21. Filmekimi: Godland üzerine

Yazı: Biçem Kaya

19. yüzyılda genç Danimarkalı rahip Lucas’ın (Elliott Crosset Hove), İzlanda’ya bir kilise inşa etmek üzere çıktığı yolculuğu konu edinen Godland (İzlandaca: Volaða land, Danca: Vanskabte Land) “çeviride kaybolanlar”ı yüzyıllar öncesinde geçen bir hayat döngüsü üzerinden ele alıyor.

Bu yazı, filme dair kimi sürprizbozanlar içerebilir.

75. Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard) bölümünde seçkiye giren Hlynur Pálmason uzunu, yönetmenin film eğitimini alıp bir süre yaşadığı Danimarka ile yıllarca Danimarka Krallığı’nın himayesinde kalan ve yönetmenin de doğup büyümüş olduğu İzlanda arasındaki uç dünyaları keşfeden kişisel bir hikâye. Her iki kültürle bağı olan Pálmason’un iç dünyasına, filmin baş karakteri genç rahip Lucas ile uzanabiliyoruz. Yönetmenin kendi hikâyesi ayrıca filmografisinde demirbaş olarak görebileceğimiz kızı Mekkín Hlynsdóttir’in canlandırdığı Ida karakterinde de görünürlüğe sahip.

1850-1870 yıllar arasındaki bir zaman diliminde geçen filmin ilham kaynağı olarak 19. yüzyılda İzlanda’yı ziyaret etmiş bir rahibin bugüne ulaşmış fotoğrafları olduğu belirtilse de Pálmason röportajlarında bu bilginin aslının olmadığını açıklamış. Söz konusu metni, zamanla filmin kurgusunun önemli bir parçası hâline geldiği için başlangıçta seyirciyle paylaşmayı tercih etmiş.

Godland boyunca Lucas’ın, evinden çok uzaktayken hissettiği yabancılaşma, aşina olmadığı bir kültürle çevrili olma durumu, bambaşka bir dille kendini ifade etme zorluğu-zorunluluğu, gittikçe yalnızlaşmasına sebep oluyor ve fotoğraf çekmek onun için kendini ifade etme aracına dönüşüyor. Bu durum, film derinleştikçe “çeviride kaybolma” meselesi hakkında daha çok düşünme imkânı yaratıyor, ayrıca Lucas’ın fotoğrafla ilişkisini de güçlendiriyor. 

Sözünü ettiğim yabancılaşma yalnızca Lucas’ın İzlandaca ve Danca dilleri arasındaki geçişte yaşadığı ve tüm duygu durumunu, tercümanı Ragnar’ı (Hilmar Guðjónsson) kaybedip neredeyse tamamen iç dünyasında yaşamak zorunda kalmasıyla alakalı değil. (İleride Anna ile ilişkisi de onu hayata bağlamaya yetmiyor zaten.) Burada filmin tarihsel arka planına da bir göz atmak lazım. Katolik – Lüterci çekişmesiyle kilise sınırlarının genişlediği bir dönemi konu alıyor film. Böyle bir zamanda, idealist rahip Lucas, pagan kültürünü bir şekilde devam ettiren İzlanda insanı ve doğasıyla karşılaşmasında büyük zorluklar yaşıyor. Film için ikinci bölümü başlatan, İzlanda köyündeki yaşantısını konu alan kısımda ise rahibin belki coğrafyalar arası yolculuğu son buluyor ancak başka bir yolculuk başlıyor onun için. Ölümün kıyısından dönen bir din insanı olarak, dünyevi ve uhrevi gerçeklik arasında kalan bir gezgine dönüşüyor. Bu zamana kadar dünyayı inancı doğrultusunda algılarken, inancı ona yol göstermiyor artık. Fotoğraf çekmek tek ibadeti oluyor. Tıpkı çilekeş bir dindarın sırtında devasa haç sembolünü taşıması gibi, devasa fotoğraf makinesiyle birlikte, iki büklüm şekilde, oradan buraya sürükleniyor. Dilin anlamsız kaldığı bu ortamda büyük bir anlam kaybı yaşıyor.

Seyirci olarak biz de bu kaybı Lucas aracılığıyla deneyimliyoruz. Genç rahibin kullandığı fotoğraf makinesinin 4:3 görüntü oranına sahip olan film, seyirciye bu vizör aracılığıyla Lucas’ın bakışını ödünç veriyor. Böylece karakterle bağlantı daha güçleniyor. Dördüncü duvarın öte tarafında volkanik arazilerin, kutuplardaki yaz aylarının döngü oluşturmayan; günleri, haftaları ve ayları bitmeyen tek bir gün gibi hissettiren devamlı aydınlık gökyüzü türünden bir hayli yabancısı olduğumuz ama bir o kadar da bu dünyaya ait olan doğanın dilini, Lucas’la birlikte çözmeye çalışıyoruz. 

Pálmason ise, söz konusu doğanın yabancısı değil. İzlanda’da yaşadığı evin bahçesinde ve babasının çiftliğinin yakınlarında iki yılı aşkın bir sürede çekimlerini tamamladığı coğrafya, yönetmenin günlük yaşantısının parçası. Dolayısıyla Pálmason filmdeki neredeyse tüm ortamlar için hangi gün hangi saatte çekim yapması gerektiğini biliyor. Bu durum, bahsetmeden geçemeyeceğim soundscape (ses manzarası) çalışmasının da nasıl böylesine detaylı olabildiğini açıklıyor. Aktif volkanların sesini duymak gibi detaylar filmi etkileyici bir deneyime dönüştürüyor.

2 saatin en zorlayıcı bölümlerden olan, ölmüş at bedeninin çürümesi sekansı, doğanın temel parçası olan ölüm sürecini, ölü bedenin çürüyüp toprağa karışması ve buradan yeni canlıların yetişmesi döngüsüne dair gerçek bir görsel not. Yönetmen röportajlarında söz konusu atın, babasının yaşlı atı olduğunu ve yakın bir zamanda ölmüş olduğunu belirtiyor. Pálmason da bu bedenin dönüşümünü mevsimler boyu takip etmiş. Ölüm olayının canlılıkla olan bağlantısını keşfettiği dönüşümü hâlâ kaydettiğini belirtiyor.

Filmle ilgili düşmek istediğim son not ise Pálmason’un Ragnar karakterleri konusundaki yorumu. Genç Ragnar (Hilmar Guðjónsson), İzlandaca bilmeyen Lucas’ın biricik rehberi. Bu zorlu dünyayla kurduğu en güçlü bağlantı. Duygusal birliktelik kurabildiği nadir karakterlerden. İleri yaştaki Ragnar ise (Ingvar Sigurðsson), âdeta İzlanda doğasının Lucas için vücut bulmuş hali. Zorlu, güvenilmez ve tehditkâr. Fakat, tıpkı insanın doğaya göbekten bağlı oluşu gibi Lucas da Ragnar’a bağlı. Çünkü Ragnar, genç rahibe son derece yabancı olan doğanın dilinden anlayabilen ve bunu ona tercüme edebilen bir rehber. Lucas bitmek bilmez soğuktan, yağmurdan ve rüzgârdan nasıl nefret ediyorsa Ragnar’dan da o kadar nefret ediyor.

Pálmason, Godland ile belki kişisel bir noktadan yola çıkıyor ancak insan doğası, yabancılaşma ve ölüm üzerine söyledikleriyle zamansız bir anlatım oluşturmayı başarıyor.