2019: En iyi 50 film

Karşınızda 2019’un bizce en iyi filmleri! Seçkimiz her zamanki gibi dünya prömiyerini 2019’da gerçekleştirmiş yapımlardan oluşuyor.

Değerlendirme: Aylin Güngör, Cem Kayıran, Deniz Bankal, Ekin Sanaç, Ekrem Buğra Büte, Emre Eminoğlu, Hande Sönmez, İlayda Tenim, James Hakan Dedeoğlu, Melikşah Altuntaş, Mine Metin, Sadi Güran, Yiğit Atılgan

Yazılar: Deniz Bankal, Ekrem Buğra Büte, Emre Eminoğlu, Hande Sönmez, İlayda Tenim, Melikşah Altuntaş, Mine Metin, Yiğit Atılgan

İllüstrasyonlar: Selçuk Ören, Gizem Gündüz, Sadi Güran

50. Zombi Child

House of Tolerance ve Nocturama gibi nevi şahsına münhasır, tuhaf filmleriyle tanıdığımız Bertrand Bonello’nun kariyerinin belki de en acayip filmi Zombi Child, hikâyesi tamamlanamamış ruhların bedensel gezintisi üzerine, sıra dışı bir gençlik korkusu ve melodramik bir zombi öyküsüne dönüşüyor. İlerledikçe daha da rahatsız edici bir atmosfere bürünen ve izleyicisine hayranlıkla karışık bir şok duygusu yaşatan film, yılın en kendine özgü güzelliklerinden biriydi. M.A.

49. So Long, My Son

Berlin Film Festivali’nden en iyi erkek ve kadın oyuncu ödülleriyle dönen So Long, My Son, Çin’in 30 yılı aşkın bir süre boyunca uyguladığı tek çocuk politikasının bıraktığı izleri bir aile üzerinden takip ediyor. Beijing Bicycle ve Red Amnesia gibi filmlerin yönetmeni Xiaoshuai Wang’ın yönetmen koltuğunda oturduğu film, çarpıcı senaryo kurgusunu sosyal gerçekçi ve melodramatik unsurları kullanarak şekillendiriyor. Bir ailenin yaşamını 1980’lerden günümüze dek takip eden film, bir ömür süresinde akıl almaz toplumsal dönüşümlere sahne olan Modern Çin tarihine tanıklık etme işlevine de sahip. E.B.B.

48. Rocketman

Elton John’un çocukluktan itibaren hayatını ve müzikal yolculuğunu merkeze alan, müziğe doyuran Rocketman; şüphesiz 2019’un en dikkat çekici yapımları arasında yer aldı. Yer yer gerçek üstü bir üslupla derdini anlatan Rocketman’de anne ve babasının Elton John’a göstermediği sevgi ve desteği, menajeriyle ilişkisinden sonra yaşadığı hayal kırıklıklarını izlerken onun tarafını tutmamak mümkün olmuyor elbette. Ama zaten onun tarafını tutarak izlemeye başladığımız bir film Rocketman. Yaşayan bir müzik efsanesinin hayatına ışık tutan Rocketman’i izleyin. H.S. 

47. Toy Story 4

Pixar’ın gözbebeği serisi, 2010’lu yılların en iyi filmlerinden biri olan bir önceki filminden sonra, yine son derece formunda bir devam filmiyle dönüş yaptı. Hayatlarında önemli bir kırılma ânı yaşayan kahramanlarımız, bıraktığımız yerden, hayat denen zorlu sınavda yepyeni maceralarla sınanıyor ve yine hem güldürüp, hem de bolca gözyaşı döktüren, bağırlara basılası bir hikâyeyi konu ediyor. Bu seri sonsuza kadar sürse gıkımız çıkmayabilir. M.A.

46. Beats

Büyümek ve bunu yaparken de kendin olmaya devam edebilmek denen zorlu sınavı onlu yaşlarının sonlarına gelmekte olan iki kahramanının saçma sapan bir macerası üzerinden anlatan bu eğlenceli İngiliz gençlik ve müzik filmi, yılın seyir zevki yüksek işlerinden biriydi. İzleyicisini 90’lı yılların ortasında, walkmanlerin, sokak kültürünün orta yerinde bırakan Brian Welsh’in bu tatta daha çok parlak işini izleyeceğimiz kesin. M.A.

45. Booksmart

Oyuncu kimliğiyle tanıdığımız Olivia Wilde’ın yönetmen olarak ilk işi, birbirinden eğlenceli yan karakterler ve birbirinden tuhaf parti sahneleriyle dolu, kuir bir dostluk ve büyüme hikâyesi olarak karşımıza çıkıyor. Lise hayatları boyunca örnek birer öğrenci olmayı her şeyin önüne koymanın pişmanlığını mezuniyet törenine beş kala hissetmeye başlayan iki genç, birer liseli olarak son gecelerini unutulmaz bir deneyime dönüştürmek ve dört yıllık eğlenceyi bir geceye sığdırmak için kolları sıvıyor. E.E.

44. Tell Me Who I Am

Yılın en tuhaf seyir tecrübelerinden birini, Netflix yapımı bu belgeselin yaşattığını söylemek güç değil. Bedensel bir ortaklık dışında ruhsal bir bağa da sahip olduğun bir sevdiğinle yaşanan bir trajedi sonrası, zihinsel bir iletişim kurmanın mümkünatı üzerine bir gerçek yaşam öyküsü anlatısına girişen film, ilerledikçe beliren yeni sürprizlerle izleyicisinin ağzını bir karış açtıran o sıra dışı dökümanter tecrübelerinden birine ev sahipliği yapıyor. M.A.

43. Dolemite is My Name 

1970’lerde üne kavuşmak ve köşeyi dönmek için elinden geleni ardına koymayan kült komedyen, müzisyen ve aktör Rudy Ray Moore’un gerçeküstü hayatını konu alan ve Eddie Murphy’den sıkılanları fena halde ters köşeye yatıran bir altkültür Afro-amerikan komedisi… The Room ya da I, Tonya gibi kült-severlerin Eddie Murphy’i kendi konfor alanında yıldızlaştıran bu biyografiden zevk almaması imkânsız. D.B.

42. Ad Astra

Uzayda geçen bir Hamlet ya da Solaris’in baba – oğul versiyonu gibi tanımlanabilecek bu etkileyici uzay dramı, Brad Pitt’in hem yapımcı koltuğunda oturduğu, hem de başrole yerleştiği, seyir zevki yüksek ve bir o kadar da buruk bir bilim-kurgu harikasıydı. Aksiyon sahneleriyle Mad Max: Fury Road’un uzayda bir uzantısını andıran, yalın dili ve atmosferik müzikleriyle öne çıkan film, insan zihni ve kalbi arasındaki köprüye dair etkili tespitlerde bulunuyor. M.A.

41. By The Grace of God

69. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazanan François Ozon filmi Grace a Dieu (By The Grace of God) Lyon’da yaşanmış bir taciz hikâyesini beyazperdeye taşıyor. Aynı pederin tacizine uğramış üç çocuğun yetişkinliklerinde bu duruma bir dur demek adına girdikleri mücadele, git-gelleri, kabulün dayanılmaz ağırlığı son derece akıcı ve hızlı bir üslupla aktarılıyor. Filmin en ilginç taraflarından biri de şüphesiz vizyona girdiği tarihte söz konusu davanın hâlâ devam ediyor olmasıydı. H.S. 

40. Fourteen

Kendi acılar içindeki varoluş tecrübesini, yakın çevresinin hayatının derinlerine nüfuz ettiren, kişisel kaygılarını toplu bir histerinin parçası haline dönüştüren yakın arkadaş terörünün, beyaz perdedeki en temiz ve etkileyici anlatımlarından birine sahip Fourteen, başarılı senaryosu, güçlü rejisi ve sade ancak vurucu oyuncu performanslarıyla yılın, hak ettiği ilgiyi görmemiş Amerikan bağımsız sineması cevherlerindendi. M.A.

39. Joker

DC dünyasının Nolan’ın üçlemesinden beri tatmin edemeyen sinema macerası, aradığı ivmeyi bir süper kahraman filmiyle değil, bir anti-kahraman filminde buluyor. Joaquin Phoenix’in Jack Nicholson ve Heath Ledger’ın unutulmaz performanslarını aratmayan oyunuyla Joker, çizgi roman dünyasının belki de en popüler kötüsünün köklerine karanlık, dramatik, psikolojik ve bir yolculuğa ve davet ediyor ve bu davet Gotham’ın değişimi nezdinde ezilenlerin intikamına, sokaklara dökülen halkın sesine evriliyor. E.E.

38. Babyteeth

Az kalan zamanını yaklaşan ölümün yasını tutmaya harcamak yerine kalan zamanı mutluluk ve aşkla doldurmanın yollarını arayan gencecik Milla’nın eve getirdiği genç adam, ailesini tedirgin ediyor: Uyuşturucu bağımlısı, dövmelerle kaplı vücuduyla serseri görünen Moses, hayatı ellerinden kayıp giden bu hayat dolu ergenin hayata tutunma aracı oluyor. İlk uzun metrajlı filminde izleyicisiyle perdeye kazıdığı ara başlıklarla konuşan Shannon Murphy, ölümü beklemek yerine yaşamanın tadına varmayı öğütlüyor. E.E.

37. Les Miserables

Fransa’nın Dünya Kupası zaferi kutlama görüntüleriyle hafızalardan çıkmayacak bir açılış yapan Sefiller, 2017’de kısa film halinde bu fikrin temellerini atmış olan Ladj Ly’nin ilk uzun metrajı. Geçtiğimiz sene Cannes’dan Jüri Özel Ödülü kazanan film, ayrıca bu sene Fransa’nın En İyi Uluslararası Film Oscar’ı adayı seçildi. Mathieu Kassovitz ve Spike Lee tarafından çok daha iyi örneklerinin verildiğini savunabileceğimiz bu öfkeli banliyö hikâyesi, Fransa’nın güncel politik iklimine polis gözünden bir bakış sunuyor. İ.T. 

36. Cancion Sin Nombre (Song Without A Name)

Görsel anlatı diliyle 2018 yapımı Roma’yı andıran, yarattığı etki ise uzun zamandır izlediğimiz başka hiçbir şeye benzemeyen bu hüzün dolu Peru filmi, kısa filmleriyle tanınan Melina Leon’un ilk uzun metrajlı filmi. Gerçek bir hayat hikâyesine dayanan ve doğumu sonrası kaçırılan kayıp bir bebeğin izinden bir arayış öyküsü anlatan yürek burkan melodram, Cannes Film Festivali’nde de Altın Kamera yarışının en güçlü isimlerinden biriydi. M.A.

35. Synonyms

Ordusunda hizmet ettiği İsrail’den Fransa’ya kaçan Yoav boş bir eve girer, duştayken eşyaları çalınır, donmak üzereyken uyuya kalır, sabah kendisini bulan zengin bir genç çiftin cebine koyduğu parayla şehrin “öteki” tarafında bir ev tutar. Navad Lapid’in daha ilk beş dakikasında siyasi sembolizme buladığı ve hesaplı bir tutarsızlıkla akan filmi, eski yaşamından ve ana dilindeki kelimelerden uzaklaşmaya çalışan genç bir adama, ütopyanın uçuculuğuna ve hiçbir yere ait olamamaya dair. Y.A.

34. Talking About Trees  

Sudanlı yönetmen Suhaib Gasmelbari’nin adını Bertolt Brecht’in bir şiirinden alan filmi Talking About Trees, sinema sevgisine ve yaşama tutunmaya adanmış bir belgesel. Filmde Sudan Sinema Kulübü adını verdikleri sinema grubunda ülkelerinin El Beşir diktatörlüğü döneminde uzak kaldığı sinema kültürünü yeniden canlandırmaya çalışan 45 yıllık 4 dostun hikâyesini izliyoruz. Kendileri de ülkeleri için önemli birer sinemacı olan ve uzun yıllar ülkelerinden ve birbirlerinden ayrı kalan İbrahim, Süleyman, Manar ve Altayib’in geçmişte çektikleri filmlerden sahnelerin de kullanıldığı film, sinemanın birleştirici gücü ve yaşama dair düşündürdükleri adına sıcakkanlı ve umut verici bir dünya kurmayı başarıyor. E.B.B.

33. Evge (Homeward)

Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış bölümünde karşımıza çıkan belki de en etkileyici film olan Evge, trajik bir kayıpla bir araya gelen baba oğulun, acılı bir defin yolculuğunu merkez alıyor. 22 yaşından beri çektiği kısa filmlerle tüm dünyayı gezen Ukraynalı yönetmen Nariman Aliev’in henüz 28 yaşında çektiği bu ilk uzun metrajlı filmi, dünya sinemasına, sonraki yıllarda adını sıkça duyacağımız genç bir sinemacıyı müjdeliyor. M.A.

32. The Farewell

Ölümcül hastalığından bihaber babaanne ve ona veda etmek için bir düğün bahanesiyle Çin’de toplanan, dünyanın iki farklı köşesine dağılmış ailesi… Yönetmen Lulu Wang’in ailesinin Çin kültüründe oldukça yaygın bir yalana başvurarak yaşadığı gerçek olayları beyaz perdeye taşıyan bu film, Awkwafina ve Zhao Shuzhen’in tanıdık babaanne – torun ilişkisini mükemmel bir uyumla yansıtması sayesinde kahkaha ve gözyaşına boğuyor; doğu ve batı kültürlerinin çatışmasını sımsıcak bir aile filmine dönüştürüyor. E.E.

31. It Must Be Heaven

Filistinli yönetmen Elia Süleyman’ın son filmi It Must Be Heaven; Maslov Piramidi’nin alttan üçüncü sırasında yer alan “aidiyet” meselesine odaklanıyor. Filmin hem yönetmeni hem oyuncusu hem de deyim yerindeyse gözü, yani kamerası konumunda yer alan Süleyman; Paris ve New York’ta tutunmaya çalışıyor ama ona her şey doğduğu yeri hatırlatıyor. Süleyman’ın Paris ve New York’ta karşılaştığı “garipliklerin” kahkahaya boğduğu film 2019’un kesinlikle en iyilerinden. H.S. 

30. Bacurau

Yakın gelecekte Brezilya kırsalında bir köyde olduğunuzu düşünün… Bu köy gizemli bir şekilde bütün haritalardan ve küresel GPS sisteminden silinen gizemli Bacurau olsun. Psikedelik uyarıcılarla tetiklenmiş yerlileri, art niyetli siyasileri, uçan daireleri, kana susamış Amerikalı turist çetesi ve başlarında ürkütücü bir Alman olsun; o da Udo Kier olsun. Bu asla bir fıkra değil. Brezilya’nın güncel politik duruşunu azarlayan, yüksek tesirli, bol gerilimli bir politik fantazyadayız. Yönetmen Kleber Mendonça Filho’nun Neighboring Sounds (2012) ve Aquarius (2016) filmlerinden aşina olduğumuz gerilim, şiddet ve güçlü müzik kullanımının kalibresini artırdığını ve modern Brezilya hikâyeleri anlatmaya devam ettiğini söyleyebiliriz. D.B.

29. Us

Senaryosu ile Oscar kazandığı Get Out’ta korku klişeleriyle ırkçılık kavramı üzerine odaklanan Jordan Peele, ikinci uzun metraj denemesinde toplumsal bakışının çapını genişletti. Tatile çıkan dört kişilik bir ailenin fiziksel ikizleriyle kanlı karşılaşması vesilesiyle insanların gizli arzuları ve karanlık itkilerine odaklanan Peele, mizahi, bulmacalı ve oyunbaz tarzına rağmen öyküsünün merkezine imtiyaz, yabancılaşma ve yoksunluk gibi derin meseleleri yerleştiriyor. Y.A.

28. Fin de Siglo (End of The Century)

Arjantinli yönetmen Lucio Castro’nun, Barselona’da tesadüfen karşılaşan iki adamın hikâyesi üzerinden anlatmaya koyulduğu ve ilerledikçe ilişkilerin zaman ve mekân odağı ortadan kalkmış döngüsü üzerine etkileyici cümleler kurmayı beceren bir işe dönüşen bu başarılı ilk filmi, yılın kalburüstü LGBTi+ temalı işlerinden. Her ne kadar geniş kitlelerin radarına girememiş görünse de Castro’nun sonraki filmleriyle yeni başarılara imza atacağı kesin gibi. M.A.

27. A Vida Invisel (Invisible Life)

Kâğıt üzerinde Yeşilçam tarihinde benzerlerine çok sayıda filmde rastladığımız bir hikâye anlatıyor gibi görünen bu Brezilya melodramı, ele aldığı güçlü kadın karakterlerinin başarıyla yazılmış ve oynanmış olması ve sürükleyici senaryo kurgusuyla turnayı gözünden vurmayı başarıyor. Dünya prömiyeri yaptığı Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünün büyük ödülünü de kucaklayan film, kardeşlik üzerine beyaz perdede gördüğümüz en etkileyici filmlerden biri. M.A.

26. The Wild Goose Lake

Başı belaya giren bir gangster, peşine düşen polis ve düşmanlar, gizlendiği yerde ona eşlik eden gayeleri muğlak bir kadın… Black Coal, Thin Ice sonrasında beş yıllık bir ara veren Diao Yinan, geri dönüş filminde aslında dümdüz bir suç öyküsü anlatmakta. Ancak paralel hikâyeler arasında kronoloji atlayan kurgu olay örgüsünü bulandırıp ikincil kılarken aklımızda esas olarak detaycı aksiyon koreografileri ve neona bulanmış labirent gibi bir şehri cambaz ustalığıyla arşınlayan kamera kullanımı kalmakta. Y.A.

25. Atlantique

72. Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan Atlantique, yönettiği kısa filmler ve oyunculuk kariyeriyle tanınan Senegal asıllı Fransız yönetmen Mati Diop’un ilk uzun metrajı. Diop’u Altın Palmiye için yarışan ilk siyah kadın yönetmen yapan Atlantique, Senegal’in başkenti Dakar’da yaşayan Ada’nın hikâyesine odaklanırken Senegal’in toplumsal yapısı, mülteci meselesi ve sınıfsal eşitsizlikler üzerine düşünen, çok yönlü bir anlatı kuruyor. Öte yandan tür sinemasının dinamiklerini kullanan ve türler arasında geçişler yapan tarzıyla bu çok yönlülüğünü biçimsel olarak da genişletiyor. E.B.B.

24. Ich War Zuhause, Aber (I Was At Home, But…)

Kendine özgü, keskin ve mesafeli anlatım dili, içine girmesi başta zor görünen ancak girmeyi başaranları da etkileyici sinema diliyle ödüllendiren Alman yönetmen Angela Schanelec’in bu yıl Berlin Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ödülüyle dönen son filmi, 13 yaşındaki çocuğunun bir anda ortadan kaybolmasının ardından gündelik rutini merkezden sarsılan bir kadının etrafında dönüyor. Schanelec’in gerçek hayat ritmini, nefes aldıran eslere buladığı bu aydınlık kâbusu, kesinlikle yılın en ilgiye değer filmlerinden biriydi. M.A.

23. Jojo Rabbit

Yeni Zelanda’nın çağımız sinemasına armağanı, rengârenk ve haylaz karakterlerin, çılgın olay örgülerinin yaratıcısı Taika Waititi’nin II. Dünya Savaşı filmi, kendine hayali arkadaş ve idol olarak Adolf Hitler’i seçmiş küçük bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Jojo’nun, annesinin tavan arasında sakladığı Yahudi kız aracılığıyla içindeki ırkçı ve faşistle imtihanı masalsı bir taşlamaya dönüşürken, bilhassa çocuk oyuncuların performanslarıyla geçtiğimiz yüzyılın en yıkıcı dönemi eğlenceye dönüşüyor. E.E.

22. Kız Kardeşler

Emin Alper, prömiyerini Berlinale’de yaptıktan sonra İstanbul Film Festivali’nde ödüle boğulan filminde, bizi Anadolu’nun herhangi bir köyüne, herhangi bir hanesine sürüklüyor. Bir yanda kasabaya besleme olarak gidebilmek için birbiriyle rekabete girmiş üç kız kardeş, bir yanda çilingir sofrasında onların kaderini belirlemek için çene çalan bir grup erkek, bir yanda gecenin karanlığında olacakları merakla, heyecanla ve endişeyle izleyen, her şey bir masalmış gibi dikkat kesilen biz… E.E.

21. Systemcrasher

Yönetmenliğini ve senaristliğini Nora Fingscheidt’ın üstlendiği Systemcrasher, 2019’un sürpriz hazinelerinden birisiydi. Dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan ve buradan Alfred Bauer Ödülü’yle dönen bu ilk film, öfke kontrol sorunları yaşayan dokuz yaşındaki Benni’nin hayatına odaklanıyor. Benni’nin öfke dolu, şiddetli ve kontrol edilemez iç dünyasını neredeyse taklit eden, enerjik, gürültülü ve kabına sığamayan bir rejiyle takip eden Systemcrasher, Benni’nin peşinde koşuyor, atlıyor, zıplıyor – karakteriyle arasında onu yargılamayacak kadar mesafeli, ona acımayacak kadar şefkatli bir ilişki kurmayı beceriyor. E.B.B.

20. Little Women 

Louisa May Alcott’un 1860’lar Amerika’sında dört kız kardeşin büyüme hikâyesine odaklanan Küçük Kadınları’ını bir de Lady Bird ile harika bir çıkış yakalayan Greta Gerwig’in yorumuyla izliyoruz. Saoirse Ronan’dan Meryl Streep’e inanılmaz oyuncularla bezeli ensemble kadrosuyla bizlere dönem filmi paketinde küçük bir şenlik sunan yapım, feminist endişelerin aksine karakterlerin duygularına da saygı duyarak günümüz sosyo-politik ortamında kendine sağlam bir yer edindi diyebiliriz. İ.T.

19. A Hidden Life 

Avusturya’nın pastoral bir dağ köyünden İkinci Dünya Savaşı’na uzanan az bilinen bir kahramanlık öyküsü ve Franz Jägerstätter ismini akıllara kazıyacak bir vicdani red draması… Terrence Malick’in 2000’ler filmlerinin tamamına imzasını atan görüntü yönetmeni Lubezki’den ayrılarak Tree of Life’da kameraman olarak çalıştığı Jörg Widmer’le benzeri bir destansılıkla orkestre ettiği, alışılageldik WWII dramalarının ezberini bozan bir yalnızlık ağıtı. D.B.

18. The Last Black Man in San Francisco

Bu yıl Midsommar, The Lighthouse, The Farewell, Waves gibi pek çok sıra dışı Amerikan bağımsızında imzası bulunan ve yakın tarihli Amerikan indieleri arasındaki modern kültlerinden bazılarının yaratıcısı A24’dan 2019’un en başarılı filmlerinden birine daha imza atıyor. Joe Talbot imzalı bu başarılı ilk film, şehir ve insan arasındaki ilişkiyi, bellek ve kimlik üzerinden biçimlendirerek sessizce deri altına işliyor. M.A. 

17. Monos

Bir dağın tepesi, sekiz eli silahlı çocuk, tutsak bir kadın, emanet bir inek ve muğlak bir savaş… Alejandro Landes’in Kolombiya’nın çalkantılı siyasi tarihinin esintilerini taşıyan ve izleyiciyi el kamerası marifetiyle tabiatın coşkunluğuyla baş başa bırakan öyküsü, insanın derinindeki şiddet duygusu ve otorite karşısındaki tepkisi üzerine kafa yormakta. Mica Levi’nin ses manzaralarıyla iyice tedirgin bir ruh durumuna sürüklenirken savaşın mekânının biz neredeysek orası olduğunu fark ediyoruz. Y.A.

16. J’ai Perdu Mon Corps (I Lost My Body)

Geçmişten gelen travmatik bir bağıntıyı aşma çabası üzerine uzun zamandır gördüğümüz en etkileyici filmlerden biri olan bu enfes Fransız animasyonu, dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Cannes Film Festivali’nden bu yana, yılın en çok adından söz ettiren işlerinden biri. Beden ve hafıza bağı, geçmişinden kurtulup özgürleşme ve daha pek çok başka temada büyük büyük cümleler kurmak yerine sade ve etkili bir şahitlik hissiyle izleyicisini sinema salonundan uyarlayan bu incelikli filmi ve sizle birlikte gezinen müziklerini ıskalamayın. M.A

15. Once Upon A Time… in Hollywood

İflah olmaz bir sinefil olan ve bunu her fırsatta dile getirmekten çekinmeyen Tarantino’nun “1960’lar Hollywood’una aşk mektubu”, birçok açıdan fazla dağınık ve kişisel bulunmuş, hayranlarında hayal kırıklığı yaratmıştı. “Mise en abyme”in en güzel örneklerinden olan filmin sektörle ilgili bize hatırlattığı belki de en temel şey, aslında her auteurün kendi evreninin tanrısı olduğu gerçeği. Tarantino’nun kendine yarattığı bu evrende eski bir davayı kapatırcasına efsane Bruce Lee’yi bir dublörden dayak yerken göstermesi, Manson cinayetlerinin sonucunu kendi adalet anlayışıyla revize etmesi ve biraz tek boyutlu bulunan bir biçimde Sharon Tate’i yalnızca bir trajedinin kurbanı olmaktan öte kendi halinde hayattan zevk alan genç bir oyuncu olarak tasvir etmesi bunu kanıtlar nitelikte. İ.T.

14. Uncut Gems

En son Good Time’ını izlediğimiz, Amerikan bağımsız sinemasının en frapan ve en çarpıcı işlerinden bazılarına imza atarak herkesi heyecanlandıran Safdie Kardeşler’in son filmi Uncut Gems, yılın sürpriz atlarından biriydi. Safdie’lerin her zamanki gibi dur durak bilmeyen bir ritme sahip anlatısı, takip etmenin epey dikkat istediği bir suç hikâyesiyle birleşiyor ve Adam Sandler’ın muhteşem performansından da güç alarak yılın en şaşırtıcı ve güçlü işlerinden birine dönüşüyor. M.A.

13. About Endlessness

Prömiyerini yaptığı 76. Venedik Festivali’nden Gümüş Aslan ile ayrılan film, var olma fikrinin saçmalığına büyük bir hayranlık besleyen Andersson’un son canlı tablosu. Yönetmenin alamet-i farikası soğuk renkler eşliğinde hareket etmeyi reddeden kamerası, epik ve sıradan diye etiketleyebileceğimiz olaylara aynı mesafeden bakarak bu ikisi arasındaki farkı ortadan kaldırıyor. 76 dakikaya sonsuzluğu sığdırma gibi muzip bir fikri de barından filmde bize, belirsiz bir gelecekten seslenen genç bir kız eşlik ediyor. İ.T.

12. Dylda (Beanpole)

Henüz 26 yaşında çektiği ilk filmi Tesnota ile tüm dünyada büyük beğeni kazanan Kantemir Balagov’un geçtiğimiz aylarda Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve büyük beğeni kazanan son filmi Beanpole, izleyicisini, Leningard’da 2. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında yeniden bir hayat kurmaya çalışan karakterlerinin arasında gezdiriyor. İnsanı deri altından işlemeyi başaran ve sinema tarihine Iya adlı benzersiz bir karakter armağan eden bu vurucu dram, Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Yönetmen ve FIPRESCI ödüllerini de kazanmıştı. M.A.

11. Varda by Agnes

Beyaz perdenin görüp göreceği belki de en özgün birkaç sinemacıdan biri olan Agnes Varda’yı sonsuzluğa uğurladığımız bu yıl, ironik bir biçimde bize Varda’nın kendi dilinden kendi sinemasını anlattığı bu dökümanter harikasını da armağan etti. Varda’nın beyaz perdeye vedası niteliğindeki bu belgesel, kendisi bir kum fırtınasında gözden kaybolurken şu sözleri ardında bırakıyordu: “Sanırım bu sohbeti böyle bitireceğim. Flulukta kaybolup aranızdan ayrılacağım…” Yalnızca bu unutulmaz sinemacının iş yapma biçimini anlayabilmek adına dahi bu filmi kaçırmayın. M.A.

10. And Then We Danced

Gürcistan asıllı yönetmen Levan Akin’in yola Cannes Film Festivali’nde başlayan filmi, ataerkil ve homofobik bir toplumda farklı olmanın, benliğini ve cinsel kimliğini özgürce keşfetmenin, yaşamanın zorluklarını konu alıyor ve bunun bedelini sorguluyor. Her şey, Tiflis’in en disiplinli halk dansları topluluklarından birinin gözde dansçılarından Merab’ın, muhafazakâr ve katı kurallarla varlığını sürdüren bu gruba yeni katılan Irakli’nin cazibesine karşı koyamadığını fark etmesiyle başlıyor. Cinsel gerilim arttıkça ikisinin birbirinden, çekimlerinden, ilişkilerinden ve gelecekten beklentilerinin farklı olduğu ortaya çıkıyor. Tam da filmde tasvir edilen ülke ve toplumdan bekleneceği üzere, Gürcistan tarafından olaylı bir şekilde reddedilen ve ortak yapımcısı İsveç’in bağrına bastığı film, yaşadıklarını boğaz düğümleyen bir koreografiyle dışavuran Merab’ın sesini ve isyanını dünyaya bağırıyor. E.E.

9. Hvitur, Hvitur Dagur (A White, White Day)

Alelade ölümün geride kalanda yarattığı tahribat ve yoksunluk, gidenle konuşulmayanların yükü, başka insanlardan toparlanmaya çalışılan detayların o insanlarda yarattığı tedirginlik ve daha bir dolu içsel sancı ve karmaşık duygu üzerine bu denli çarpıcı bir film izleyebilmek her zaman başımıza gelecek bir şey değil. İzlandalı yönetmen Hlynur Palmason, iki yıl önce izlediğimiz ilk işi Winter Brothers’dan sonra bir kez daha oldukça etkileyici bir film ve kendisinden henüz ikinci işinde beklenmeyecek olgunlukta bir sinemasal başarıyla karşımızda. Yas sürecinin tüm sancısını olgun kahramanının omzuna yüklediği hikâyesini anlatırken, bu yası hayatın dönüşümü, doğanın süregelirliği ve yaşamın tazeliği ile çevreleyen ve tüm bu akışı isyankâr bir başkaldırıya dönüştüren bu çarpıcı film, geride bıraktığımız yılın baş yapıtlarından birine sessiz sedasız dönüşmüş durumda. Başroldeki Ingvar Sigurdsson ise kesinlikle yılın en iyi performanslarından birini veriyor. M.A.

8. Midsommar

Hereditary’yle geçtiğimiz yılın ses getiren korku filmlerinden birine imza atan yönetmen Ari Aster, ikinci filmi Midsommar’la çağdaş korku sinemasının yıldızlarından birine dönüştü bile. 1970’lerin “folk horror” türünü yeniden üreten ve bir grup ABD’li genci bir İsveç kasabasının kadim ritüellerinin ortasına atan Midsommar, seyircinin beklentileriyle ustalıkla oynayan, karanlıktan ve tehlikeden ziyade alabildiğine aydınlıktan ve güler yüzlülükten kaygı verici bir tekinsizlik devşiren, ustalıklı bir reji gösterisi. Başrolde izlediğimiz Florence Pugh’un sanki seyircinin film karşısındaki hâlini aynalayan oyunu ise bu yılın unutulmaz performanslarından birisi. E.B.B.

7. Pain and Glory 

Pedro Almodovar’ın son filmi Pain and Glory; Antonio Banderas’ın hayran bırakan performansı dışında dokunaklı hikâyesiyle de seyirciyi etkisi altına almakta gecikmiyor. Bir zamanların başarılı yönetmeni Salvador Mallo hem hayata ve sinemaya küsmüş hem de ruhsal ve fiziksel olarak acı içindeyken, bir hikâyesi olduğunu hatırlıyor ve depresyonun en dibindeyken ayağa kalkma umudunu tekrar buluyor. Yönetmenin kendine has dilinin ve renklerinin sirayet ettiği filmde; kaybın ve yasın insan bedeninde yarattığı defo en ince şekilde işleniyor. (bkz: pek çok kişinin örnek verdiği yere yastık koyarak eğilme sahnesi.) Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Müzik kategorilerinde ödülleri kapan film; İspanya’nın bu seneki Oscar adayı. Banderas da elbette güçlü En İyi Erkek Oyuncu adayları arasında. Almodovar’ın hayatından esintiler taşıyan, kimi kaynaklara göre birebir kendi hayatı olan bu film mutlaka izlenmeli… H.S. 

6. The Lighthouse

The Lighthouse, The Witch ile beğenileri üstüne çeken ve 2015 Sundance Film Festivali’nden yönetmenlik ödülüyle ayrılan Robert Eggers’ın ikinci uzun metraj filmi. Başrollerini Robert Pattinson ile Willem Dafoe’nun paylaştığı psikolojik korku filmi, yıllarını deniz bekçiliği yaparak geçirmiş Thomas ve yanına gönderilen, deniz bekçiliğini ilk kez tecrübe edecek Ephraim’in yalnız olduğu bir adada geçiyor. Ephraim’in Thomas’ın tahakkümü altında köle gibi çalıştığı adada şahit olduğu gizemli olaylar ve Thomas’ın davranışları, zamanla Ephraim için ışığı, deniz fenerini bir merak haline getiriyor. Fenere bekçilik yapmak bir iktidar mücadelesine, fener de erkeklik krizinin işaret ettiği fallosantrizme gönderme yapan bir nesneye dönüşüyor. Gerçeğin hayalle karıştığı, zaman algısının dönüştüğü, isimlerin, karakterlerin iç içe geçtiği, yer değiştirdiği The Lighthouse, daha başlar başlamaz tekrar eden seslerle, büyüyen gözbebekleriyle, karanlıkla ve ışıkla seyircinin psikolojisini de filme dahil eden baştan sona ürpertici bir gerilim sunmayı başarıyor. M.M.

5. The Souvenir

Büyüme ve kendini var edebilme yolculuğunda sizinle birlikte ilerleyen ve büyüyen gönül ilişkisi, varoluşunuzun kendisiyle kıvılcımlar çıkaran bir çatışmaya giriştiğindeki çaresizlik hissi size tanıdık geliyorsa, bu filmin etkisinin de kolay kolay belleğinizden silinebilmesi güç görünüyor. İngiliz sinemasının en yetenekli yazar yönetmenlerinden Joanna Hogg’un imzasını taşıyan ve dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Sundance Film Festivali’nden bu yana yılın bağımsız hit’lerinden birine dönüşen bu muhteşem drama, bizleri 80’li yılların başlarında Julie adlı bir sinema öğrencisi kadının yaşadığı, duygusal açıdan bir hayli zorlu yolculuğa davet ediyor. Honor Swinton Byrne ile Tom Burke’den nefis performanslar alan, Tilda Swinton’ın kızı Honor’ı bu ilk başrol deneyiminde yalnız bırakmadığı filmin, insanın kalbini paramparça ederken, bir yandan da her şeye rağmen yaşamın çeşitliliğine dair içimize ufak bir umut kırıntısı ekmeyi ihmal etmeyen finali de kolay unutulmayacak cinsten. M.A.

4. The Marriage Story

Amerikan bağımsız sinemasının 2000’li yıllardaki John Cassavetes’i niteliğindeki Noah Baumbach’in The Squid and the Whale, Frances Ha, The Meyerowitz Stories gibi sevilen indie hit’lerinin yanına yerleştirdiği ve bir anlamda kariyerinde bir zirve noktasına ulaştığı son filmi, hayatının herhangi bir döneminde, herhangi bir gönül macerası yaşamış herhangi bir insan için yürek dağlayan bir seyir tecrübesine dönüşmesi kaçınılmaz bir şaheser olarak karşımızda. Hem kariyerleri, hem de kalpleri uzun süre birbirine paralel şekilde uzanmış bir çiftin ayrılık ve boşanma süreçlerine odaklanan bu duygu yüklü, komik, gerçek ve sarsak ilişki hikâyesi, kırık kalplerin x-ray’i çekilse nasıl görünecekse, tıpkı öyle. Başroldeki Adam Driver ve Scarlett Johansson’ın şüphesiz kariyerlerinin en iyi performanslarını sergilediği, Laura Dern, Ray Liotta, Alan Alda, Merritt Weaver gibi isimlerin yandan nefis oyunlar çıkardığı film, 2019’un viral hit’lerinden birine dönüşen kavga sahnesi başta olmak üzere pek çok unutulmaz anıyla şimdiden 2010’ların en iyi filmlerinden birine dönüşmüş durumda. M.A.

İllüstrasyon: Gizem Gündüz

3. Parasite

Oscar adaylıkları açıklandığında Parasite’in resmî twitter hesabından “It’s so metaphorical” mesajı paylaşıldı. Komediden korkuya zahmetsizce savrulan filmde de dillendirilen bu ibare, zengin bir ailenin gösterişli evine çeşitli hilelerle sızan yoksul bir aile üzerinden yapılan sınıf eğretilemesini mimlemekteydi. Bong Joon-Ho’nun sınıf meselesini ele alışı bir yanıyla kör gözüm parmağına denebilecek bir tarzda. Kanalizasyonun evleri bastığı mahalleyle zengin muhitteki mimarinin, üç kuruşa tüketilen pizzalarla ağzına kadar dolu buzdolaplarının tezatı üzerinden işaret edilen gelir dağılımındaki adaletsizlik vurgusu gayet berrak. Öte yandan Parasite’i çarpıcı kılan esas unsur alt sınıf mensuplarının çıkışsızlığını görünür kılması. Sınıf atlamak adına kendi gibileri merdivenden aşağı itmekten çekinmeyen yoksul aile tüm kurnazlıkları ve çabalarına rağmen köşeye sıkışıyor, hiç olmadı kokuları onları ele veriyor. Sistem riyakarca herkesin kendi kaderini kendi eline almasını muştulasa da her şey aleyhlerine olacak şekilde tasarlanan bireyler konumlarını, onurlarını ve en nihayetinde hayatlarını kaybediyor. O yüzden bir plana sahip olmamak kimilerini hayal kırıklığından koruyabilecek yegâne unsur. Bu gerçeğin de mecazlık bir yanı yok. Y.A.

İllüstrasyon: Selçuk Ören

2. The Irishman

Martin Scorsese’nin Robert DeNiro ile birlikte 20 yıldır gerçekleştirmeye uğraştığı bu tutku projesi, nihayet bu yıl tamamlanmış haliyle karşımıza çıktı ve sinema tarihine bir eşsiz klasik daha armağan edilmiş oldu. Scorsese kişisel filmografisinin özünü, yılların birikimi ve ustalığıyla harmanlayarak, usta işi bir suç filmine dönüştürüyor ve DeNiro’nun yanına Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel gibi ustaları da ekleyip, beyaz perdeye belki de bu ekiple son bir devasa çıkartma yapıyor. Sinemaya uyarlanabilmesi imkânsız gibi görünen I Heard You Paint Houses romanından Steve Zaillian’ın başarıyla uyarladığı bu üç buçuk saatlik epik başyapıt, nedamet ve kayıp duygusu üzerine küçücük bir sırrı, izleyicisine görkemli bir ömürlük macera üzerinden fısıldamayı tercih ediyor ve 20 yıldır bu projenin tamamlanmasını bekleyen Scorsese fanatikleri, yaşam boyu etkisi sürecek bir doyuma ulaşıyor. Sinemanın geleceği üzerine fikir yürütmekten ve işler üretmemekten asla yorulmayan Scorsese, Netflix tarihinin de belki de en tatmin edici yatırımına vesile olmuş oldu The Irishman ile. M.A.

İllüstrasyon: Sadi Güran

1. The Portrait of A Lady on Fire 

Bakmak, görmek, tekrar bakmak, yeniden görmek, anlatmak, dokunmak, bir daha bakmak, bakamamak, unutmak, unutamamak… Ve tüm bunların dökülüp mühürlendiği bir yerde, bir kitabın sayfa numarasında, rüyalara giren bir imajda ve kendine ait bir rüyada yaşayıp gitmesi. Céline Sciamma’nın The Portrait of A Lady on Fire’ı kişiyi suskunluğa itecek, hakkında konuşmayı imkânsız hissettirecek bir cevhere kavuşturuyor seyircisini. Sanatın nesnesine bakışını, ona kapılışını, onda eriyişini ve kendini ona dönüştürmesini âşık olma haliyle, birine gidip onda kalmanın kadim hisleriyle konuşturuyor. Sinemaya yeniden âşık ediyor. Sciamma’nın dördüncü uzun metrajı olan bu eşsiz film, 18. yüzyılda Fransa’nın Bretonya bölgesinde bir portre yapma işi alan bir ressamın modeline bakışının, ona âşık oluşunun ve bakanla bakılanın birbirine karışmasının, hem Orfe’nin hem de Evridiki’nin hikâyesi. Belki de defalarca anlatılmış bir hikâyeyi, büyük lafların ve sözle aktarılabilir bağlamların güvenine başvurmadan, zarifçe, sarih ve sade bir sinema diliyle anlatan bir film. Filme ait bütün unsurların birbirini taşıdığı, bir pınara aktığı ve seyircisini sanatın, sinemanın ne olduğu sorusunu soracak cürete doğru taşıyabilen bir seyir deneyimi öte yandan. The Portrait of A Lady on Fire, yalnızca 2019’un değil, çağımızın büyük sinema eserlerinden birisi. Bir 21. yüzyıl klasiği. E.B.B.