2021: En iyi 75 film

Sinemaların kepenkleri tekrar açtığı, malum şartlar sebebiyle uzundur ertelenen yapımların bir bir vizyona girdiği, dolayısıyla âdeta film sağanağı yaşanan, bereketli bir sene oldu 2021. Geniş havuzdan seçim yapmak hiç kolay olmasa da bir o kadar geniş jürimizle güçleri birleştirdik, 75 filmlik bir kayıt tuttuk.

75. In the Heights
(Yön: Jon M. Chu)

Lin-Manuel Miranda’nın Hamilton öncesindeki işinin sinema uyarlaması. Yoğun Dominik göçmeni nüfusunun bulunduğu, New York’un Washington Heights bölgesindeki bir grup insanın yaşamlarına ve hayallerine odaklanıyor. Yılın en iyi dans sahnelerini ve John Chu’nun sokakları yaratıcı bir film setine dönüştüren yönetmenlik vizyonuyla, müzikaller açısından elini korkak alıştırmamış bir yılın akılda kalanlarından. Emre Eminoğlu

74. No Sudden Move
(Yön: Steven Soderbergh)

50’lerin Detroit’inde, basit bir belge hırsızlığı için tutulduklarını zanneden bir suç çetesinin, tahmin edilenden çok daha çetrefilli bir durumun içine sürüklenmelerini anlatıyor son Soderbergh filmi. Çehresi hızla değişen bir şehirde çeşitli kademelerden insanların organize suçlara karışmasını izleterek bir dönem portresi çizen bu klostrofobik suç filmi, aynı zamanda başarılı bir kara film örneği. Zeynep Kıymacı

73. Merhaba Canım
(Yön: Ulaş Tosun)

Şair “Arkadaş” Zekâi Özger’i konu alan orta metrajlı belgesel; ismini, onun yayımlandığı dönem epey tartışma yaratmış aynı adlı şiirinden alıyor. 60’lar ve 70’lerde sol öğrenci hareketlerinde ve yayınlarında faal olmuş Özger’in hayatı ile şiirlerinin yanı sıra, çevresince hem doğrudan hem de dolaylı olarak dayatılan heteronormatif erkeklik algılarıyla çarpışan kimliğinin ve dönemin despot askerî uygulamalarıyla çatışan politik görüşlerinin şekillendirdiği iç dünyası aktarılıyor. Zeynep Naz Günsal

72. Ninjababy
(Yön: Yngvild Sve Flikke)

Partilemeyi bir yaşam biçimi hâline getiren grafik tasarımcı Rakel, “olunacaklar” listesinde ebeveynliğe kesinlikle yer vermek istemese de yedi aylık hamile; üstelik bebeğin babasının kim olduğu da meçhul. İstenmeyen hamileliklerde sorumlulukları kadına yükleyen patriyarkanın iki yüzlülüğüne eleştiri oklarını fırlatan, meselesinin getirdiği duygusal derinliğe rağmen mizahı da elden hiç bırakmayan Ninjababy için “Norveç’in Juno’su” desek yeridir. Merdan Çaba Geçer

71. Candyman
(Yön: Nia DaCosta)

Bernard Rose’un Candyman’inin (1992) ruhani devamı niteliğindeki film; partner olan iki sanatçı Anthony ile Brianna’nın soylulaştırılmış Cabrini-Green mahallesinde kökenlerini keşfetmeye karar verişlerini anlatıyor. Eşsiz gölge oyunları, orijinalinden pasajları nakleden çarpıcı dili bir kenara, kendini ayrıcalıklı kılananlara hiç geçit vermemesi asıl mahareti. Esin Çalışkan

70. Madalena
(Yön: Madiano Marcheti)

Madiano Marcheti, ilk uzun metraj filmi olan Madalena’da kamerasını Brezilya kırsallarına çeviriyor ve trans kadın Madalena’nın gizemli cinayeti etrafında kesişen üç hayat hikâyesine odaklanıyor. Nefret cinayetlerinde üst sıralarda yer alan Brezilya’ya eleştirel bir bakış atan film; cinsel kimlik suçlarının toplumdaki görünmezliğini trans kadınlar üzerinden sunma tercihiyle, sorgulatıcı olduğu kadar sarsıcı. Ezgi Oğraş

69. Spencer
(Yön: Pablo Larraín)

Pablo Larraín’in Galler Prensesi Diana’nın kraliyet ailesiyle geçirdiği üç çetin Noel gününü konu alan biyografi filmi; onun kraliyet üyelerinin beklentileriyle çatışan, önyargılar altında bastırılan ya da görmezden gelinen kişiliğini yeni bir duygusal bağlam üzerinden ele alıyor. Kristen Stewart’ın performansının En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday olacağının neredeyse kesinleşmesi sebebiyle, yılın en çok konuşulan işlerindendi Spencer. Zeynep Naz Günsal

68. Le sommet des dieux / The Summit of the Gods
(Yön: Patrick Imbert )

Adını uyarlandığı Jiro Taniguchi imzalı Japon manga serisinden alan animasyon, Everest Dağı’nın zirvesine yapılan ilk tırmanışı saplantı hâline getirmiş bir foto muhabirin, kaybolan saygın bir dağcının peşine düştüğü yolculuk hakkında. Görsel dünyasının ve ses tasarımının etkileyici bütünlüğüyle akıllarda yer edinen film, duygular arasında soluksuz gezdiren 90 dakikalık bir deneyime davet gibi. Yağmur Ruken Kahraman

67. The Humans
(Yön: Stephen Karam)

Stephen Karam’ın sinemada ilk yönetmenlik denemesi; Broadway sahnelerinden perdeye taşınan, yazıp yönettiği ve bolca alkış topladığı aynı adlı oyununun adaptasyonu. Bir ailenin Şükran Günü kutlamasına, içselleştirilmiş toplumsal travmalar ve evin çeşitli temsil biçimleri dâhil oluyor. Esin Çalışkan

66. Ha’berech / Ahed’s Knee
(Yön: Nadav Lapid)

Filistinli bir aktivistin hayat hikâyesini anlatmak isteyen İsrailli sinemacı Y, çok geçmeden kendini başarısızlığa mahkûm iki savaşın ortasında buluyor: Biri özgürlüğün, diğeri ise bir annenin ölümüne karşı. Cannes’dan ödülle ayrılan son filminde, tam da kendisinden beklendiği üzere İsrail hükümetine sözünü sakınmıyor; öfkesini diri tutmaya devam ediyor Lapid. Elif Yılmaz

65. Little Fish
(Yön: Chad Hartigan)

Karşılaşıp, tanışıp, âşık olan ve ve birlikte yaşamaya başlayan bir çift; hafıza kaybına neden olan bir salgın dünyayı etkisi altına alınca her gün birbirlerini test etmeye, ilişkilerine dair detayları hatırlamaya, kaçınılmaz sonu ertelemeye çalışır. Salgın paranoyasına içinde bulunduğumuzdan çok daha farklı açılardan yaklaşan film, insan ilişkilerinin hafıza ve hatıra boyutuna dair duygusal bir bilim kurgu. Emre Eminoğlu

64. Malcolm & Marie
(Yön: Sam Levinson)

İşine tutkuyla bağlı bir yönetmen olan Malcolm’un filminin galasından döndükten sonra, gelen ilk eleştirilerini okurken bir yandan da kız arkadaşı Marie ile olan gelgitli ilişkilerini masaya yatırmaları; geçmiş travmaları ve ego savaşlarına uzanan, sabaha kadar süren tartışmalara evrilir. Z kuşağının en iyi anlatıcılarından Sam Levinson yönetmen koltuğunda, performanslarıyla filmi sırtında taşıyan Zendaya ve John David Washington başrollerde. Yiğitcan Genç

63. Lamb
(Yön: Valdimar Jóhannsson) 

İzlanda dağlarının eteklerinde yaşayan bir çiftin, ahırda mucizevi bir yeni doğan bulmaları sonucu yaşamlarının akışının nasıl da tamamen değiştiğini anlatıyor Lamb. Halk masallarına saygıları sunarken, kurduğu karanlık atmosferin ortasında, doğanın iradesine meydan okumanın sonuçları üzerine cümleler söylüyor. İnanması güç ama yönetmenin ilk uzun metrajı. Senay Arslan

62. È stata la mano di Dio / The Hand of God
(Yön: Paolo Sorrentino)

İlhamını bu kez kendinde, ait olduğu topraklarda bulan Paolo Sorrentino’nun son filminde, “Gerçekliği sevmiyorum artık. Gerçeklik berbat.” diyor izdüşümü olan Fabietto karakteri. Kocaman hayallere, sinemaya, futbola, geniş ailelere, kalp çarpıntılarına ve İtalya’ya yazılan bu aşk mektubu, iyi bir “coming-of-age” örneği olarak akıllarda kalır mı bilinmez ama kişiselliğinin doğurduğu samimiyetten etkilenmemek güç. Merdan Çaba Geçer

61. Ich bin dein Mensch / I’m Your Man
(Yön: Maria Schrader)

Son yıllarda Toni Erdmann’ın haklı popülaritesiyle yükselişe geçen Alman komedisinde bayrağı Maria Schrader’in filmi devralıyor. Kişiye özel ideal erkek olma iddiasındaki bir robotu test eden müze araştırmacısı Alma ve İngiliz aksanlı Almanca konuşan robot Tom’un kimyasıyla zenginleşen bu bilim kurgu – komedi, insan ilişkilerini ve romantizmi sorgulatıyor. Emre Eminoğlu

60. Miguel’s War
(Yön: Eliane Raheb)

İç savaş, muhafazakâr aile, toplum baskısı arasında sıkışarak yeni keşfettiği cinsel kimliğini ve arzularını bastırmak zorunda kalan Miguel; yıllar sonra kendini yeniden var eder ve özgürleşme sürecine girer. Animasyon, tiyatro performansları, röportajlar ve arşiv görüntülerini harmanlayarak oluşturulan belgesel; seçemediğimiz yaşam şartlarının, kimlik bulma sancısındaki etkisini ortaya çıkarıyor. Ezgi Oğraş

59. Ras vkhedavt, rodesac cas vukurebt? / What Do We See When We Look at the Sky?
(Yön: Aleksandre Koberidze)

Gürcistan’dan çıkan ve büyülü gerçekçilik izleri taşıyan film; ilk görüşte aşk ve kavuşamama gibi sinemada klişeleşmiş hikâyelerin, emsaline pek rastlamadığımız bir örneğini önümüze getiriyor. Uzun futbol maçlarından sokaklardaki köpeklere kadar kurduğu dünyanın her detayına tanıklık etmemizi isteyen Koberidze; hipnoz edici bir seyir deneyimiyle karşımızda. Ezgi Oğraş

58. Zola
(Yön: Janicza Bravo)

A’Ziah King’in 2015’te yazdığı viral tweet serisinden uyarlanan gerçek bir hikâye olan Zola’da bir striptizcinin şaibeli bir tip olan Stefani’yle Florida’ya yaptığı yolculuk ve bu esnada kendini içinde bulduğu durumlar konu ediniliyor. Yönetmen Janicza Bravo ve senaryoyu birlikte yazdığı Jeremy O. Harris; bahsi geçen öykünün sürükleyici tarafını filmde de es geçmeden, King’in anlatımına tümüyle sadık kalmış. Zeynep Naz Günsal

57. Pig
(Yön: Michael Sarnoski)

Kapitalist sistemin içinde özünü kaybeden insan doğasını; benlik arayışı, yüzleşme, kayıp gibi temalarla irdeleyen dokunaklı bir hikâye ve bir ilk film. Sırtını çevirdiği hayatla yeniden yüzleşmek zorunda kalan mantar toplayıcısı Rob’a hayat vererek en iyi performanslarından birini sergileyen Nicolas Cage’in filme olan tesirine değinmeden geçmeyelim. Ezgi Oğraş

56. Természetes fény / Natural Light
(Yön: Dénes Nagy)

Dénes Nagy’nin soğukkanlı ve izlenimci bir II. Dünya Savaşı filmi olarak yola çıkan ve bir vicdan ikilemine dönüşmeyi hedefleyen çalışması, teknik anlamdaki kusursuzluğuyla sıradan bir savaş portresi olmaktan çıkıyor. Sadece çamuru, karanlığı ve ateşi eşsiz tablolara dönüştüren görüntüleri için dahi izlemeye değer. Emre Eminoğlu

55. CODA
(Yön: Sian Heder)

Yeterince cesaretliysek tutkularımızın peşinden gidebilir miyiz? İşitme engelli ebeveynleri ve kardeşiyle yaşayan, ailenin duyma yetisine sahip tek üyesi Ruby’nin ilham veren yolculuğu, müziğe olan tutkusunu keşfetmesiyle alevleniyor. Sundance Film Festivali’nde takdire doymayan CODA, Amerikan bağımsızı kategorisinin geçtiğimiz yıldaki en iyi örneklerinden. Asena Büyük

54. Benedetta
(Yön: Paul Verhoeven)

17. yüzyılda, vebanın kasıp kavurduğu İtalya topraklarında, küçük yaşlardan beri mucizeler yarattığına inanılan Benedetta, zamanla hem erotik hem de dini sanrılarla boğuşmaya başlarsa… Hollywood’un unutulmaz bilim kurgularında parmağı bulunan, 90’ların erotik gerilim furyasını başlatan isimlerden olan Paul Verhoeven; cinsel özgürlüğün inançla kesişimini masaya yatırıyor bu defa. Merdan Çaba Geçer

53. West Side Story
(Yön: Steven Spielberg)

1957 yapımı orijinal müzikalin, 1961’de Jerome Robbins ve Robert Wise tarafından çekilen aynı isimli klasik uyarlamasından yıllar sonra, iddialı bir girişim Steven Spielberg’den geldi. Bir kez daha farklı etnik kökenlere sahip sokak çetelerinin arasındaki rekabet ve Tony ile Maria arasındaki yasak aşkı konu alan West Side Story; ardındaki büyük mirasın anısını lekelemeden, yüksek beklentileri karşılamayı başarıyor. Yiğitcan Genç

52. Censor
(Yön: Prano Bailey-Bond)

Bir devlet dairesinde çalışan baş karakter Edith, aşırı şiddet ve vahşet içerikli, düşük bütçeli filmleri –video nasty– izleyip belli sahneleri sansürleyerek hayatını kazanırken; küçük kız kardeşinin kayboluşunu hatırlatan bir kayıtla karşılaşıp tetikleniyor. Gerçek ve fantezi kontrastını bazı noktalarda fazla bariz şekilde sunmayı tercih etse de bir paket olarak bakıldığında görselliği, karakter motivasyonlarının inandırıcılığı ve biçimsel elementleriyle “güzel iş” dedirtiyor. Esra Hiçyılmaz

51. Belfast
(Yön: Kenneth Branagh)

Kenneth Branagh’ın çocukluk yıllarına dayanan Belfast, İrlanda’nın 60’lar sonlarındaki Katolik – Protestan gerilimine tarihleniyor. İşçi sınıfından bir aile üzerinden şiddet dolu olayların iç yüzüne odaklandığımız film, ait olunan yeri terk etmek durumunda kalmanın tanıdık kasvetiyle bizleri sarsa da hem çocukluk yıllarının saflığını hem de sevginin gücünü hatırlatarak umutlu kalabilmeyi başarıyor. Biçem Kaya

50. Un monde / Playground
(Yön: Laura Wandel)

Kardeşinin okulda akran zorbalığına maruz kaldığını fark etmesiyle, dolaylı olarak kendisini de psikolojik savaşın içinde bulan Nina’nın hikâyesini takip eden Un monde; sosyal gelişim döneminde edinilen travmalarla yüzleştirerek, benliği şekillendiren etkenlerin kaynağını arıyor. Yönetmenin ajitasyondan ve yargılamalardan uzak anlatısı, okul deneyiminin en dürüst tasvirlerinden birine dönüşüyor. Ezgi Oğraş

49. Cryptozoo
(Yön: Dash Shaw)

Dash Shaw ve partneri Jane Samborski’ye özgü bir animasyon estetiğine sahip Cryptozoo, dünya mitolojilerinde yer alan Kriptid isimli canlılarla insanlar arasındaki, “öteki” fikrinin neden olduğu ayrışma ve kutuplaşmayı masalsı bir dille aktarıyor. Bunu yaparken de “koruma altına aldığı” canlıları-cansızları bağlamından kopararak hapseden müze, hayvanat bahçesi gibi mekânların varlığını sorguluyor; tema parklarının neşesinin yapaylığını gün yüzüne vuruyor ve böylelikle hapseden insan doğasını pek çok açıdan tartışmaya açıyor. Biçem Kaya

48. Mass
(Yön: Fran Kranz) 

Oyunculuk kökenli Fran Kranz’ın yazdığı ve yönettiği ilk film; Reed Birney, Ann Dowd, Jason Isaacs ve Martha Plimpton’ın olağanüstü performanslarıyla canlanan bir tek mekân anlatısı. Bir okula düzenlenen silahlı saldırının ardından failin ve kurbanlardan birinin ebeveynlerini yüzleştiren Mass, yas ve suçluluk duygusuna yoğunlaşan, psikolojik olarak zorlayıcı diyaloglarıyla boğaz düğümlüyor. Emre Eminoğlu

47. Azor
(Yön: Andreas Fontana)

80’ler dolaylarında, karmaşık siyasi ve sosyal iklimin hüküm sürdüğü Arjantin’i yakın merceğe alan film; ortadan kaybolan ortağının peşinden giden bir bankacının kendisini finans dünyasının tekinsiz bölgelerinde bulmasını konu ediyor. Rutin bir iş seyahatini, incelikli ve telaşsız anlatısıyla muhteşem bir politik gerilime dönüştüren Andreas Fortana, ilk uzun metrajıyla dikkatleri üzerine topladı bile. Ezgi Oğraş

46. Les Olympiades, Paris 13e / Paris, 13th District
(Yön: Jacques Audiard)

Üç genç kadın ve bir erkekten oluşan bir aşk meydanı, Paris, 13th District. Audiard’ın aşkı yaşayan / arayanların arzuları ve tutkulu doğaları üzerine olan son filminde, ilişkilerin zamansız dramları, cinsellik ve hormon yüklü tenler, kara komedi sosuna bulanıp siyah beyaz sinematografiyle önümüze seriliyor. Senarist kadrosundaki tanıdık isim de gözden kaçmasın: Céline Sciamma. Esin Çalışkan

45. Una película de policías / A Cop Movie
(Yön: Alonso Ruizpalacios)

Mexico City’de polis olmak için ne gerekiyor? Ruizpalacios’un Meksika sinemasından son yıllarda ortaya çıkan en büyüleyici yönetmenlerden biri olduğuna dair kanıt niteliğindeki belgesel; iki profesyonel oyuncuyu sürükleyici bir süreçten geçirip “içerideki” yolculuklarına ortak ederken, polis filmi klişelerine meydan okuyor, savunma hattını muğlaklaştırıyor ve “Sorunlarımız acil!” diyor. Esin Çalışkan

44. Luca
(Yön: Enrico Casarosa)

İtalyan Rivierası’nda yaşayan Luca ile kendi yaşlarındaki Alberto’nun arasındaki bağ, Pixar’ın kuir izdüşümlere rastlanan ilk filmi diyebileceğimiz Luca’nın merkezinde. Tüm animasyonlarında olduğu gibi stüdyonun teknik gücüyle kendine hayran bıraktığı yapım; benliğini keşfetme ve bizi şekillendiren çocukluk arkadaşlıkları üzerine kurulu hikâyesi ile yılın ilgi çekici “comfort-movie”lerinden. Asena Büyük

43. İki Şafak Arasında
(Yön: Selman Nacar)

İlk uzun metrajında, çeşitli ihmaller nedeniyle göz göre göre gelen bir iş kazasının, farklı sosyo-ekonomik sınıflardan karakterlere tesirini izletiyor Selman Nacar. Empati kurmaya yatkın olmadığımız tarafın perspektifini tercih etmesi kadar -direksiyon rahatça didaktik bir yöne kıvrılabilecekken- cevaplar vermek yerine sorular sormayı tercih eden üslubu; izleyenin Kadir’in vicdan muhasebesine kolayca dâhil olabildiği, güçlü bir dramatik yapıya vesile oluyor. Merdan Çaba Geçer

42. Red Rocket
(Yön: Sean Baker)

Seçenekleri ve cazibesi gittikçe azalan, yıkılmış porno yıldızı Rex; Texas’taki küçük memleketine geri dönerse… Amerikan bağımsızlarının en heyecan verici isimlerinden Sean Baker’in ellerinden çıkma; küstah, sıra dışı ve son derece eğlenceli bu kara komedi, kendini iyi hissetmek isteyenlere naçizane bir öneri. Esin Çalışkan

41. A River Runs, Turns, Erases, Replaces
(Yön: Zhu Shengze)

Aynı güvenlik kamerası aracılığıyla, Wuhan’ın bir sessizliğe bürünüp bir insan seliyle dolup taşan sokaklarının yansımasını karşımıza getiren Zhu Shengze, post-COVID kavramını allak bullak eden bir belgesele imza atıyor. Önce-sonra ile kurduğu ilişkide sınırlara izin vermeyen, bir kentin izdüşümünü dünya sahnesindeki performatif gösteriler ile kutsayan yapım, elbette “geçiş”e dair. Esin Çalışkan

40. Ghahreman / A Hero
(Yön: Asghar Farhadi)

Şiraz’da konumlanan filmiyle bir kez daha Oscar tahminlerine girip Cannes’dan eli boş dönmeyen İranlı auteurün odağında; ödenemeyen bir borç yüzünden hapis cezası çeken Rahim, onun serbest kalma umutları, düğümlü fırsatları ve toplumsal ahlakla olan yüzleşmeleri var. Kahramanlık miti deşilirken, bolca muamma ve empati sağanağı da pakete dâhil. Esin Çalışkan

39. De uskyldige / The Innocents
(Yön: Eskil Vogt)

Olağanüstü güçlerini keşfederek kendileriyle özdeşleşen masum doğalarını kaybetmeye başlayan bir grup çocuğun, tüyler ürpertici hikâyesine sürükleniyoruz. İyi ve kötü arasındaki dengeyi kendine has üslupla sorgulatan yapım, korku-gerilim janrında taze soluk arayanların kaçırmaması gerekenlerden. Ezgi Oğraş

38. The Sparks Brothers
(Yön: Edgar Wright)

Özgün şarkılarını ve müziklerini besteledikleri Annette’le hareketli bir yıl geçiren Sparks’ın on yıllara yayılan kariyerini ve tuhaf şarkılarını; Edgar Wright’ın onlara adadığı bu belgesel, müzikal filmin hemen öncesinde geniş kitlelere ulaştırmıştı. Sparks ile ilk defa tanışanları dahi ekran karşısına kitleyen The Sparks Brothers, Wright’ın oyunbaz anlatımı ve dinamik kurgusuyla öne çıkıyor. Emre Eminoğlu

37. Grosse Freiheit / Great Freedom
(Yön: Sebastian Meise)

Özellikle Nazilerin hüküm sürdürdüğü yıllarda LGBTİ+’ları -soykırıma varan- türlü zulme maruz bırakan 175. Paragraf’tan muzdarip bir mahkûmun gerçek öyküsü. Tarihteki bu dev kara lekeye, maruz kaldığı tüm yıldırma politikalarına rağmen aşk arayışı süregelen; içine yerleştirildiği şiddet ve ceza döngüsünde direnmeyi seçen Hans Hoffman performansıyla Franz Rogowski yine olağanüstü. Merdan Çaba Geçer

36. Mad God
(Yön: Phil Tippett)

Yapımı 30 sene süren bir stop-motion animasyon, âdeta bir “rüya proje”. Suikastçiler, zombiler, mutasyona uğramış örümcekler, gaz maskeleri, ameliyat masaları, kitlesel elektrik çarpmaları ve büyük ölçekli patlamalarla örülü bir distopyayı keşfe çıkaran bu kâbus-film; body horror’a ve steampunk’a doyuran, şimdiden kült statüsünde bir delilik örneği. Merdan Çaba Geçer

35. Last Night in Soho
(Yön: Edgar Wright)

Komedi ve aksiyonun kesişim kümesinde yer alan filmleriyle ünlü Edgar Wright’ın ilk psikolojik gerilim denemesi, sıradan bir başlangıçla açılıyor gibi görünebilir.  Ancak zaman ve mekân arasındaki ilişkiyi kurmadaki başarısıyla yılın en yenilikçi kurgulardan biri olduğunu söylemek zorundayız. Çiçeklerle bezeli bir manzaradan neon ışıklarla yıkanmış sekanslara doğru tansiyon epey yükselirken, Wright’ın farklı tonlar ve zaman dilimleri arasında gezinme becerisi oldukça etkileyici. Asena Büyük

34. Passing
(Yön: Rebecca Hall)

Nella Larsen’ın aynı isimli, 20’lerin sonlarındaki Harlem’i mesken edinen romanının uyarlaması olan Passing; oyuncu kimliğiyle de tanıdığımız Rebecca Hall’un büyük takdir toplayan ilk yönetmenlik denemesi. Irk, etnik köken ve dinlere yönelik önyargılar üzerinden; içlerinden biri ten rengi nedeniyle beyaz sanılan (ve dolayısıyla çeşitli ayrıcalıklara sahip olan) iki Siyah kadının yalın ve etkileyici öyküsünü takip ediyoruz. Esin Çalışkan

33. Cow
(Yön: Andrea Arnold)

Birbirinden başarılı kurmaca filmleriyle kendisine dünya sinemasında hatırı sayılır bir yer edinmiş olan bol ödüllü yönetmen Andrea Arnold’ın, Birleşik Devletler’de bulunan bir çiftlikte hayata gözlerini açan bir ineğin tüm hayatını kameraya aldığı bu etkileyici belgeseli; doğa, insan ve makineler arasındaki ilişkiyi sade ama vurucu bir dille ameliyat masasına yatırıyor. Çiftlik hayvanlarına dinletilen pop şarkıları eşliğinde izleyicisini tıpkı o hayvanlar gibi boğucu bir mekânın içine sıkıştırıp, doğanın küçük bir simülasyonuna hapseden Arnold, tek kelimeyle benzersiz bir seyir tecrübesine imzasını atmış. Melikşah Altuntaş

32. The French Dispatch
(Yön: Wes Anderson)

Köklü The New Yorker tarihine saygılarını sunan Anderson’ın antoloji formatına başvurması ve elini korkak alıştırmayıp bir dolu karakter, epizot, anekdotu 107 dakikaya sığdırması; bir tık dağınık, fakat elbette yine oldukça iştah açıcı bir sonuç ortaya çıkarmış. Simetri takıntısı ve geniş bir renk paletinin hüküm sürdürdüğü estetiğine bu kez animasyonlar, çeşitli çerçeve oranları, siyah beyaz sekanslar eşlik ediyor; geçen her dakika görsel dünyası kendini yeniden icat ediyor. Merdan Çaba Geçer

31. Summer of Soul (…Or, When the Revolution Could Not Be Televised)
(Yön: “Questlove” Ahmir-Khalib Thompson)

Yönetmenliğini The Roots davulcusu Questlove’ın üstlendiği Summer of Soul, Black Woodstock adıyla anılan Harlem Kültür Festivali’ne dair performans görüntüleri ve röportajlar aracılığıyla 1969’un Siyah kültürüne kapsamlı bir bakış atıyor. Vietnam Savaşı, Malcolm X ve Martin Luther King suikastleri, Ay’a yolculuk gibi dönemin politik atmosferini biçimlendiren olayların müziği, insanların ruh hâlini, hatta stil tercihlerini bile nasıl etkilediğini ortaya koyan film; yıl boyunca, başta Sundance olmak üzere birçok festivalden ödüller topladı. İlayda Güler

30. Judas and the Black Messiah
(Yön: Shaka King)

Black Panther Party liderlerinden Fred Hampton’ın hayatını anlatan Judas and the Black Messiah, ABD’nin en uzun soluklu davalarından birine konu olan suikastin detaylarını su yüzüne çıkarıyor. Dönemin politik ve toplumsal atmosferini gözler önüne seren filmde, Daniel Kaluuya başta olmak üzere oyunculuk performansları da üst düzey. Ezgi Oğraş

29. Matrix Resurrections
(Yön: Lana Wachowski)

The Matrix Revolutions’dan (2003) 18 yıl sonra öyküsüne kaldığı yerden devam eden Lana Wachowski’nin “her şeyin başladığı yere” geri döndüğü; ilk filmin ikonik anlarına gerek aksiyon koreografileriyle, gerek repliklerle, hattâ yeni sahnelerin arka planına yansıtılan orjinal sahnelerle sıklıkla atıfta bulunan The Matrix Resurrections, fazlasıyla özgönderimsel bir “meta” film. Wachowski’nin beklentileri elinin tersiyle itişi için bile takdire şayan. Zeynep Naz Günsal

28. Gûzen to sôzô / Wheel of Fortune and Fantasy
(Yön: Ryusuke Hamaguchi)

Hamaguchi’nin üç kısa öyküden oluşan filmi, Berlin’de ödüle layık gören jürinin deyişiyle diyalogların bittiği bir dönemde diyaloglar başlatmasıyla öne çıkıyor. Bir aşk üçgeni, bir röportaj, bir karşılaşma; neredeyse tümü kapalı mekânlarda, iki kişi arasında geçen kısa ya da uzun konuşmalar, oyuncuların ve metnin başarısıyla akıp gidiyor. Emre Eminoğlu

27. King Richard
(Yön: Reinaldo Marcus Green)

Reinaldo Marcus Green’in son uzun metrajı, tenis dünyasının en özel hikâyelerinden olan Williams kardeşlerin rekorlar kıran başarılarının ardındaki isme, babaları Richard Williams’a odaklanıyor. Klasik “Amerikan rüyası” anlatısının kurgusuna sahip olsa da beyaz kültürün dominasyonundaki tenis dünyasının ırkçı ortamında tarihin en özel iki kadın raketinin yüzleştiklerinin sadece büyük rakipler değil, bedenleri üzerinden yaşadıkları ayrımcılık da olduğunun altını çizmesi, filmi değerli kılan unsurlardan. Richard Williams rolündeki Will Smith’in özel performansı da unutulmamalı. Biçem Kaya

26. Flugt / Flee
(Yön: Jonas Poher Rasmussen)

Taliban’ın ülkeyi ele geçirmesinin ardından ailesiyle Afganistan’dan kaçan, refakatsiz bir çocuk olarak Danimarka’ya yerleşen Amin bugün erkek arkadaşıyla evli, başarılı bir akademisyen ama 20 yılı aşkın süredir sakladıkları hayatını tehlikeye sokabilir. Mahremiyeti korumak adına animasyonu anlatım aracı olarak seçen bu çarpıcı belgesel, riskli sırlara ve yerinden edilmenin kalıcı travmalarına dair yürek burkan bir kimlik ve mücadele öyküsü. Merdan Çaba Geçer

25. The Mitchells vs. the Machines
(Yön: Michael Rianda)

Genç sinemacı Katie, sinema okulundaki ilk senesi için tuhaf ailesi ile birlikte California’ya doğru yola koyulurken, gezegendeki robotların ayaklanması sebebiyle seyahatleri beklenmedik bir hâl alıyor ve Mitchell ailesi kendilerini insanlığın son umudu olarak buluyor. Aile ilişkileri hakkında harika tespitleri bulunan The Mitchells vs. the Machines, bizi eşsiz kılan özelliklere sahip çıkmamızın önemini hatırlatıyor. Zeynep Kıymacı

24. Hytti nro 6 / Compartment No. 6
(Yön: Juho Kuosmanen)

Aynı isimli Rosa Likson romanından uyarlanan, yönetmen Juho Kuosmanen’in Cannes’dan Jüri Büyük Ödülü ile dönen son işi; Fin bir arkeoloji öğrencisi ile Rus bir maden işçisinin peşinden daracık kompartımanın içine usulca sokulduğumuz bir aşk hikâyesi, puslu bir yol filmi. Trenin en kuzeye doğru yol alması şaşırtmasın; pervasız ruhları, içimizdeki düşleri salıverdiğimizde yumuşacık ettiğine şüphe yok. Esin Çalışkan

23. tick, tick… BOOM!
(Yön: Lin-Manuel Miranda)

30’larına girmesine sayılı gün kalan Jon’un, bir yandan geçim derdiyle boğuşarak ve garsonluk yaparak hayatta kalmaya, bir yandan da hayatını değiştirecek bir Broadway müzikali yazmaya çabaladığı günleri konu alan tick, tick…BOOM!’u, Broadway’e hiç de yabancı olmayan Lin-Manuel Miranda yönetiyor. 30 yaş krizini somutlaştıran müzikal, akıp giden zamanı; 90’ları kasıp kavuran AIDS salgınını fona yerleştirerek daha da değerli hâle getiriyor. Emre Eminoğlu

22. The Green Knight
(Yön: David Lowery)

Kral Arthur efsanelerinin erdem ve kudreti kendinden menkul eril dünyasını günümüz “woke” kültürüne uyarlayan The Green Knight, David Lowery’nin A Ghost Story’den sonraki ilk filmi. Ölüm ile yaşam arasındaki çizgiyi kaba bir kılıç darbesiyle çizerek başlayan film, daha sonrasında kaba gücün tabiat karşısında düşebileceği aczi çeşitli psikedelik meseleler eşliğinde anlatıyor. Mehmet Ekinci

21. Herr Bachmann und seine Klasse / Mr. Bachmann and His Class
(Yön: Maria Speth) 

Maria Speth’in 217 dakikalık belgeseli, Almanya’nın Stadtallendorf şehrindeki, 12 farklı milletten öğrencinin bir araya geldiği bir sınıfta geçiyor. Her zaman doğru ve yerinde bir mesafeyle Avrupa’nın ve Almanya’nın eğitim sistemini inceleyen film, problemlere kör göze parmak bir şekilde değil, umut ve ilham vererek dikkat çekmeye çalışıyor. Emre Eminoğlu

20. The Lost Daughter
(Yön: Maggie Gyllenhaal)

Maggie Gyllenhaal’un ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu The Lost Daughter, karşılaştırmalı edebiyat profesörü olan Leda’nın huzurlu bir iş tatili için yaptığı ada ziyaretinde yaşadığı içsel huzursuzluğu ve kurduğu tuhaf ilişkiler ağını mercek altına alıyor. Film, akışı boyunca peşimizi bırakmayan gerilim hissiyle kadınlığa dair tüm beklentileri sorgulatırken, anneliğin kutsallığını yıkma konusunda sarsıcı biçimde dürüst davranıyor. Ezgi Oğraş

19. The Velvet Underground
(Yön: Todd Haynes)

Kariyeri boyunca çeşitli işleriyle müzik dünyasına yakın durmuş Todd Haynes imzalı belgesel, rock tarihinin en etkili topluluklarından The Velvet Underground’un 60’ların New York avangart sanat sahnesinde gelişen kariyerini ve müziğini ele alıyor. Hayattaki üyelerinin katkılarıyla oluşturulan anlatı, grubun tarihi ve külliyatı hakkında verdiği kronolojik bilginin yanında; akışı ve tasarımıyla içinde var oldukları döneme dair kaleydoskopik bir deneyim aktarmak üzere kurgulanmış. Zeynep Naz Günsal

18. C’mon C’mon
(Yön: Mike Mills)

Çocuklarla dünyanın belirsizliği hakkında röportajlar yapan bir radyo programcısı olan Johnny ve kendisine bir süre emanet edilen yeğeni arasındaki duygusal bağa odaklanan C’mon C’mon, yılın en şiirsel, en iç ısıtan yolculuklarından. Hümanist tavrını hiç kaybetmeyen Mike Mills’in ebeveynlik, aile dinamikleri ve hayatın ta kendisi üzerine incelikle düşündürdüğü film; özenli siyah beyaz sinematografisi ve pek doğal oyunculuk performanslarıyla da ilgiyi hak ediyor. Ezgi Oğraş

17. Bergman Island
(Yön: Mia Hansen-Løve) 

Aradıkları ilhamı bulup yeni senaryolarını tamamlamak için Ingmar Bergman’ın son dönemlerini geçirdiği Fårö Adası’nda inzivaya çekilen Chris ve Tony’yi takip eden film; bu sinemacı çiftin üretim süreçlerini rüya ve gerçeğin iç içe geçtiği bir noktadan ele alıyor. Mia Hansen-Løve, Bergman’ın dünyasına açtığı kapıdan; yönetmenin filmografisine dair bolca referans veren, pastoral ve dingin bir tatile davet ediyor. Senay Arslan

16. Babardeala cu bucluc sau porno balamuc / Bad Luck Banging or Loony Porn
(Yön: Radu Jude)

Çağdaş Romanya sinemasının önde gelen temsilcilerinden Radu Jude’nin Altın Ayı ödüllü filmi, pandeminin tüm dünyanın eksenini kaydırdığı, alışkanlıklarını değiştirdiği ve psikolojisini zorladığı bir yılın ardından kolektif bir delirmeyi layığıyla temsil ediyor. Biçimsel olarak üç belirgin parçaya ayrılan film, seks videosu internette yayılan ve reşit olmayan öğrencileri tarafından keşfedilince, veliler tarafından âdeta bir cadı mahkemesinde sorgulanmaya başlayan bir öğretmenin yaşadıklarını konu alıyor. Emre Eminoğlu

15. Boiling Point
(Yön: Philip Barantini)

Şef Andy Jones, Londra’nın en revaçta restoranlarından birinde, yılın en yoğun gecesinde, uğruna çalıştığı her şeyi yok etmekle tehdit eden çok sayıda kişisel ve profesyonel krizle boğuşursa… Tek planda ve tek mekânda çekilen, koreografisi ve Stephen Graham’ın harika performansıyla öne çıkan bu mucize film; baştan sona sürükleyici, oldukça “besleyici” bir seyir tecrübesi. Şimdiden afiyet olsun! Elif Yılmaz

14. Petrovy v grippe / Petrov’s Flu
(Yön: Kirill Serebrennikov)

Petrov’s Flu, ülkeyi etkisi altına almış bir salgın sırasında, griple ve geçmişinden taşıdığı anıların izleriyle boğuşan çizgi roman sanatçısı Petrov’un zihninde masalsı bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yürüyüşte fantezi ile gerçeklik arasındaki sınırlar git gide belirsizleşmeye başlıyor; sanrıların gerçekleştiği girdap geçmişi günümüzle, masalları kâbuslarla iç içe geçiyor. Kimilerine göre “âdeta beatnik bir Tolstoy romanı” var karşımızda. Ezgi Oğraş

13. Memoria
(Yön: Apichatpong Weerasethakul)

Her gece neden duyduğunu bilmediği güçlü patlama seslerinin kaynağını bulmak, tanımak, böylece ondan kurtulmak isteyen Jessica odakta Memoria’da. İzleyenlerin hem büyük bir dikkat ve merakla parçası olabileceği hem de her şeyiyle dışında kalabileceği bir deneyim alanı sunan Weerasethakul; geçmişe, “şey”lere, ötekilerin bilgisine tamamıyla vakıf olunamayacağını, bu dünyaya ait olduğu bile şüpheli ses ile sürekli hatırda tutmamızı istiyor sanki. Yağmur Ruken Kahraman

12. Okul Tıraşı
(Yön: Ferit Karahan)

Ferit Karahan’ın bol ödüllü filmi Okul Tıraşı, Türkiye’nin eşitsizliklerle dolu karmaşık toplumsal yapısını tek bir güne ve mekâna odaklanarak ele alıyor. Filmin sade ve dolaysız sinematografik dili yönetmenin derdini görselleştirebilmesi için yetiyor da artıyor. 2008’de İki Dil Bir Bavul’u izlemiş, benzer bir “taşra okulunda yaşam nasıl geçer” hikâyesi eşliğinde ana dilde eğitim görme hakkının hayati önemini hatırlamıştık. Okul Tıraşı, o sorgulamayı birden fazla adım öteye taşıyor. Mehmet Ekinci

11. L’événement / Happening
(Yön: Audrey Diwan)

Fransa’da kürtajın yasalara aykırı olduğu 1960’larda, istenmeyen hamileliğinin geleceğini tehdit eden, hatta yok edecek bir felaket olduğunun farkındaki bir genç kadının çaresizliğini konu alıyor L’événement. Bu çaresizliği ve beraberinde gelen fiziksel acıları anlatışındaki soğukkanlılık kan dondurucu. Diwan yılın en iyi uyarlamalarından birinde, izleyicisinin gözlerini kaçırmasına, grafik sahnelerden çok bilhassa erkek karakterlerin kayıtsızlığından doğan ve fiziksel olmayan o çaresizlikle neden oluyor; boğuyor, nefes almayı zorlaştırıyor. Gösterimlerde bayılan insanların varlığı kesinlikle tesadüf değil. Emre Eminoğlu

10. Fabian oder Der Gang vor die Hunde / Fabian: Going to the Dogs
(Yön: Dominik Graf)

Nevi şahsına münhasır Alman yönetmen Dominik Graf’ın Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan son filmi, 1930’lar Berlin’inde başlattığı öyküsünü, özgün bir kurgu ve tuhaf senaryo hamleleriyle karşımıza getirip, talihsiz bir hayatın izlerini sürüyor. Vakitsiz düştüğü bir aşkın peşinde oradan oraya savrulan genç bir adamı merkez alan film, üç saati bulan süresi boyunca Tom Schilling’in büyük bir başarıyla bedene getirdiği Fabian’ı, ulaştıracağı talihsiz sona hazırlıyor. Her saniyesiyle kocaman ve harika bir romanı bir oturuşta okuyup bitirmenin verdiği hazza benzer bir tat bırakan bu kendine özgü film, başka bir yönetmenin elinde dümdüz bir anlatıya dönüşebilecekken Graf’ın oyuncaklı anlatımıyla izleyicisine sık sık reaksiyon verdiren bir çeşit duygu rollercoaster’ına dönüşüyor. Melikşah Altuntaş

9. Dune
(Yön: Denis Villeneuve)

Kimi maskesini kuşandı sinema salonunda izledi, diğeri evde ekran başını tercih etti ama taaa COVID öncesinden beri Denis Villeneuve’ün kumul tepelerini bekleyenler bu yıl sonunda muradına erdi. Dune, teferruatlı prodüksiyon tasarımı ve atmosferik ses kurgusuyla etkileyici bir film. Belki fazla “etkileyici”, estetik kaygıları hikâye anlatıcılığının sahnesini çalıyor. Dolayısıyla, uyarlandığı bilim kurgu külliyatını okuyanların çoğunu tatmin etmedi. Daha önce David Lynch’in Dune’u da benzer bir muameleye maruz kalmıştı. Olsun, ikisi de tekrar tekrar izlemeye değer. Mehmet Ekinci

8. Titane
(Yön: Julia Ducournau)

Titane, izleyiciye “Ne izliyorum ben?” sorusunu derinden sorduran, tanımlayabilmek için izlemek değil de deneyimlemek fiilini kullanmayı âdeta şart koşan bir yapım. Alexia karakterinin çocukken yaşadığı bir travmanın yetişkin hayatındaki yankılarına tanıklık ettiğimiz hikâyede rahatsız, tedirgin hissetmediğimiz bir an neredeyse yok. Provoke etmek bu filmin genlerinde var. Kendi doğasıyla yabancılaşma yaşayan karakterlerin çarpık eylemleriyle yüz yüze geldiğimiz anlarda sorular, sorgulamalar zihnimizi rahat bırakmıyor. Julia Ducournau’nun bir önceki provokasyonu Raw’un yıkıcı etkisinden hâlâ çıkamamışken, öncülüne çok benzer başlangıca sahip Titane ile ağır bir darbe daha alıyoruz. Cannes’ın uzun tarihinde ikinci defa Altın Palmiye’nin kadın yönetmene verilmiş olmasının getirdiği acı gerçekler tablosu da cabası. Biçem Kaya

7. Das Mädchen und die Spinne / The Girl and the Spider
(Yön: Ramon Zürcher, Silvan Zürcher)

Önceki filmleri Das merkwürdige Kätzchen / The Strange Little Cat ile beğeni toplayan yönetmen ikilisi Ramon ve Silvan Zürcher’in imzasını taşıyan film, ev arkadaşı başka bir eve taşınan Mara’nın bakış açısıyla anlatılıyor. Küçük yaramazlıklar ve kaçamakların tatlı zevklerini, işten kaytarmanın hafifliğini, taşınırken yaşanan talihsizliklerin gerginliğini harmanlıyor. İzleyene suçlu zevklerini hatırlatıyor ve hatta kendisi de bizzat bir suçlu zevke dönüşüyor. Emre Eminoğlu

6. Petite Maman
(Yön: Céline Sciamma)

Şimdiden bu yüzyılın modern klasikleri arasında sayılan Portrait de la jeune fille en feu’nün ardından arayı fazla açmıyor ve hafıza ile hayal gücünün tesiri üzerine bir öykü inşa ettiği; kayıp, keder, veda, yas gibi mefhumlara yakından bakan Petite Maman ile dönüş yapıyor Céline Sciamma. Ne de iyi yapıyor! Hayata dair büyük, yetişkinlerin bile cevap bulmakta zorlandığı sorulara, 8 yaşındaki Nelly’nin ve annesiyle aynı ismi taşıyan, tuhaf biçimde tanıdık yeni arkadaşının gözünden cevap arama niyetinde. Çocuklarla kurduğu duygudaşlığın yanı sıra, onlara büyük bir saygı da beslediğini her an hissettiriyor; yalın ve olağan gözükenden bir kez daha etkileyici sinematik anlar yaratıyor. Merdan Çaba Geçer

5. Annette
(Yön: Leos Carax)

Dünyaca ünlü stand up sanatçısı Henry ile yine dünyaca ünlü opera sanatçısı Ann’in tutku dolu aşklarını merceğine alan bir müzikal şölen. Stand up ile operanın, yaşatmakla öldürmenin, tutkuyla yıkımın kol kola yürüdüğü bir deneyim. Trajik bir aşk öyküsünü yeni dil arayışları ve müzikal anlatının sınırlarında kurduğu oyunlarla anlatma motivasyonu belli olan film, seyircisini fırtınalı bir gecede tekinsiz bir valse kaldırıyor âdeta. Bu vals, Annette’in anlatıya kukla formunda dâhil olmasıyla hem dramaturjisinde hem de görsel dünyasında karşılık buluyor; adım adım enkaza dönüşen Henry’nin tüm makyajını, iyi gözükme motivasyonunu yitirmesine sebep oluyor. Yağmur Ruken Kahraman

4. The Souvenir Part II
(Yön: Joanna Hogg)

Yaşayan en yetenekli ve en yaratıcı yönetmenlerden biri olan Joanna Hogg’un üç yıl önce çektiği muazzam filmi The Souvenir’in bu son derece özel ikinci parçası; aşk, bellek ve yas üstüne kalabalık ve ağdalı sözcükler kullanmak yerine görüntüler ve seslerin gücüne sığınan bir çeşit meta-sinema tecrübesi. Kahramanının yaşadığı kaybı yine sinemanın gücünü kullanarak bir ağıt filme dönüştürdüğü The Souvenir Part II, bugüne dek izlediğimiz tüm film içinde film numaralarını da boşa çıkaracak kadar orijinal bir yöntem takip ediyor. Yas sürecinin yıkıcılığını, canlı ve yaratıcı bir tecrübeye dönüştürme gayretindeki kahramanıyla bağ kurabilenler için son derece özel bir filme dönüşebilen bu Joanna Hogg harikası, sinema tarihinde özgün bir ikilemeyi tamamlarken, bir yandan da insana şu soruyu sorduruyor: Onu hayatta tutabilmenin yolu, gitmesine izin vermekten geçiyor olmasın? Melikşah Altuntaş

3. The Power of the Dog
(Yön: Jane Campion)

İnsan ruhunun derinliklerini keşfe çıkan anlatılarını, rejideki hâkimiyetiyle bir üst seviyeye çıkaran Jane Campion, verdiği 12 yıllık aranın ardından tekrar sahalarda. Bu sefer 1925 senesine, Montana’daki bir çiftlikte konumlanan dört karakter arasındaki kompleks ilişkiye çeviriyor kamerasını. Yanan kâğıttan yapılmış bir çiçekten nazikçe dokunulan bir at eyerine, bir tavşan başının okşanmasından boğaların hadım edilmesi gibi korkunçluklara uzanan farklı anlarda, “tek söz etmeden” izleyicisine hissettirdikleri, unutanlar için sinemanın büyüsünü hatırlatan cinsten. Olmak istediği ve olduğu insan arasında sıkışıp kalmış, toksik erkekliğin hem faili hem de kurbanı olan Phil performansıyla Benedict Cumberbatch, tek kelimeyle kusursuz. Zeynep Kıymacı

2. Doraibu mai kâ / Drive My Car
(Yön: Ryûsuke Hamaguchi)

Melankolik, sürreel ve keskin dünyasıyla sinemasal yolculuklara sık sık ilham olan Haruki Murakami’nin külliyatından Kadınsız Erkekler’e, Japonya topraklarının bir başka maharetli ismi Hamaguchi’nın el atmasıyla ortaya çıkan Drive My Car; kayıp, paylaşılan yalnızlık ve devam etme ihtimali üzerine üç saatlik, zarif bir seyirlik. Aynı yıl içerisine iki harika film birden sığdıran yönetmenin Cannes’da kendisine En İyi Senaryo ödülü getiren bu eşsiz duygusal epiği, eşini kaybetmiş bir tiyatro yönetmeninin yas sürecini, klasikleşmiş oyun Vanya Dayı’nın uyarlama ve sahnelenme süreciyle iç içe geçirip eşine az rastlanır bir anlatıya dönüştürüyor. Uzun süresine rağmen su gibi akıp giden film, sadece bu yılın değil, son yılların en iyilerinden biri. Melikşah Altuntaş

1. Verdens verst  menneske / Worst Person in the World
(Yön: Joachim Trier)

Reprise, Oslo 31st August, Thelma gibi nefis filmlerin yazar ve yönetmeni Joachim Trier, kariyerinin belki de en incelikli işine imza attığı bu son filminde, dünya üzerindeki varlığını anlamlandırma uğraşını bir kenara bırakıp, hayatı seçimleri ve anlık duygu durumları üzerinden yaşamaya çalışan Julie’yi takip ediyor. 12 parça ve açılış kapanış bölümlerinden oluşan bu özel film; aşk, şehvet, dirayet, yas gibi kavramların her birini, merkeze aldığı özgün ama bir o kadar da bizden ana karakteri Julie’yi ortasına attığı öyküsünde didik didik ederken, diğer yandan da böğrümüzü delik deşik etmeyi ihmal etmiyor. İçinden geçtiğimiz zorlu yılın belki de en çok öne çıkan duygusu olan kayıp hissini, olabilecek en naif ve sade şekilde sorgulatan bu zarif film, günümüz dünyasının sosyal dertlerinden, insanlık tarihinin en eski sorularına kadar bir yığın meseleyi, hayatın olağan akışında karşımıza getirip izleyicisine kocaman bir sorgu sual seansı yaşatıyor. Film bitip ışıklar yeniden yandığında, biz de bu sarsıcı filmin etkisiyle, Julie aklını toplayana kadar bir süreliğine donmuş olan dünyanın yeniden akışa geçmiş hâline adapte olmak zorunda kalıyoruz. Melikşah Altuntaş

Değerlendirme: Ant Arın Şermet, Asena Büyük, Aylin Güngör, Berk Çakmakçı, Berk Sayan, Biçem Kaya, Cem Kayıran, Deniz Bankal, Deniz Kuzuoğlu, Doruk Karaca, Elif Çelik, Emre Eminoğlu, Engin Ertan, Ekin Sanaç, Esin Çalışkan, Esra Hiçyılmaz, Ezgi Oğraş, İlayda Güler, J. Hakan Dedeoğlu, Mehmet Ağaoğulları, Mehmet Ekinci, Melikşah Altuntaş, Merdan Çaba Geçer, Mine Metin, Sadi Güran, Senay Arslan, Sesim Gökmen, Suzi Asa, Yağmur Ruken Kahraman, Yiğit Atılgan, Zeynep Kıymacı, Zeynep Naz Günsal

İllüstrasyon: Bengisu Bilekli