırlayamadığım bir müzik dükkânında (kasetçi demek daha doğru olur) Epitaph Records gruplarının kasetlerini bulduğumdaki heyecanı anlatamam. Neredeyse stoklarını tüketiyordum denebilir. 1999 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nin bir özel yetenek sınavına katılmak için İstanbul’a günübirlik uğradığımda Kod Müzik’e atmıştım kendimi. Vay be, demiştim. Ne güzel şeyler var burada.

Sanırsam, bantı ileri sarmanın zamanı geldi.

Dünya Gezegen Tarihi, Güneş yılı M.S. 2019
Epitaph Records büyüdü gelişti, olgunlaştı. Nofx’in Fat Mike’ının başında olduğu Fat Wreck Chords da örnek aldığı ağbileri gibi hayatına gayet bağımsız ama daha çocuksu bir şekilde devam ediyor. Fat Wreck Chords ve Fat Mike son yıllarda 90’ların ortalarında ve sonralarına doğru kariyerlerin zirvesini yaşayan grupları tekrar turneye çıkartmaya başladı. Ve bu sırada 90’ların punk rock’ından etkilenen yeni grupları desteklemeye ve bünyesine almaya da devam ediyor. Böylece yeni nesil ve eski nesil birlikte birbirini destekliyor. Bu vesile ile ben de 1990’larda yaşamış olmam gereken bir tecrübeyi anca 2020’ye doğru tecrübe edebildim Sadece festivalde çalan gruplar anlamıyla tabii ki. Çünkü ne sene 1996, ne de ortam o ortam. Sıkıntı var mı? Tabii ki yok.

Punk in Drublic, konuyla ilgili olanların hatırlayacağı gibi Nofx’in 1994 yılında çıkan albümünün ismi. Fat Mike’ın iki yıl önce Avrupa’ya taşıdığı craft bira ve müzik festivaline de ismini veriyor. Bu yıl turne kapsamında Madrid’in de olduğunu öğrendiğim geçen kasım aylarından bu yana heyecanla bugünü bekliyordum. Biletler uzun süre önce alınmış grupların çıkış saatine göre nasıl bir içecek kuyruğuna girme, tuvalete uğrama ve sahnenin önüne doğru yaklaşma stratejisi izleneceği planlanmaya çalışılmıştı. Altı saat sürecek olan festivalin yapılacağı yer göreceli olarak yakın bir tarihte Wizink Center adını alan, önceden Barclay’s Card Center adında hizmet veren, ve tüm bu finansal sponsorluk anlaşmalarından önceki doğru dürüst ismiyle Palacio de los Deportes idi. Madrid’in kapalı spor salonu. Final Four ile ilgilenen arkadaşlar mekânı hemen hatırlayacaklardır. Palacio de los Deportes bundan yaklaşık altı yıl kadar önce müzikal aktiviteler için tekrar planlandı. Tavanlarındaki bass tuzakları ve duvarlarındaki ses dalgalarının yansımasını önleyici akustik izolasyon malzemeleri, panelleri  ile büyük organizasyonlara ve konserlere de ev sahipliği yapar hale getirildi. Sonuç fikrimce oldukça başarılı. Bu mekânda Green Day, Portishead ve Bob Dylan performanslarını izleme şansım oldu geçen yıllarda.

Kapı açılışı 17:00 olarak zamanlanan etkinlik için ben saat 16:00 gibi oradaydım. Madrid’i, ya da İspanya’yı bilenler bilecektir o saatlerde ortalık boştur. Yine öyle oldu. Wizink Center’ın etrafındaki bar restoranların meydandaki gölge alan masalarında oturan, bir şeyler yiyip içip içerisi için hazırlık yapan, üzerlerinde çeşit çeşit tasarımlı Bad Religion, Nofx, LagwagonMad Caddies ve Less Than Jake grup tişörtleri giyili, kolları bacakları boyunları dövmeli insanların daha yoğun olması dışında ortam sıradan bir Madrid öğleden sonrasıydı.

Kapılar açılır açılmaz içeri girdim, keza içerisi daha serindi. Festivalin düzenlendiği alan ana sahanın olduğu yerdi. Sadece saha içine bilet satılmıştı, daha büyük organizasyonlarda olduğu gibi numaralı koltuk ve balkon katları bu sefer kapsam dışındaydı. Normaldi. Stadyum değildi. Kalabalık kitlelere hitap eden bir müzik türü de değildi. Kabaca kare/dikdörtgen şeklindeki festival alanının kenarlarında sağlı sollu içecek ve yiyecek üniteleri, sahnenin karşısında merchandise satış ünitesi, ortadaki ses ve ışık kontrol masası ünitesi, girişin yanında bondage massage ve mini eğlence ünitesiyle oldukça sade bir ortam beni karşıladı. Hemen merchandising’e gittim ilk iş. Genç ve yeni grupları desteklemek gerekiyordu.

Festivalin Madrid etkinliğinde Craft bira konusunda biraz sınıfta kalındığını da belirtmeden geçmeyelim. Sanırsam festivalin ayağına göre şekillenen ve çeşitlenen bir konu bu. Yeri gelmişken bir detay: Bu sene Punk in Drublic Europe 11 kenti ve 3 ülkeyi kapsıyor. Ülkeler Almanya, İngiltere ve İspanya. Festivale katılan toplamda 12 grup var, bu gruplar her kentte çalmıyor. Kendi ajandalarına göre kentleri paylaşmış durumdalar. Bad Religion ve Nofx sabit, sanırsam Lagwagon da. Turneye katılan diğer gruplar ise: Anti-FlagMillencolin, Less Than Jake, Mad Caddies, The InterruptersThe Real MacKenziesGet DeadThe Lillingtons ve The Bombpops.

Dosyanın tamamını okumak için buraya tıklayarak
Bant Mag. No:67’ye ulaşabilirsiniz.

Emek Tekeli’nin hazırladığı “1990’lara ışınlayan punk seçkisi”!