3 soruda Barış Çavuşoğlu ve “evim yuva” sergisi
Üretimleri animasyon ve heykel alanına yayılan sanatçı Barış Çavuşoğlu’nun evim yuva başlıklı sergisi, İMÇ’de konumlanan bağımsız sanat alanı BENTA’da 1 Temmuz’a kadar ziyarete açık. Sergi ev kavramını yalnızca bir barınak ya da korunma alanı olarak değil; aynı zamanda duygusal, işlevsel ve teknolojik bir sistem olarak ele alıyor.
Çocukluğunun geçtiği, mekanik düzeniyle hatırında kalan evi temel alan Çavuşoğlu, bu sergisinde iki ana heykelden oluşan bir yerleştirme sunuyor. Fiberglas, çelik, elektronik devre gibi malzemelerden üretilen, mimari sistemler ile endüstriyel formların kesiştiği bu yapıtlar; endüstriyel robot kolu, düğmelere basan bir sistem ve çitlerle çevrelenmiş bir “iç mekân” hissi yaratıyor. İçerideki sahte güvenliğin dış dünyayla olan çatışmasını sorguluyor.
Barış Çavuşoğlu, evim yuva sergisinin ardındakilere dair sorularımızı yanıtladı.

evim yuva sergisindeki işlerin endüstriyel tasarım dili ve kendi çocukluğundan gelen duygusal içerik arasında nasıl bir bağ kurdun ya da nasıl bir denge gözettin?
evim yuva’nın kavramsal temelinden bahsetmem gerekirse “ev” kavramını yalnızca bir barınak ya da korunma alanı olarak değil; aynı zamanda duygusal, işlevsel ve teknolojik bir sistem olarak ele almak istedim. Sergi, çocukluğumun geçtiği ve mekanik ama sevgi dolu düzeniyle aklımda kalan evi konu alıyor ve iki ana bölümden oluşan bir yerleştirme içeriyor: İçeride, endüstriyel bir robot kolunun düğmelere bastığı bir sistem ve çitlerle çevrelenmiş bir “iç mekân”; dışarıda ise iki heykel yer alıyor. Cam çitlerin dışında yer alan heykeller, içinde barındığım yapıya karşı duyduğum bir tür borç ödeme duygusu ile ortaya çıktı. Aynı zamanda da içeride kurulan sahte güvenlik hissiyle dış dünyanın gerçekliği arasındaki çatışmayı sorguluyorlar.
Duygusal ve teknolojik öğeler arasında kurduğum bağlantının sadeliği de bana çocuksu geliyor. Tıpkı hatasız çalışan endüstriyel robotlar gibi; “sağlıklı” aileler, toplumlar ve yaşamlar da tanımlı, olması gerektiği gibi ama aynı zamanda tekdüze, gerçeklikten bir nebze uzak ve donuk hissettirebiliyor. Bu çocuksu benzetmeye sadık kalarak, tanımlı küçük bir zemin üzerinde, bu tekdüzeliğin içinden sivrilebilecek bir yapı oluşturmaya çalıştım.
Eklemek isterim ki geçmişime ve çocukluğuma dair anlatmak istediğim hikâyenin yanı sıra bu sergi ile üretimsel anlamda da yeni bir aşama kaydetmek istedim. Bu nedenle, izleyicinin duygusal ve mekanik unsurlar arasındaki kavramsal ilişkiden yola çıkarak bir bağ kurabileceğine inanıyorum. Ancak herhangi bir bağ kurulmadan yalnızca tasarımsal ve mühendislik yönlerinin incelenmesi de benim için fazlasıyla yeterli.
Mekanik sistemlerle ve dijital teknolojilerle çalışmak önceden planlanmış bir tasarım sürecini zorunlu kılıyor mu? Üretim aşamasında sezgisel kararlar ne kadar etkili?
Üniversitede bilgisayar bilimi ve oyun tasarımı okuduktan sonra deneysel animasyon üstüne yüksek lisansımı yaptım ve yaklaşık on senedir bilgisayar tabanlı süreçler ile üretimler yapıyorum. Dijital teknolojiler aslında fiziksel üretime nazaran çok daha başına buyruk bir üretim süreci oluşturabilmekte. Üretilmekte olan işin versiyonlanması, Command z butonu gibi birçok kolaylık sunabiliyor. Ancak animasyon üretimlerimin aksine son iki senedir yapmakta olduğum fiziksel ve endüstriyel işlerin çok daha planlı olması gerekiyor. Yanlış üretilen bir malzemenin birçok yeni üretimsel sorun doğurabilmesi ve bütçe vb. gibi. Bu sebeple sezgisel kararlar ile ilerleyen bir tasarım süreci prodüksiyon başladığı noktada bir mühendislik sürecine dönüşüyor.
İşlerinin taşıdığına benzer bir hisse sahip olduğunu hissettiğin bir film, kitap ya da müzik var mı? Hangi yönüyle?
Bu serginin üretiminde sıklıkla Autechre – Incunabula albümünü dinlerken buldum kendimi. Bu albümün 90’lara dair tanımlı ve deneysel mimarisi, sergimdeki işlerin kavramsal ve görsel bütünlüğünün oluşmasında bana yol gösterdi.




